Yeni Kadın ve Modern Dans

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Isadora Duncan, Ruth St.Denis ve Martha Graham’ın modern dansta gerçekleştirdikleri radikal değişiklikler, yarattıkları yeni estetik bir bakıma Avrupa yüksek kültürüne, bu kültürün içinde yeralan klasik baledeki aristokratik zarafetin ifadesine, yapaylığına, abartılarına tepkiydi. Onların dansı aynı zamanda yeni kadının kimlik mücadelesine, bedenin özgürleşmesi hareketine koşut olarak gelişmişti.

Onlar, Avrupa’da 20. yüzyıl başlarında dansın biçim ve içeriğini yeniden düşünürken pagan çağların yabanıl estetiğine döndüler; çünkü, Havelock Ellis’in de belirttiği gibi, Hıristiyanlık öncesinde pagan halklar her vesileyle dans ediyorlardı, dans onlar için kendilerini ifade etmenin asli yoluydu. Dansın ritmini doğada buluyor, bedeni saf duygusal anlatım için kullanıyorlardı.

Antik dünyanın Dionysusçu kültüründen, Doğu’nun kültüründen beslendiler. Coşkunun ve geleceğin tanrısı, dans eden tanrı Dionysus modern toplumun sınırlamalarından ötesine geçmeye, püriten kültürün yasaklarını ihlal etmeye yüreklendiriyordu. Dionysusçu esrikliğin biçimlendirdiği meydan okuyuşla Apolloncu statik, simetrik, kusursuz beden anlayışına karşı çıktılar. Ekstatik bedenin dansı zihinsel bir durumu, ruhsal bir evreyi ifade etmenin yanı sıra iç sesi dışavurmanın, iletişim kurmanın da yoluydu.

Duncan dersini British Museum’da çalıştı. Orada antik Yunan’da hayat, sanat ve ritüeller üzerine araştırma yaptı. Orman perileri bakkhalar gibi dans ediyordu, çıplak ayakla. Ona göre Nietzche dans eden tanrıya inanmakla kalmamış, kendi de dans etmişti. “Dans eden ilk filozof”tu Nietzche; aynı zamanda, “dansın önemli teorisyenleri arasında”ydı.

Ruth St. Denis, Doğu’ya yöneldi. Esinini daha çok orada buldu. Eski Hint geleneklerini, Mısır’ın gizemlerini canlandırdı. Sarah Bernhardt’ın oyunlarında trajik yazgıyı vurgulamak için başvurduğu melodramatik stilinden de etkilenmişti. Dans etmeye egzotik kostümler içinde vodvil kulüplerinde, hatta, eğlence dünyasının en alt kademesi sayılan on sent müzelerinde başlamıştı. Giderek dans ve spiritüel olan arasındaki yakınlığı vurguladı. Bütün sanatlar da mevcut olan kutsal özü açığa çıkarabilmek amacıyla St. Denis Dinsel Sanat Kilisesi’ni kurdu. Bireyin bir mikrokozmos, minyatür bir evren olduğunu, insanın özünde tüm evreni taşıdığını düşünüyordu. Dans eden insanın yaptığı gerçekte içindeki evreni yansıtmak, dışavurmaktı. St.Denis’in biyografisini yazan Suzanne Sheldon çok haklı olarak, Duncan’ın evrende ben’i aradığını, St.Denis’in ise ben’de evreni bulduğuna dikkat çeker.

St.Denis aslında Eski Mısır’a dönmekle dansın en derin köklerine inmişti; çünkü, Duncan’ın Yunan vazolarında gördüğü ve antik Yunan’a özgü olduğunu düşündüğü figürlerin, hareketlerin derin kökleri aslında eski Mısır’a, “siyah Atina”ya uzanıyordu. Dans kutsal gizemlerle ilk kez Mısır’da kaynaşmış, oradan Akdeniz dünyasına yayılmıştı.

