Kusturica’ya Linç:Çifte Standarttan Kim Ölmüş!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Emir Kusturica’yı hedef alan kampanya, “kolektif narsisizm”in bu ülkede ne kadar tehlikeli boyutlara ulaştığını gösterdi. Bunun çözümlemesi psikanalizin alanına girer; ama bu vakayı Türkiye’de tırmanan linç kültürünün tipik tezahürlerinden biri olarak ele almak ve arkasındaki zihniyeti doğru teşhis etmek gerekir.

Tanıl Bora, vaktinde Orhan Pamuk’a gösterilen milliyetçi tepkiden yola çıkarak yazdığı “Tahsilli Cehaletin Cinneti” başlıklı yazısında bu zihniyeti şöyle özetliyordu:

“Konu her ne olursa olsun, burada aynı zihniyet kalıbının, aynı söylemin işlediğini görüyoruz. Bulunabilecek en ileri mantık bağıntısı, komplo teoremleridir. Hedef alınan şahsiyet veya şahsiyetlerin ‘objektif’ hıyanetini, -mümkünse Kürtlük, Ermenilik, Sabetaycılık türü bir soy-sop ‘bozukluğu’ veya bir “dış mihrakla” (Amerika-Avrupa) bağı üzerinden-, ifşâ etmekten öte bir ‘argümantasyona’ ihtiyaç duyulmuyor. Herhangi bir konunun kendi bağlamı, kendi nesnelliği içinde mütalaa edilmesinin yolu baştan kapanıyor böylece. Ufûnet yüklü bir söylem bu aynı zamanda. Komplo teoremlerinin hiçbir şeyi açıkta bırakmayan kahredici kurgusu altında her türlü öznellik ve ‘yapıcılık’ ihtimalini peşinen iptaleden, ‘irade-i cüz’ü hiçleştiren bakış açısı, muazzam bir acz duygusu, ona bağlı olarak da muazzam hınç ve negatif enerji üretiyor. Bu söylem, hamâsî bir dille bütünleniyor. Savlar değil, menşei belirsiz birtakım anekdotlar veya kudsî sayılan kişilerden (başta Atatürk) alıntılar konuşuyor. Uğur Mumcu’nun ünlü “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” tarifini de aşan bir durum bu: İyi kötü bir “fikir” sahibi olmadan, kanaat ve tavır sahibi olanlar konuşuyor!” [1]

Bora, yazısının ilerleyen bölümünde bu hamasetin daha çok “tahsilli seçkinler” arasında yaygın olduğunun altını çiziyor ve konuyu Adorno’nun meşhur “Yarı-Eğitimlilik Teorisi” ışığında ele alıyor; düşünürün şu parlak sözünü de aktararak:

“Yarı-eğitimlilikle kolektif narsizmi birleştiren; bir şeylere temellük etme, söze dahil olma, kendini uzman olarak satma ve bir yere aidiyet edâsıdır.”

Antalya’ya davet edilme bahtsızlığını yaşayan Kusturica’nın maruz kaldığı sözlü saldırılar tam da böyle bir ruh halini yansıtıyor. Milletçe bir olup bir “düşman”ı daha bertaraf ettik (bu sefer iç değil, dış düşmandı üstelik), gözümüz aydın. Tabii bertaraf edebilmek için, önce o düşmanı yaratmak gerekiyordu. Onu da başardık, elhamdülillah! Kulaktan duyma rivayetler, orada burada kendisine mal edilen alıntılar veya gerçekten söylemiş olduğu aptalca şeyler yeterliydi bunun için; adamın soyunu-sopunu da sorguladınız mı (Müslümanken Hristiyan olmuş, adını değiştirmiş, vs.), işte size cillop gibi bir hedef!

“Bu Soysuz Vatan Haini…”

Bu kadar malzeme, bu memlekette çoook hezeyan kaldırır! “Bu soysuz vatan haini, Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle…” diye başlar, bir taşla iki kuş birden vurursunuz; isnat edilen suça delil sunmak gerektiğinde, “Nemanya Kusturica denilen insan müsveddesi, kendi halkını gözünü bile kırpmadan katleden Slobodan Milosevic ile tokalaşma alçaklığına cesaret edebilmişti,” deyip geçersiniz (Milli Gazete). Başlığı da “Vatan haini vatanıma gelemez” diye attınız mı, kimse tutamaz sizi! Hele tecavüzcü yazarına kol kanat gereken bir gazeteyseniz, ahlaki standartlar sizden sorulmayacak da kimden sorulacak: “Ahlaksız açıklamaları ve sapık fikirleriyle tanınan yönetmen…” (Vakit)

En hafifinden, Sabah’ta Refik Erduran’ın yaptığı gibi Radko Mladiç’in yaptığı alçaklıkları anlatıp lafı Kusturica’ya getirirsiniz, o da işe yarayan bir yöntem. Ya da bu işi milli vazife sayarak sureti haktan görünürsünüz; şu cümledeki isyankar çaresizliğe bakar mısınız: “…Antalya’da halkın vergileriyle gerçekleştirilen bir rezaleti, sinema tarihimizde bir benzeri daha yaşanmamış olan bu utanç gösterisini durdurmaya ne yazık ki gücümüz yetmedi.” (Yeni Şafak)

