Romandan Tiyatroya Savaş ve Barış

Pinterest LinkedIn Tumblr +


Savaş ve Barış’a ait notların birinde Tolstoy, kitabın bir roman olmadığını bir şiir, ya da bir tarihî günce de sayılamayacağını, bunun yeni bir ifade biçimi olduğunu ve “yazarın anlatmak istediklerine uygun olarak tasarlandığını” söyler[1]. Tolstoy’un yapıtı “bir roman yorum üreten bir makinedir” (Un roman est une machine à générer de l’interprétation) diyen Umberto Eco’nun öngörüsünü ziyadesiyle karşılayan bir sözce’ye (énonciation) denk düşüyor. Zira Tolstoy’un biçemi tüm sınırların dışında kendi zamanını dokuyan teatral bir temsil biçimine kapı aralar. O yüzden Savaş ve Barış güçlü bir roman olmasının yanında bir sanatçının ustalıklı ellerinde vücut bulmuş, insanî toplumsal gerçekliğin tüm söylem kipleriyle alımlandığı bir felsefe metnidir aynı zamanda.

Yapıtlarında “nesnelerin birliği”nin Tolstoy’daki kadar zengin, bu kadar tam olduğu bir başka modern yazar daha olmadığını düşünen[2] Georg Lukács için de Savaş ve Barış’ın epik-lirik dolayımı öncelikli yapı birimini oluşturur. Yaşamın bütünlüğünün epik olarak verilmesi, dramatiğin tersine, yaşamın dış görünümlerinin verilişini insan yaşamının herhangi bir alanını yapan en önemli nesnelerin epik-şiirsel dönüşümünü ve böyle bir alanda zorunlu olarak geçen en tipik olayları kaçınılmaz bir şekilde içermelidir. Hegelyen epik form, tam da bu bağlamda, Savaş ve Barış’ın her satırında karşılığını, lirizmini, şiirselliğini ve teatral temsil biçimlerini bulabileceğimiz üç temel koyut üzerinde şekillenmiştir: Epik, şartların ve ilişkilerin bütün genişliği içinde ifadesini bulması gereken bir edimin gerçekleşmesini kendine konu edinir. Şartların ve ilişkilerin bütün genişliği içinde bir ülkenin ve çağın total dünyasıyla bağlantılı, zengin bir olay olarak bir edimin olmasını kendine konu edinir. Daha sonradan katı dinsel doğma veya sivil ve ahlaki yasa haline gelen her şey, zihnin yaşayan bir tutumu olarak bu tekil bireyden ayrışmış olarak kalır. Şüphesiz Hegelyen epik tümlüğün Tolstoy’daki tek karşılığı bu belirlenimlerle sınırlı değildir. Bu sınırsızlık Savaş ve Barış’ın tematik yapısını bütünleyen nesne, olay ve yaşam alanı ekseninin tüm romana yayılan bir doku içerisinde veriliyor olmasında yatmaktadır.

Savaş ve Barış her yönüyle karakterlerinin birer arzu taşıyıcısı olduğu bir yapıttır. Her ne kadar farklı kesitlerde ilerlese de Andrey’in, Piyer’in, Nataşa’nın arzuları gerçekte çökmekte olan bir sınıfın derin bunalımlarının ilk habercisi olma özelliğini taşır. Romanın asal karakterlerinden olan Piyer ile Andrey yaratıcıları Tolstoy gibi hep bir iç dinginliğini ararlar, her ikisi de ölüm ve hayat sırlarına cevap isterler, ama ne ötekini ne berikini bulamazlar; bunun dışında bu iki insan birbirine hiç benzemez. Andrey’in yazgısı ona her türlü zorunluluğun ve içe kapanmanın dayattığı bir yazgıdır. Bağlı olduğu sınıfsal yapı, tıpkı Piyer’in dönüşümünde olduğu gibi, tüm güç uygulayımları ile Andrey’e bir yerlere ait olamama duygulanımını daha da güçlendirmiştir. Andrey’in reformist düşüncelerinin karşılığını bulduğu uzam tam da tüm aidiyetini yitirdiği Rus aristokrasisidir. O yüzden Tolstoy, Savaş ve Barış’ta tüm karakterlerine egemen olan yapıyı, onların yaşamlarını kendi zamanlarından aşırarak, dilin içerdiği tüm soyutlamalardan ve sözün çizdiği tüm sınırların da ötesinde zamanı aşacak bir şekilde betimlemiştir. Bu zamansal döngü Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta kurmaya çalıştığı tarih felsefesinin de trajik özünü oluşturur.

Savaş ve Barış’ta Tolstoy iyiliği yaşamla değiş tokuş etmenin mümkün olduğunu inkâr etmekle yetinmez; böyle bir değiş tokuşun doğaya karşı olduğunu, yanlış ve yapmacık olacağını düşünmeye kadar işi vardırır; velhasıl, her kim olursa olsun, hatta insanların en iyisi bile olsa, sonunda itiraz eder[3]. Tolstoy insan yaşamını tasvir etmekle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda, yargılar. Üstelik insan yaşamını, ne merhamet ne de öfke taşıyan sakin ve yansız bir yargıcın yaptığı gibi değil, davanın sonuyla derinden ve tutkuyla ilgili bir insan olarak yargılar.

