Tiyatrocunun Açmazı ve Maymunlaşma

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bir belgeselde izlemiştim. Ormana terk edilmiş çocuklar, bulunduklarında gözleri, kulakları yenmiş bir durumda, maymun gibi bedensel hareketler yapıyor, maymun gibi sesler çıkarıyordu. Ormana terk edilen çocukları bulan maymunlar ilk anın merakıyla çocukları keşfederken (?) talihsiz kazalar meydana geliyor daha sonra içgüdüsel bir şekilde çocuklara sahip çıkıyor, onları büyütüyorlardı. Öğretmeni maymun olan insan, bir daha asla iflah olmuyor azıcık bir şey öğrense bile hayatının geri kalanını maymun olarak geçiriyordu.

TV’lerdeki dizilere baktıkça bu belgeseli hatırlıyorum. Bir fikir sahibi olmak için dizinin tümünü seyretmek de gerekmiyor, birkaç sahne yetiyor. Hatta yan yana 5 ekranda 5 diziyi aynı anda seyredebilirsiniz. (Aslında bir gecedeki dizileri yan yana koyun hepsini izlemek mümkün diyeceğim ayıp olacak!) Ben denk düşerse ve de dayanabilirsem bazı dizilerin ilk bölümünü reklam arasına kadar seyrediyorum. (İlk bölümde ilk reklam arasına kadar RTÜK kuralı geçerli değil!) Daha sonraları zaplarken dizi karşıma çıkarsa bir-iki dakika bakıyorum. Görüntüsü ve de bir iki diyalogundan bakmaya değmeyecek olduğu kanıtlanmış olanlar kapsama alanım dışında. Tiyatrodan çok ünlü ya da “çınar” bir oyuncu diziye girmişse, mutlaka bakıyorum. Nasıl “düşmüş” diye. Kurtarıcı diye girdiği dizi birkaç bölüm sonra yayından kalkınca birden suçlu durumuna düşenleri de gördüm. Anladım ki, oyuncu, girdiği dizinin nerden geldiğini, nereye gittiğini benim kadar bile bilmiyor.

Dizilerin hikâyeleri oradan buradan toplama. Haftalık olarak yönlendiriliyor. En “saf” bir bakışla değerlendirirsem, “rating”e göre rol büyüyor, küçülüyor, yön değiştiriyor; hatta karakter kendi içinde bile tutarlı ve geçmişine bağlı olmak zorunda değil. Kesin olan bir şey var ki bizdenmiş gibi görünen karakterler ülke meseleleri ile ilgilenirmiş gibi yapıyor ama ilgilenmiyor. Ülke başka yerde, diziler başka yerde.

Bana öyle geliyor ki yapımcılar roman, film, hikaye, tiyatro oyunlarından beğenilen sahneleri dizi için yeniden yazıyor, bir araya getiriyorlar. Yani oyuncu Shakespeare’ce deliriyor, Fellini’ce coşuyor, Kerime Nadir’ce seviyor, Herodot’ça anlatıyor, Agatha Christie gibi katlediyor… Yılmaz Erdoğan gibi şiir, Sezen Aksu gibi şarkı, Kafka gibi aforizma döktürüyor. (Ama gerçeklerinin karikatürü gibi.) Ortaya her topluma, zamana, sınıfa, yere uyan bir senaryo çıkıyor. Bir dizi senaryosunu hiçbir şeyini değiştirmeden köyde de, şehirde de çekebilirsiniz. Bir oyun hayal edin: Sahne ikiye bölünmüş. Bir yanda köy odası diğer yanda şehir salonu. Oyuncu bir tarafta rolünü bitirip, elbisesini değiştiriyor ve yan sahneye geçiyor aynı replikleri söyleyerek orada başka bir karakteri (?) oynuyor. Saçma ama çok “güldürür”. Saçma ama bizim dizi senaryoları ile mümkün. Dizilerdekilere “karton” karakterler bile diyemiyorum. Zira kartonun bile bir kalınlığı var.