Bu koroya en son Hasan Bülent Kahraman da katıldı: “Ellerin bu derecede kana boyandığı bir soykırımda, ‘tecavüze uğrayan kadınlar kürtaj olurlar, iş biter’ diyen birisinin jüri üyeliği aklın alacağı bir iş değildi. Oldu. Ama direnemedi, çekildi adını bile Sırplaştıran yönetmen.” [2] Adını Sırplaştırmak en ağır suç tabii, Müslümanlığa geçmek ise büyük erdem! Tecavüzler konusunda, adam böyle bir laf etmedim diyor bağıra bağıra, ama kim takar. Demese bile, azıcık aklıselime sahip biri, herhangi bir insanın (tescilli “sapık” değilse eğer) bu cümleyi söyleyebileceğinden şüphe etmez mi, kendi duymuş gibi yazmaktan çekinmez, gerçekliğini sorgulama ihtiyacı duymaz mı?

Basit bir jüri üyeliği konusunu toplumsal bir mesele haline getirmek, tartışmaya Bakan’ların falan dahil olması bu “güzel ve yalnız ülkeye” has bir spor. Sahi, Kültür ve Turizm Bakanlığı acaba, Kusturica’nın jüri üyeliği ilk kez duyurulduğunda, maddi olarak desteklediği festivalle bu konuyu istişare etmiş midir? Tepkileri öngörüp, herhangi bir uyarıda/öneride bulunmuş mudur? Herhalde böyle bir uzgörüşlülük sergilenmiş olsa, “Biz demiştik!” diye açıklama fırsatını kaçırmazlardı.

Kusturica, istenmediği yerde kalmak yerine restini çekip gittiğine göre kutlamalar başlayabilir. Görev tamamlanmış, savaşta ölen Bosnalı Müslümanların intikamı alınmış oldu. Şimdi sıra, bu kampanyanın arkasında duranların, insani meselelere karşı bu göz yaşartıcı hassasiyeti, Kusturica’nın günahından çok daha büyüklerini işleyenlere karşı neden göstermediklerini sorgulamaya geldi.

Çifte standartlar ülkesi Türkiye

Bilmem kaç ay önce aynı adamı bağrına basıp, şimdi birden şeytan görmüşe dönenlerin gafletini bir kalemde geçelim. Dahası var… Ama baştan belirtme gereği duyuyorum: Kusturica’nın katıksız hayranlarından değilim; avukatlığını yapma niyetim yok, siyasi görüşünü, şu ya da bu konuda sarfettiği sözleri savunmak da aklımdan geçmez. Burada asıl derdim, ucuz manipülasyonların ve ikiyüzlülüğün böylesine prim yaptığı bir toplumsal iklimde yaşıyor olmamız, bu ruh halinin ‘mürekkep yalamış’ kesimlerde bu düzeyde yaygın olması. Bir çifte standartlar ülkesinde yaşadığımız hepimizin malumu, fakat politik tavır konusunda tutarsızlığın bu kadarı insanı hakkaten çileden çıkarır.

Bir meslaktaşının, geçmişinde bir takım budalaca laflar ettiği, ayıplanacak siyasi tavırlar sergilediği gerekçe gösterilerek adeta soykırımın suç ortağı gibi sunulmasından ürküntü duymak bir yana, bu histeriyi tasvip edercesine ona karşı tavır alan değerli sinemacımıza soralım: Kusturica, kazara bu sene Berlin’deki jüride görev alsaydı aynı resti çekecek miydiniz? “Bal” ekibinin Antalya’ya gelmeyeceğini bildiren açıklamada, “1992-1996 yılları arasında Bosna’da yaşanan olaylar uluslararası mahkemeler tarafından soykırım ve insanlık suçu olarak tanımlanmış ve bu suçlara bulaşanlar yargılanıp mahkum edilmişlerdir” deniyor. Kusturica hakkında da böyle bir mahkumiyet kararı mı var? Suçu-hukuku geçtik, bu yönetmene karşı uluslararası camiada bir boykot çağrısı mı var ki, Antalya’daki film festivali bunu delmiş olsun? Tabii ki hayır.