Tolstoy’un kahramanları, çevrimsel koşullarına egemen olan Kapitalizm’in yarattığı dünyaya ve onun tüm alçaltma ve sömürülerine karşı bir savaşımın aktörleridir. Tolstoy’un kahramanlarının savaşımı ve yenilgisi, bu anlamda, trajik çevrimin genel hatlarına dahil olan bir uzamda yer alırlar. Bu ise tamamen hatları Tolstoy’un büyük eserinin içerisinde gizli olan trajik gerçekçiliğin zamansal çevriminden başka bir şey değildir. Tolstoy’u Batı Avrupa yazarlarından ayıran en temel özelliği, gerçekçiliği toplumsal ve tarihsel nüvelerinden ayrıştırmayarak onu insansal gerçekliğin bir öznesi haline getirmesinde yatmaktadır.

Trajik gerçekçiliğin Tolstoy’un yapıtında bu şekilde açığa çıkması onun tüm diğer söylem biçimlerine ve metinsel yapılarla arasındaki koşutluğunun somutlaştırılmış bir edimi olarak bir oyun düşüncesinde mevcudiyet bulmasına olanak sağlar. Tolstoy’un epik-lirik yapıtını Erwin Piscator’un Politik Tiyatro’su ile birlikte okumak kanımca hem metinsel olana hem teatral olana hem de tarih felsefesine yeni bir bakış kazandıracaktır. Bu bağlamda Politik Tiyatro’nun kurucusu Erwin Piscator’un Savaş ve Barış[4] uyarlaması da Marxist estetiğin temel öncüllerine hiç de aykırı düşmeyen Tolstoy’un yapıtını organik bir bütün içerisinde sahneye taşımıştır. Zira Piscator kendisini şimdiye kadar gelmiş olan tiyatro deneyimlerinden ayıran şeyler neyse aynı özgüllüğü Tolstoy’un yapıtında da bulmuştur. Lenin’in Tolstoy’u “Rus devriminin aynası” olarak adlandıran bakışı da gerçekte Tolstoy’un büyük yapıtına nüfuz eden toplumsal yapının ve ilişkilerin insansal gerçekliği belirleyen ve dönüştüren özelliğiyle bütünleşik bir yapıda ele alınmasıyla vücuda gelmiştir.

“Bizim için sahnede çizilen insan, toplumsal bir öğe olarak anlamlıdır. Temel olan ne kendisiyle ne  tanrıyla ilişkisi değil, toplumla ilişkisidir. Ne zaman  görünse sınıfsal ve toplumsal konumu da onunla birlikte yerini alır”[5] diyen Erwin Piscator, Savaş ve Barış’ı oyunlaştırırken hem kendi sahne tekniği hem de kendi ideolojik alımlamasına uygun olarak pek çok şeyi değiştirmiş, pek çok karakter ve durumu da doğal olarak sivriltmiştir. Bu durum da nihayetinde bu oylumlu yapıta birebir sadık kalmaktan uzaklaştırmıştır Piscator’u. Pek çok şeyi sahne mantığına ve teatral anlatımın ekonomisine göre düzenlemiştir. O yüzden romanın asal karakterleri de dahil pek çok durum Piscator’un tercihlerine göre şekillenmek zorunda kalmıştır.

Romanın asal karakterlerinden biri olan Piyer Bezukov ve Andrey Bolkonski’de bu durumu net bir şekilde görmek mümkündür. Tolstoy’un Piyer’i budala ve yufka yürekli biridir. Hep ideal barışa ve merhamete bir özlemi vardır, saf ve garip biridir. Çoğu zaman neye inanacağını bilemez, kimi seveceğini bilemez; kararsız, kaypak ve sersemdir. Piscator’un Piyer’i idealist olmasına idealisttir kafası karışıktır fakat her şeyden önce dost canlısı bir insandır, divane biridir; tek dostu Andrey için her şeyi göze alabilen birisidir. Hatta Piyer bu uğurda eline hiç silah almamış birisi olarak düelloya bile girer. Fakat bu düello sahnesi romanda Piyer’in karısı için girdiği bir düellodur.

Keza Tolstoy’un Andrey’i gergin, şeytani ve gururlu bir karakterdir. O da dostu Piyer gibi hep bir arayış içerisindedir. Yaşama zevki vardır, karısı Liza’ya bir çocukmuş gibi davranır ve hiç önemsemez, pragmatist, zalim ve şüphecidir. Andrey duygularını ironi ile gizlemesini çok iyi becerir. Fakat yüreğine hiçbir zaman güvenmez. Hırslıdır, savaş onun kendisini kanıtlaması için bir araçtır yalnızca. Oysa Piscator’un Andrey’i biraz daha temiz duygularla yüklüdür, Nataşa’ya duyduğu aşk gerçek bir aşktır. Köylülerden yanadır, zira Piscator burada sınıfsal ayrımı vurgulamak zorundadır, onun için de Andrey bu köhne ilişkilere karşı duracak bir figür olarak fazlasıyla sivriltilerek işlenmiştir.

