Münchner Kammerspiele – Dava – Kafka – 17.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali

Pinterest LinkedIn Tumblr +

 Dava deyince, -romanı okumuş olsun olmasın- çoğunun aklına gizemli bir kuruluş tarafından sabah sabah neden tutuklandığını bilmeyen Joseph K.’nın yaşadığı kâbus gelir.

3 saatlik oyunun bu hali, “kâbus” olmuş gerçekten. Oyun, bu anlamda hedefe ulaşıyor.

Düz okunsa 4-5 saat sürecek roman, sahnede ara ve “atraksiyonlarla” 3 saat sürdü. Demek ki bazı sayfaları “atladılar” diye düşündüm!

Yönetmen, Joseph K.’yı anlaşılmaz bir girdaba sürükleyen düzene değil, baskı altındaki kişinin bunalımına odaklanmış.

Sahneden seyirciye doğrudan bakan, “izleyen” “göz”ün, seyirci üzerinde yarattığı ilk etki, oyun sürdükçe, içine çeken ve adeta labirentleşen bir algı yaratmaya, karmaşıklaşmaya başlıyor. “Tek göz”ün içinde “dönen” göz bebekleri, seyirciyi Joseph K.’nın iç dünyasına doğru çekmeye, o dünya içinde “kaybolmasına” yönelik sanki.

 Zira dışardan bakan “göz” bir süre sonra “iç mekan”laşıyor. Metin ile yaratılan “içsel”leşme “göz”ü de “içsel”leştiriyor. Gözün ilk anda çağrıştırdığı “dış” algılaması, Joseph K.’nın iç sarmalının labirentine dönüşüyor.

Doğrusu ben “göz”ün önce tümüyle yatay durmasını ve oyun sürdükçe, Joseph K’nın hikayesini “dinleyenlere”, bunalımını “seyreden”lere doğru yönelmesini tercih ederdim. Bu nedenle dikey pozisyonda başlamasını kaçırılmış bir fırsat saydım. Ama takdir ederseniz ki yönetmen ile bizim yaşadığımız hayatlardaki fark, bu farkı yaratıyor.

Sahne tasarımı ile yaratılan görsel ağırlığın, özün algılanmasını zayıflattığını düşünüyorum. (Bir an için oyunun düz bir sahnede oynandığını hayal edin. Bu kadar etkili olur mu? Seyirciyi “yakalayan”, içerikten önce biçim. Beğenilerin temelinde biçim var öncelikle. (Belki de sadece.)

Joseph K.’yı “bölen” yönetmen, bir de karakterin iç sesi, dış sesi, anlatan, yorumlayan, karşı karakter gibi değişken, atlamalı ve de tekdüzeleşen ses-söz ağırlıklı bir anlatım biçimini denemeye çalışınca bu kadar ağırlığı, “beden” taşıyamaz hale gelmiş. Uydurulan hareketler, sesler, jest ve mimikler sanki ilginç olmak için yapılmış.

Yönetmen, içine “düştüğü” metnin labirentlerinin farkında olduğu için yarattığı son derece anlamlı dekoruna ve “karakter parçalama” yöntemine rağmen romanı nerdeyse satır satır okuma izlenimi veren uygulamada “sahne dili”ni bulamamış.

Bu ifadem bazılarına anlaşılmaz gelebilir. En saçma gösteri bile kelime anlamında bir “sahne dili”ne sahiptir. Benim ifade ettiğim “sahne dili”, meramı anlatırken içerik ile bütünleşendir. Dolandırmaması, tekrar etmemesi, anlamlı bağlantılar içinde olması, açtığı parantezi kapatması, sahneler ve karakterler arasındaki dengeleri (süre ve ağırlık) koruyabilmesi, öz-biçim dengesini bulmuş olması vs. gerekir. Sanki önce biçim bulunmuş sonra metin, biçime uydurulmaya çalışılmış. Bence, Dava, bu anlamda başarısız. Durağanlığı giderme amacına yönelik görsel “çeşitleme”ler; sürenin ayarlanamaması ile ortaya çıkan ve “zorlama” duran biçimsel “atraksiyon”lar, özü zedelemiş. Bu çerçevede “Sessiz sinema” yorumu da Kafka’ya bir gönderme olarak konulmuş ama bu, gösterinin bütününde, olayı “hafifletmiş”. Ortaya parçaları güzel,“artistik” tarafı ağır, başarısı tartışılır bir uygulama çıkmış.