İsrail’e karşı boykotu delenler: Bu ne perhiz…

Buna mukabil, uluslararası camiada kabul gören, özellikle sinemacılardan geniş destek alan bir boykot örneği verebilirim size: Filistinli sivil toplum örgütlerinin çağrısıyla 2004’ten beri İsrail devletine karşı yürütülen bir “akademik ve kültürel boykot” (PACBI) kampanyası var. [3] Üstelik, şu ya da bu şahsı değil, İsrail devletini ve onun ayrımcı politikasını hedef alan bir eylem bu. Daha önce Güney Afrika’nın apartheid rejimine karşı uygulanıp başarılı olmuş bu barışçı eylem, 1948’den beri Filistinlilere kan kusturan siyonist İsrail’e karşı şu anda Filistinlilerin elindeki en güçlü silah. Dünyadaki akademik ve kültür çevreleri, İsrail devletinin parasıyla gerçekleşen her tür etkinliği boykot etmeye çağıran, pek çok İsrailli aydının da destek verdiği bu boykot, son yıllarda epey yaygınlık kazandı; hatta İsrail hükümetini endişe ettirecek düzeye geldi. Ken Loach başta olmak üzere sayısız yönetmen, sadece İsrail’deki devlet-destekli etkinlikleri değil, geçen yıl bu ülkenin elçiliğinden cüzzi destekler aldıkları için Toronto, Edinburgh, Melbourne gibi prestijli festivalleri de boykot etti, filmlerini programdan çekme kararı aldı; pek çok ünlü müzisyen bu çağrıya uyarak İsrail’deki konserlerini iptal etti. Boykot cephesi özellikle Mavi Marmara saldırısından sonra daha da genişledi. PACBI komitesi, devletle bağlantısını tesbit ettiği her etkinlikte yaptığı gibi, en son Eylül sonunda gerçekleşen Haifa Film Festivali için de aynı çağrıyı yineledi. [4]

Peki, Antalya’dan tam bir hafta önce sona eren bu festivale Türkiye’den hangi filmler katıldı dersiniz? “Bal” ve “Kosmos”… İkisi de yarışmadaydı ve iki ana ödülü paylaştılar: “Kosmos” Altın Çıpa ödülüyle taçlandırıldı, “Bal” ise İsrail’de dağıtım desteği kazandı. Semih Kaplanoğlu ve Reha Erdem, ödüllerini almak üzere Haifa’ya gittiler mi bilemiyoruz, ama Haifa’nın 200 km ötesinde yer alan Gazze’deki Filistinlilerin bu kayıtsızlık karşısında ne hissettiklerini tahmin etmek zor değil.

Sırp yapar, Müslüman yapmaz!

Kronik hastalığımız “kolektif narsisizm”e bir başka örnek: Kusturica’nın Antalya’ya ayak basmasıyla cinnet geçiriz, ama Omar al-Bashir gibi bir soykırım sorumlusunun iki sene önce Ankara’da krallar gibi ağırlanması gücümüze gitmez. Dünya kamuoyunun lanetlediği bir trajedi karşısında, en ufak bir vicdan sızısı duymadan, “Ben Darfur’a gittim, öyle bir şey görmedim. Bir Müslüman soykırım yapamaz,” diye zırvalayan bir Başbakan’ın ülkesinde yaşamak da bizi hiç rencide etmez. Bazılarımız aynı Başbakan’dan, başında bulunduğu devletin kirli geçmişiyle yüzleşmesini bekler hatta.

Darfur’da 2003’den beri devlet destekli milislerce yürütülen katliamlarda 300 bin kişinin öldürülmesi, en az 2.5 milyon insanın yerinden yurdundan edilmesi, evlerinin-köylerinin yakılması, yüzbinlerce kadına tecavüz edilmesi, bunların bir numaralı sorumlusu Omar al-Bashir hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin aldığı tutuklama kararı, vs. hepsi birer serapmış meğer. Başbakan gidip kendi tesbitini yapmış, kararını vermiş bir kere: “Bir Müslüman bunu yapamaz ki!”

Merak ediyorum, herhangi bir ülkenin ahalisi, Darfur’daki Araplarla dayanışmak için Erdoğan’ı “persona non-grata” ilan etse (ki çok haklı olarak; çünkü düpedüz soykırımı inkar eden bir politikacı var karşımızda), milliyetçilerimizin hissiyatı ve tavrı ne olurdu acaba?

Irak işgaline düpedüz destek veren Hollywood’lu sinemacıları ve filmlerini bağrımıza basmış olmak da rahatsız etmez. Millet Meclisi çatısı altında, hepimizin gözünün içine bakarak “Dersim’de analar ağlamadı mı?” lafını sarfeden politikacılarımızla birlikte yaşayıp gideriz. Ama Kusturica ülkemize ayak basamaz, yok artık bu kadarı fazla!

Bu topraklarda Ermenilere ve Kürtlere yapılanları inkar etmek milli bir spor iken, başka topraklarda benzer katliamları hafifsemiş, zamanında siyasette yanlış ata oynamış birine karşı yaratılan toplumsal histeriyi, insani değerlere olan saygımızın ölçüsü olarak görmek çok zor, ne yazık ki.

Buradan çıkarılacak insani bir ders varsa, o da şu: Tribünlere oynayan politikacılar, sanatçılar, linç söyleminden medet uman yazar-çizerler; Emir Kusturica’ya haddini bildirdiniz, şimdi aynaya dönüp kendi suretini görme sırası sizde.

________________________________

Notlar:

[1]http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=328&dyid=4918&dergiyazi=Tahsilli%20Cehaletin%20Cinneti

[2] http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/kahraman/2010/10/11/kim_affeder_kusturicayi

[3] http://www.pacbi.org; İsrail’e karşı kültürel ve ekonomik boykot hakkında Türkçe bilgi için: http://www.boykotisrail.org/

[4] http://usacbi.wordpress.com/2010/09/08/boycott-the-26th-haifa-international-film-festival/

Necati Sönmez/ BİANET

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.