Oyunda belki de romana sadık kalarak değiştirilmeyen tek karakter Prenses Mariya’dır. O zalim babasının gölgesinde tatlılık ve teslimiyet hissi yayar tüm roman boyunca. Tolstoy için Mariya eskisi gibi kalan tek ruhtur. Sonsuza, ebediye ve kusursuza dönük tek tip. Piscator, Tolstoy’un Mariya’ya yüklediği tüm bu özelliklere rağmen onun bu özgül ruhunu yine de Tolstoy’un amaçladığı doğrultuda kullanmamayı yeğlemiştir.

Tolstoy’un en neşeli en tutkulu karakterlerinden biridir Nataşa. Kimseye aldırmayan, inatçı yapısıyla Nataşa hep müşfik bir iyimserlik havası yayar tüm roman boyunca. O herkesçe sevilen, gururlu, kendine güvenen, uyumlu ve yaptığı her şeye bedenini ve ruhunu veren bir yapıya sahiptir. Onun çocuksu bir kucaklaşmaya hazır çıplak kollarının sıcaklığını Andrey de dahil herkes farkındadır. Kolayca gönlünü herkese kaptırabiliyor Nataşa, fakat Piscator’un Nataşa’sı Andrey’e tutkuyla bağlı bir aşıktır. Romanda daha çok ağır başlılığıyla tanıdığımız Nataşa’nın annesi Kontes ve Andrey’in babası Prens Bolkonski ise kişilikleri Piscator tarafından en fazla sivriltilen karakterlerdir. Piscator’un sınıfsal ayrımı güçlü bir şekilde verebilmesi için bu kişiliklerle oynamaktan başka bir çıkar yol da yoktur aslında.

Beş soylu ailenin öyküsü ekseninde soyluların, köylülerin, subayların, askerlerin, kent ve kır yaşamının harmanlandığı böylesi bir yapıtta sözün uzayıp giden özgüllüğü içerisinde imgelemini yitirmiş pek çok durumu bir ressamın dokunuşundaki maharet ve sadelik içerisinde oluşturmayı bilmiştir Tolstoy. Romanın gerçekliğinden taşan varoluşun şiiri teatral dilin büyülü dünyasında yeni bir lirizme kavuşmuştur artık. Savaş tarihsel bir gerçeklik olarak kişilerin ve şeylerin özdeşliğini ve kimliğini parçalar ve onları indirgemeci bir bakışın  içerisinde eritir. Savaşın insan ilişkilerini çarpıtan ve son eylemi, sonucu önemli hâle getiren yönü hem bir roman hem de bir tiyatro olgusu olarak Savaş ve Barış’ın tematize ettiği gerçeklik bilgisinin içerisinde eriyip giden bir “son” olarak belleklerde yerini alır.

Savaş ve Barış dolayımında roman ve tiyatro ilişkisini açımlamak, yazınsal metnin ve teatral dilin temsil biçimlerinin göstergelerine müdahil olmak hem okuru hem de izleyeni kuşatacak yeni görme biçimlerinin ekonomisine davet eden bir bakışa kapı aralamaktadır. Bu kapıdan içeri girmek Tolstoy’un betimlediği o devasa insanlık durumunun sadece rüzgârın alıp götürdüğü ve güneşin soldurduğu çayır otlarından ibaret olmadığını da kabullenmek demektir. Her satırında varoluşun şiirini belleklere kazıyan bir roman olarak Savaş ve Barış’ın sahnede açığa çıkarttığı gerçekliği de bu şiirin onsuz olunmaz geçmişini hatıraya sunan bekleyişinde aramak gerekecektir.

Bu yazı Hece dergisinin Şubat 2009 tarihli 146. sayısında yayınlanmıştır.


[1] Troyat, Henri (2005): Savaş ve Barış, çev. Özge Özgüler, (Lev Tolstoy, Savaş ve Barış, cilt:1 içinde, s.7-24.), İstanbul: İletişim, s.11.

[2] Lukács, Georg (1987): Avrupa Gerçekçiliği, (çev. Mehmet H. Doğan), İstanbul: Payel.

[3] Chestov, Lev (2007): Nietzsche ve Tolstoy’da İyilik Fikri, (çev. Işık Ergüden), İstanbul: Versus, s. 16.

[4] Tolstoy, Lev (1994): Savaş ve Barış, Oyunlaştıranlar: Erwin Piscator, Alfred Neumann, Guntram Prüfer, (çev. Cevat Çapan), İstanbul: Mitos Boyut.

[5] Piscator, Erwin (1985): Politik Tiyatro, (çev. M. Ünlü-S. Güney), İstanbul: Metis, s. 200.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ahmet Bozkurt

Yanıtla