Gösteri Sanatları Bölgesi ve Toplumsal Değişim

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Türkiye tarihsel bir dönüşüm anında takılıp kalmış durumda. Artık bilinen dünyanın sona ermekte olduğu konusunda çok geniş kesimler mutabık durumdalar. Çok farklı fikir ve dünya görüşüne sahip pek çok kesimden insan aynı anda önümüzdeki dönemi anlamlandırmaya çalışıyorlar. Elbette yaşanan bu değişimi büyük umutlarla olumlayanlar olduğu gibi geleceğin çok da parlak olmadığını düşünen ve yaşanan değişimi tüm olanaklar kullanılarak durdurmak gerektiğini savunanlar da var. Ve şu anda bu tartışma anayasa referandumunda kilitlenmiş durumda. Bu referandumda “evet” oyu kullanacaklar söz konusu anayasa değişikliklerinin 12 Eylül’de tesis edilen vesayet rejiminin ciddi bir kan kaybı yaşamaya başlayacağını savunuyorlar. “Hayır”cılar ise AKP’nin bu değişiklerle beraber çok daha fazla elini güçlendireceğini ve kendi diktatörlüğünü kuracağını ileri sürüyorlar. 12 Eylül vesayetinden memnun olmayan ama AKP’nin şu anki projesinin de yeterli olmadığını düşünenler, özellikle de BDP’yi destekleyen Kürtler ve bir grup sosyalist de “boykot” kararını destekliyorlar.

Peki Türkiye bu denli büyük bir dönüşümün sancılarını yaşarken gösteri sanatları alanında faaliyet gösteren sanatçılar kendilerini nasıl konumlandırıyorlar? Türkiye’de yaşanan parçalanmışlık sanat dünyası içinde geçerli. Normalde düşünce ve ifade özgürlüklerinin rahatça yaşandığı ülkelerde “çoğulculuk” olarak algılanabilecek ve olumlanacak böylesi bir durum Türkiye söz konusu olduğunda maalesef sağlıklı bir tartışma ortamının şekillenmesine yol açmıyor. Çünkü bu basit bir hukuki tartışma olmaktan çok Cumhuriyet’in bugüne kadarki işleyişine tamam ya da devam denilmesini sağlayacak bir çekişme olarak görülüyor. Elbette ki sadece gösteri sanatları alanında çalışanları merkezine alan istatistikî verilere dayalı somut analizler yapmak şu an için zor ama bununla beraber bazı izlenimlerden söz etmek mümkün.

Gösteri sanatları alanında faaliyet gösteren kesimler içerisinde Cumhuriyet’in yarattığı rejimin savunucusu olan elit sanatçı tipolojisi oldukça büyük bir hakimiyet göstermekte. Görünen köy kılavuz istemez. “Mebus olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız” şiarını yürekten benimseyen bu kesime göre Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm kesinlikle karanlık bir geleceğe işaret etmekte ve Cumhuriyet’in yarattığı değerlerin savunulması hayati önem kazanmakta. Bunun en güzel örneği olarak Türkiye anayasa tartışmaları içine gömülmüşken yılan hikayesine dönen AKM mevzusu dışında hiçbir konuda tavır örgütleyemeyen tiyatrocular gösterilebilir. Buna şaşırmamak gerekir çünkü AKM kurulduğu yıllardan itibaren sanatı devletin sağladığı olanaklar içerisinde sürdürmeyi seçen elit ve -ideolojik ayrım içermeden- devletçi olarak nitelendirilebilecek bir sanatçı tipolojisinin bir numaralı kalesi olmuştur. Bu sembolik mekanın kaybedilmesi artık geri gelmeyecek ayrıcalıkların kaybedilmesi anlamına geleceğinden “hayır” seçeneğinin diğer bir varyantı olarak devreye sokulmaktadır.

Gösteri sanatları alanında ikinci bir güçlü eğilimin “boykot” olduğu görülmektedir. Ancak bu seçeneğin çok farklı biçimlerde temellendirildiği de ortadadır. Yani tek bir “boykot” yoktur. Gösteri sanatları alanında hiç de küçümsenemeyecek sayıda kişinin eğilimini temsil eden ve ana fikrini “politik olan her şeye her daim boykot” şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşımdan söz etmek mümkün. Sanatın hayatla kurduğu ilişkiyi sorgulamaya çalışırken bu ilişkiyi tamamen kopma noktasına vardıran marjinal bir tavır sergileyen bu kesimde de yaşanan dönüşümün nihayetinde AKP’nin statükosuna hizmet edeceğini düşünenlerin sayısının hiç de azımsanmaması gerektiği ortadadır. Dolayısıyla “apolitik bir tavır olarak boykot” seçeneğini benimseyen pek çok kişi gerçekte sandığa gitme iradesini gösterebildiğinde oylarının ne olacağını az çok kestirmek mümkündür.