Gösterinin romandan yararlanan ama doğrudan bir roman uyarlaması kaygısı taşımadığını, bu nedenle de gösterinin isminin farklı olması gerektiğini düşünüyorum. “Yönetmen” ismi bu ayrımı vermiyor. Ayrı bir vurgulamaya ihtiyaç var.

Başka bir dilde dinleyip tercümeden takip etme zorunluluğunun yarattığı zorluk, Almanca edebiyatı “ihraç etme” amacı taşıdığı hissi veren bir gösteride, ancak kendisini o dile yakın hissedenlere sıcak ve kolay gelecektir. Beslendiği yerel öğelere “aşina”(?) olanlarca daha çok beğenilir bir gösteri ile karşı karşıyayız..

Dava gibi, nerdeyse yaklaşık 100 yıldır, her yönden ele alınmış bir başyapıtı bir de bu açıdan değerlendirme özgürlüğü ve olanağı, bu tür denemeleri yapma rahatlığı sağlıyor olmalı. Bu anlamda, Dava, adalet ve hukuk konusunda temel sorunlarını çözmüş bir ülke için bir “deneme”dir. Dolayısı ile “düzen”den ziyade “kişisel” bunalımın vurgulandığı bir yorum, önünde her gece yüzlerce seçeneği olan bir toplum için “hadi bu da olsun” rahatlığı ve keyfi ile yapılan bir deneme olarak “hoş” bir tasarımdır. Sunulan gösteri, Almanların, Kafka’nın Dava’sına ‘antik eser’ muamelesi yaptıkları gerçeğini değiştirmiyor. Öte yandan, Dava’nın genel algılanışına ait “ezber bozan” sahnelemenin Kafka olduğundan da kuşkuluyum. (Bu arada Almanya’da da seyircinin bu tür oyunlara “teveccühü” konusundaki tereddütlerimi belirtmem gerekiyor.)

Ama gerek sahne tasarımı gerekse oyuncuların performansında (ses ve beden) yakalanan başarıyı vurgulamadan geçemem.

Sanıyorum “17.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali programının “yıldızlarından”(?) Dava (Andreas Kriegenburg) oyunu seyircinin ilgisini çekti. 3 saatlik oyunun ikinci yarısında salondan ayrılanlar oldu ama salonda oyun sonunda çıkan yüksek “desibel”li alkış, ıslık ve çığlıklar duyulmaya değerdi. Ülkemizdeki bu tiyatro sever seyirci ile gurur duyduk (!) ” sözleri ile önce İKSV’yi sonra da kendilerini “kurtarmaya” yönelik haber, yorumlar okuyacağız. Bu seyirci desteği İKSV için bir “kanıt” sayılır!

Salonda gördüğüm atmosfere, genellikle ülkemizde sergilenen yabancı oyunlarda rastladığımı düşünüyorum. Tiyatrodan anlayan (!) bu seyircinin sezon boyunca nerede “saklandığını” merak ediyorum gerçekten. Dünyanın her yerinde bu “tür” seyircisi olan tiyatro bizimkisi gibi olmaz. (Onları bizim tiyatromuza da bekleriz!)

Bu “oyunun” salondaki “aktör”leri çeşit çeşit:

Anlamadan beğenenler! (“Bu kadar para verdim beğenmem gerek” diyenler. Beğenenlere bakıp geri kalmak istemeyenler. Ya da “dolduruşa” gelenler.)

Ülkesini çok sevenler! (Yabancılar bizi “cahil” sanmasın diye o kadar ses çıkaranlar.)