St.Denis ve kocası Ted Shawn’un kurdukları okulda, Denishawn’da yetişen koreograflardan biri de Martha Graham idi. Freud’un bilinçaltı, Jung’un arketipler, Nietzsche’in Dionysuscu kültür konusundaki düşüncelerinden etkilenen Graham da pagan geçmişe döndü. Klasik balenin formunu, stilizasyonunu olduğu denli genelde peri masallarını çağrıştıran içeriğini de reddetti. Mitik ve dramatik yapıtlar yarattı, antik çağın tragedyalarını ele aldı. Gündelik hayatın sıradan hareketlerini, üzerinde hiç çalışılmamış, provası yapılmamış hareketleri dansın içine kattı. Dramatik gerilimi vurgulayabilmek için gövdeyi eğip büküyor, kavisler çiziyordu. Hızla yere düşüyor, yerde yuvarlanıyor, yerçekimiyle oyun oynuyordu. Yüreğin Mağarası’nda, Aaron Copland ile birliği yaparak Medea tragedyasını yeniden ele aldı. Kıskançlık ve intikam duyguları içinde sevdiklerini, çocuklarını öldüren bütün tragedyalardaki kadınlar arasında en acımasız, en tüyler ürpertici olanını canlandırdı. Duyguları ön planda tuttu, “biçim duygudan doğar” diyordu. Bedenin hareketlerini mekanikleştirdiği gerekçesiyle tekniği pek önemsemedi.

Duncan, St.Denis ve Graham danslarındaki sıçramalar, kasılmalar aniden ve hızla yere düşüşlerle klasik bedenin simetri ve uyumunu reddediyorlardı. Onların ekstatik ve histerik bedenleri yirminci yüzyıl başından itibaren cinsel özgürlük talebinde bulunan, haz hakkı için direnen yeni kadının arzu yoğunluğundaki duygularını temsil ediyordu. Bunun yanısıra 1960’larda yeni dalga feminist harekete, cinsel özgürlük hareketine paralel olarak gelişen avangard dans da onlara çok şey borçludur. Ama bu arada modern dansın bu asi analarının oğlu Merce Cunningham’ın Black Mountain College’de John Cage ile işbirliği içinde geliştirdi yeni anlayışı da anmak gerekiyor.

Cunningham’ın koreografisinde roller, görevler kadın erkek farkı gözetilmeksizin dağıtılıyordu. Cunningham dansın her zaman mutlaka bir öykü anlatması gerekmediğini, dansın pekala anlatısız ve izleksiz olabileceğini vurguladı. Anlatısız bir form içinde çoğu zaman androjen figürler öne çıkıyordu. Martha Graham’ın topluluğunda dans etmişti, ama onunkinden farklı bir anlayışı benimsedi. Klasik bale eğitimi de almıştı, klasik baleden bütünüyle kopmadı, bazı ilkelerini benimsedi. Bütün bunların ötesinde, Cunningham bedeni cinsiyetsizleştirdi. Androjen figürlerin saf hareketlerine dayalı bir koreografi yarattı.

Yukarıda özetlediğim bu yenilikçi çabalar, deneyci girişimler (NYC) Washington Meydanı Parkı yakınlarındaki Judson Kilisesi’nde ikinci dalga feminizmin, Vietnam savaşı karşıtı hareketin yükseldiği yıllarda gerçekleştirilen etkinlik ve çalışmalar üzerinde büyük ölçüde etkili oldu. Farklı grupları içeren bir meta-komünite niteliğindeki Judson’da kadınlar ağırlıktaydı. Feministlerin savunduğu, talep ettiği pek çok şeyin hayata geçtiği bir mekandı burası. Judson sanatçıları feminist hareket içinde aktivist olarak da yer alıyorlardı.

halilturhanli@hotmail.com / 07 Eylül 2010 /

Kaynak: http://www.birgun.net/

Paylaş.

Yanıtla