Bazıları derinlik katmak için yaptıkları dizileri kara tahtası ve tebeşiri eksik “okul” haline getirmiş. Dizi ile seyirciyi eğitecekler, akıllarınca. Aslında bana öyle geliyor ki yapımcı yaptığının farkında ama bu yolla vicdanını rahatlatıyor, toplumda bir tür “saygınlık” modeli oluşturuyor.

Dizilerde “zarflanan” reklâmı ve yönlendirmeyi, örneklemeye yazılar yetmez. Belki oyuncunun kendisi bile neye alet olduğunun farkında değil. Hele de paranın sıcaklığı ile ısınmakla yetiniyor ve diziyi seyretmiyorsa. Hele de haftanın 7 günü gece gündüz bu saçmalığın içinde yuvarlanırken okumaya, görmeye, dinlemeye vakit ayıramıyorsa işi daha da zor. Ama diziden iyi para kazanılıyormuş. Bölüm başına aldıkları söylenen para bir yıllık üst kademe memur maaşı. Babanız ölünce oyun iptal etmeye de yarar.

Ama oyuncudan beklenen görevler var. Dizi arkadaşına bir süre “âşık olacak”, sevgilisinden ayrılacak, kaçacak, yakalanacak, hastalanacak, iyileşecek, meslektaşına saldıracak, küfredecek, özür dileyecek, fırt-zırt TV’lerde görünecek, fotoğraf çektirecek, sarhoş gezecek kısaca “ortalarda olacak” ve “rating”e hizmet edecek. Hiç gerek yokken manşet oluşturacak, sonra oltasına düşenleri ağından toplarken bir daha manşet olacak. Bu arada nereye gittiği bilinmez “şak-şak”lı tokatlarla (?) mecra değiştirecek.

Yapılan bu “şeyler” aslında sanatın içini boşaltıyor. Seyirciyi de yanlış yönlendiriyor. Seyirci her gördüğünü “çoook iyi oyuncu”, sanatı da dizideki gibi bir şey sanıyor, “sit-komdan-efsane” yaratıyor. Dizide amaç, seyirciyi ekrana “kilitlemek”, bu arada da reklâmı “yutturmak”. Bu yemek yedirmek zorunda olduğunuz çocuğunuza yaptığınız şaklabanlıklara benziyor.

Birileri bu toplumu cahilleştiriyor diyeceğim ama elimde yeterli delil olmadığı için diyemiyorum. Ayrıca yapımcılara, yönetmenlere, senaristlere, oyunculara bakıyorum hepsi toplumda bir yer işgal eden “akıllı başlı” adamlar! Mutlaka bir bildikleri vardır!

TV dizilerinin “ağır top”ları, tiyatromuzun ünlü sanatçıları. Genel Sanat Yönetmeni, yönetmen, oyuncu, çınar-çaylak, okullu-okulsuz, patron-emekçi, nihilist-fanatik, sempatik-estetik, komik-trajik, epik-dramatik, ağzı temiz-pis, Brecht’çi-Stanislavski’ci fark etmeden koşa koşa “beyaz cam”da boy gösteriyor.. Beyanlarına bakılacak olursa hepsinin gönlünde tiyatro yapmak var. Bu uğurda fedakârlık yapılarak dizilerde oynanıyor, kazanılan tiyatroya yatırılıyor. Diziden üstlere sinmiş sığlık, kader olmuş bir alışkanlıkla diziye benzeyen oyunlarla tiyatroda temizlenmeye çalışılıyor. Aslında diziden gelen para oyuncuyu “konuşturuyor”.

Bu durum, birbirini besleyen fasit daireler halinde bir sarmal. Tutan bir dizide oynayan oyuncunun tiyatroda oynadığı oyun daha çok seyirci topluyor. (Tiyatroda “koltuğu” var!) Tiyatrocular oyun kadrolarını yaparken adı dizilerle duyulmuş oyuncuları sahnelerine çıkarıyorlar. Dizisi bitenin “kapalı gişe” oynayan oyunu da bitiyor nedense. Bitmesin diye gereken “yakıtı”, diziler sağlıyor.