Dünya bilenler! (“Dünyada oyun böyle alkışlanır” diye aslında “kendilerini gösterenler”. Oyunun sonunu da o amaçla bekleyenler.)

İKSV’yi çok sevenler! (“İyi şey söylemezsek İKSV bize kızar. Gelecek festivalde bize “yer” vermez.” diyenler.)

Misafir sevenler! (“Gelenler misafir sayılır, iyi davranmak lazım.” diyenler.)

Ders verenler! (“Elin oğlu yapıyor, bizimkiler görsün de öğrensin” diyerek kendi gösterisine ön hazırlık yapanlar.)

Ders alanlar! (“Hocam git gör dedi” diyenler.)

İş çıkaranlar! (Yabancı topluluklara dekor, tercüme, ses düzeni, taşıma, geceleme, rehberlik, turistik tur vb. gibi hizmet verenler.)

Beğenmeyip gidenler – Beğenmeyip kalanlar! ( Neyi beğenmediler bilmem (!) ama kalanların gidenlerden farkı, sondaki “şenliğe” de tanıklık etmiş olmalarıdır. )

Bir de -bu yüksek desibelli sesi çıkaranlardan olsun olmasın- “beğenenler” var! (Onları açıklamaya gerek yok! Onlar kendilerini ve birbirlerini biliyor ve de gösteriyorlar zaten!)

Geçmiş “karne”sine baktığımızda, anlamadığı çok açık olan oyunlarda, oyun sonunda yerinden fırlayarak alkış ve çığlıklarını “fırlatan” “seyirci”mizin, güvensiz bir ortam yarattığını düşünüyorum. Pek çok seyirci sonradan okuyacağı yazılarla ne seyrettiğini anlayacak! O da “okursa”! “Standardı” belli olmayan tezahüratların kime yararı var?

 Yapılan, kendi oyuncularımıza ayıp! Doğrusu, bu abartılı “alkış, çığlık, ıslık kıyamet” ortamı, yerli tiyatroculara bir mesaj gibi geliyor bana. “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” misali. “Biz aslında tiyatronun iyisinden anlarız. Siz de yapın, sizi de alkışlayalım” demeye geliyor yani.

O zaman da oyun arasında yanı başımda, karşısına aldığı “öğrencisine”(?), ders verir gibi “Satır satır romanı okuyorlar sahnede. Biz seyirci sıkılmasın diye “neler” yapıyoruz. (“Neler” yerine başka bir şey söyledi ama yazılmaz.) Adamlar özgür. Dilediklerini yapıyorlar” diyen “ünlü” DT yönetmen-oyuncusunun sözlerini nasıl anlamalı ve bağlamalı? Oyunu mu beğendi yoksa yönetmenin “kafasına göre takılma” özgürlüğünü mü? “Kafasına göre takılabilse”, “Dava’nın beğenenleri “, onu da seyre katılır mı?

Bizim gibi, olmadık Dava’larla ömür geçiren ve tiyatronun insan hayatındaki yeri “eser” niyetinde olan toplum yurttaşları için, “farkın, farkına varmak” -oyunun tiyatral yorumundan bağımsız- daha üzüntü verici.

Ama, Dava’yı bir düzen sorunsalı değil “kişisel bunalım” açısından almaya/vermeye yönelik bulduğum gösterideki coşkun beğeni ifadeleri de iyi gelmiyor yüreğime.

Oyun sonunda çıkışa doğru yürürken coşkuyla sahneye odaklanmış, alkışlarını gönderen seyirci yüzlerini algılamaya çalıştım. Onların abartılı alkışlarının, çığlıklarının amacı Dava değildi diye hayal etmeyi tercih ettim..

melihanik.blogspot.com

 

Editörün Notu: Dava prodüksiyonu ile ilgili diğer yazı için aşağıdaki linki tıklayınız:

İnterdisipliner Bir Oyun Örneği: Dava / Piri Kaymakçıoğlu

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Melih Anık

Yanıtla