Diğer bir kesim ise gerçekte politik arenada var olma konusunda net bir irade göstermeyi tercih ederken bu referandumda “boykot”u politik bir tavır olarak gündemine almış sanatçılardan oluşmakta -ki bu grubun da tek bir sese sahip olduğunu düşünmek doğru olmaz. Bu grup içerisinde Kürtçe sanat yapan grupların ağırlıklı bir yeri olduğu görülmekte. Muhtemelen BDP’nin son güne kadar sürecek tartışmalar sonucunda sergileyeceği eğilimler, pek çok Kürt sanatçının “evet” ile “politik bir karar olarak boykot” arasında gidip gelmesine neden olmaya devam edeceği ortadadır. “Politik bir tavır olarak boykot”u savunan diğer bir kesim ise AKP gibi bir sistem partisinin sunacağı seçeneklerden çok daha radikal bir dönüşümün mümkün olduğunu savunan sosyalistlerden oluşmaktadır. Bu sanatçılar özetle var olan politik sistemin özünde demokratik olmadığını, dolayısıyla referandum türünden sahte demokrasi oyunlarına alet olmak istemediklerini belirtiyorlar.

Yine gösteri sanatları alanından bazı kişilerin öncülüğünü yaptığı bir diğer grup ise “yetmez ama evet” diyenlerden oluşmakta. Bu grup popülist bir sistem partisi olarak AKP’den radikal dönüşümler beklemenin doğru olmayacağını ileri sürmekle beraber bu partinin 12 Eylül vesayetine dur deme konusundaki tavrının -kendi çıkarları gereği- samimi olduğunu düşünmekteler. Şunu baştan söylemek gerekir ki “yetmez ama evet” gösteri sanatları alanında “hayır” kadar güçlü bir sese sahip olamayacağı aşikardır. Çünkü bu kesim özellikle devletin sanatçıları ayrıcalıklı bir sınıf içerisinde hapsetmesine karşı çıkmakta ve bağımsızlıkçı bir tavır sergilemeyi uygun bulduklarını ifade etmektedirler. Sanat camiamızda devlet desteğinin hala önemli bir kriter olarak görüldüğü düşünülürse bu sanatçılar deyim yerindeyse akıntıya karşı kürek çekmeyi tercih etmektedirler. Buna paralel olarak 12 Eylül statükosunu koruyan anayasal zırhın delinmesinin siyaseti sivilleştireceğini savunmakta ve ancak bu bağlam içinde, yani arkası gelecekse “evet” demeyi tercih etmektedirler.

Tabii ki tereddütsüz biçimde “evet” diyen bir kesimin varlığını da hesaba katmak gerekir –ki bu kesim için iki sorulu bir referandumda “ama” seçeneği anlamsız ve gereksizdir. Bu anayasa değişikliği sonuçta vesayet rejiminin özelde yargı kanadının gücünü kırmaktadır ve kazanımları sadece AKP için değil, 12 Eylül rejiminden muzdarip tüm kesimler için olacaktır. Tabii ki “hayır”cı kesimin bunların iktidar tarafından satın alınmış belkemiksizler olduğunu düşünmesine de şaşırmamak gerekir.

Tüm bu tabloyu gözden geçirdikten sonra iki temel noktaya vurgu yapmak önem kazanıyor. Öncelikli olarak yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığımız tablo Türkiye’nin yaşadığı politik kaos içerisinde politik bir dille ortaya konmuş tercihleri özetlemektedir. Oysa sanatçılardan asıl beklenen bu değişimin farklı veçhelerini sanatsal bir dille dönüştürerek toplumsallaştırmalarıdır. Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm içerisinde gösteri sanatları bölgesinin asıl doldurması gereken boşluk bu gibi gözükmektedir. Şu an için tüm bu gürültü ve toz duman içerisinde sanatsal olanın sesinin bu kadar cılız duyulması hepimizin dert edinmesi gereken bir gerçeklik değil mi? İkinci bir nokta ise ütopik bir dileği her şeye rağmen seslendirme ihtiyacından doğuyor: Tüm sanatçıların bu denli özgürlüğe, bu denli farklılıkların yanyanalığına, bu denli ifade özgürlüğüne ihtiyaç duyduğu bir ortamda neden sanatçılar yeni bir anayasa taleplerini güçlü ve alternatif bir biçimde dile getirmede daha ısrarcı olamıyorlar? Oysa “toplumun kendini özgürce ifade edebileceği, farklılıkların bir arada onurla yaşayacağı ve kültür sanat alanı dahil ifade özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kalkacağı yeni bir Türkiye için yeni bir anayasa” sloganı etrafında güçlü bir ses ortaya çıkarmak bu denli zor olmasa gerek.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: EDİTÖR

Yanıtla