Hatta bazı tiyatroların sahnesine çıkardığı oyuncuya aç kalmayacak kadar ödeme yaptığını ama dizide oynama sözü verdiği dedikodularını duyuyoruz. Yani sistem çift yönlü işliyor. Tiyatrolar da dizilere oyuncu hazırlıyor, beğendiriyor! Bunun tiyatroya yansıması ise tam bir felaket!

Siz de tanık olmuşsunuzdur, gittiğiniz oyunlarda kulağınıza çalan fısıltılarda, seyirci, seyrettiği diziden tanıdığı “oyuncunun canlısını” görmek için geldiğini söylüyor. Sahnedeki sanatçı da dizide canlandırdığı karakteri oyunun bir yerine “çakıveriyor”. Herhalde bu da seyirci, “yabancılık çekmesin” diyedir. Olan oyuna oluyor.

Dizilerin ve de anlı şanlı oyunculara yaptırılan şaklabanlıkların düzeyine bakınca tiyatrocular adına üzüntü duyuyorum, bu kadar dumanlı bir hava içinde nasıl yaşıyorlar diye. Ama asıl üzüntüm tiyatronun içine düştüğü açmazdan kaynaklanıyor. TV dizilerinde “uyutulan” seyircinin tiyatrosuna gelmesini bekliyor tiyatrocu. Gelmediğinde de yakınıyor. “Bu halk komiklikten hoşlanır, gülmedi mi oyuna gelmez” klişelerinden geçilmiyor. Aslında “uyutma” operasyonun “inandırıcı” araçlarından biri olan tiyatrocunun sorumluluğu da var olanlarda. “Efsane” yapılmış oyuncunun saygınlığını kullanıyor diziler ve de programlar.

Olayın bir boyutu da şu: “Tutan” bir dizide 36, 46, 56 vb bölüm oynayan oyuncunun “damarları” tıkanmaya başlıyor. “Para”landıkça, ”paralanıyor”, dumanlar içinde kayboluyor! Hem oyunculuk yeteneklerini kaybediyor hem de zihinsel bakış açısını. Gözünü, kulağını ve belki de beynini kaybetme aşamasına geliyor. İçinde bulunduğu düzen, onu zehirlemeye ve uyutmaya başlıyor. “Maymunlaşma” başlıyor yani. Ağzından çıkan anlaşılmıyor. Sahneye çıktığında ise içine düştüğü bu durumun acısını hem kendisi çekiyor hem de seyirciye çektiriyor.

Bir taraftan da oyuncunun kendini gösterme tutkusu var. Oyuncu sanatını göstermek, salt oynamak için önüne çıkanı kabul etmek zorunda kalıyor, dizinin içeriğine aldırmadan her rolü oynuyor. (“Parasını ödüyorlarsa oynamayan salaktır” diyor herhalde!) Ama klişe oyunculuk ve derinliği olmayan karakterler oyuncuyu “bitiriyor”.

Elbette tiyatrocunun tek başına yapacağı şeyler sınırlı ayrıca da toplumu “adam etmeyi” tek başına tiyatrodan beklemek, tiyatroculara ihale etmek de insafsızlık olur. Zira onlar da yaşamak, yaşatmak zorunda. Onlar da çocuk yetiştiriyor. 5 yıldızlı oteller, havuzlu villalar, markalı çantalar onların da hakkı. Tahta valizle otelde rehin mi kalsın! Tüm oyuncuları aynı torbaya koyarsak haksızlık etmiş oluruz. Aralarında “kötünün iyi”sini seçmeye çalışanlar da var. Ama hepsi aynı kapıda eninde sonunda buluşuyor.

Ormana terk edilenlere “kader kurbanı” diyelim de maymunlaşmayı karakteri haline getirmiş, dumanlı havaya bağımlı hale gelmiş “çınar”lara ne diyelim?

melihanik.blogspot.com

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Melih Anık

Yanıtla