Shakespeare’in Yararları

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Yıldırım Türker’in 13 Kasım 2010 tarihli Radikal gazetesi için kaleme aldığı köşe yazısını yayınlıyoruz.) 

Kanımca Batı’nın erişilmesi güç bir ülkü olarak semalarımızda asılı kalmasının bir nedeni, başta Shakespeare olmak üzere yazılı mirasının kötülük üstüne cesurca gitmiş olmasıdır. Batı edebiyatında tarih şiirsel malzeme olarak kullanılsa da kötülüğün adı konulmuş, bütün katmanları deşilmiştir. Bu konuda Nurdan Gürbilek’in ‘Kötü Türk’ adlı altında topladığı benzersiz denemeleri anmadan nasıl geçerim. 

Kötülükle yüzleşmeyen, bütün kanlı geçmiş tiranlarını birer şanlı muzaffer olarak tarihine yazmaya çalışan bir kültürün bendeleri olarak; babaların hayaletlerini rahmetle kucaklayan çocuklar gibi büyümekte zorlanıyoruz.

Freud’u yaratan, elbette Avrupa olacaktı. Çünkü Shakespeare’i vardı. 

Her okumada farklı derinlik 

Shakespeare, çağdaşımızdır. Her okumada farklı bir derinliğinden zehirler kanımızı. 

Geçmişin vahşetiyle yüzleşmeye başlayan insanlara, Shakespeare 5 yüzyıl beriden iyi gelir. Yol gösterir. Adını koymamıza yardımcı olur. 

Bütün tragedyaları da komedileri de iktidar mekanizmaları hakkında olağanüstü birer metindir. Paha biçilmez şiirinin yanı sıra olağanüstü keskinlikte birer politik metin olarak da okunabilirler.

Sözgelimi ‘Hamlet’, kötülük satrancından çıkamaz. Afilidir. Melankoliktir. Genç ve iyi eğitimlidir. Hülyalıdır. Büyük ihtimalle güzeldir. Onun kötülük örgütlenmesi karşısında ne kadar çaresiz kaldığını, kötülerin en kötüsü olarak intiharını kucakladığını düşünmek istemeyiz. Çünkü o, varoluşsal sıkıntılar içindedir. Kendisine dayatılan görevi kabul etmek istemez. Bir hayalet tarafından savaşa itilmektedir. Kendisi de sağken iştahlı olan, vahşi iktidar paylaşımının kurbanı olmuş bir hayalettir, babasınınki. Yeni çağın kıyısında feodal bir intikam, Hamlet’in hayatı olur. Sahtelik-samimiyet, korkaklık-cesaret derken oyuna girmemeyi beceremez. 

İlk cinayetinden sonra, “Her şey boş artık bu yalan dünyada/ Her şey bir oyuncak artık sadece/ büyüklük, insanlık öldü/ hayatın şarabı alındı gitti…” diyerek insanlık tartısını bir yana bırakıp öldürmenin şart olduğu öte tarafa geçen Macbeth kadar samimi değildir. İşlediği cinayeti neredeyse umursamaz. 

Shakespeare, ondan da intikamını alır. Değil mi ki o, kendi gibi kurban doğmuş Ophelia’yı bir çırpıda ölüme sürükleyebilecek kadar bencildir. Ama kötülüğü, vahşiliği, Hamlet’i cazip kılar. 

Hamlet’ten Shylock’a 

Hamlet’in bu tuhaf kayıtsızlığına eşlik eden varoluşsal tedirginliği bütün oyuncuların dişlerini kamaştırır, yüreklerini hoplatır. 

Oysa Venedik Taciri Shylock, hâlâ nefret edilesidir. Yahudi diye aşağılanmış, köpek muamelesi görmüş, suratına tükürülmüş tefeci Shylock, asilzade Hıristiyan kapısına düşünce, onun yüzüne, “Bana köpek demiş, kapından kovmuştun. Köpeğin parası olur mu” sorusunu yapıştırıverir. İtilip kakılıp dünyanın dışına sürgün edilmişliğinin intikamını fena alacaktır. Düşenin borcuna karşı etinden et ister. Değil mi ki şehrin varoşlarına mahkûm edilmiş, kendisine yalnız tefecilik mesleği layık bulunmuştur, o da paranın gücünü gösterecek, onu küçümseyen dünyayla hesaplaşacaktır. 

Kötülüğün, iktidar çıldırısının omzundan doğru bakarız dünyaya. Shakespeare’in kanlı katillerinin ağzından dinleriz insanın cehennemini. 

Kamburunu sırtlanmış, vahşi iktidarı için zekâsıyla, nefretiyle, “Gülümserken öldürebilirim, bukalemunun renkleri benim yanımda yetersiz kalır, cani Makyavel’i okuturum” böbürlenmesiyle yola çıkan III. Richard, Richmond’la savaşmadan önce rüyalarını cehenneme çeviren vicdanını boğmaya çalışırken haykırır: “Vicdan, korkakların kullandığı bir sözcük. Zaten güçlüyü korkutmak için icat edilmiş.”

III. Richard, çevresinde iktidar sofrasına talip olan herkese oyunlar oynar. Küçük gördüğü onurlarını sınar, hepsini kendinden beter hale getirip vakti geldiğinde bir bir yok eder. Son savaşında yalın kılıç yapayalnız kalınca krallığının asıl değeri ortaya çıkar. “Bir ata krallığım” diye bağırır. Pazarlık şansı kalmayınca, bir atın krallığından değerli olduğunu anlamıştır.

‘Coriolanus’ gibi yoksulları nefretle tembih edip, “Ne istiyorsunuz yine köpekler?/ Ne barışta rahat verirsiniz insana, ne savaşta/ Birinden ödünüz patlar/ Ötekinde kıpırdanmaya başlarsınız” diye haykıran; “Bu gidişle kargalar senato kapılarının kilitlerini kırıp/ İçeri girecek ve kartalları gagalamaya başlayacak” diye yakınanlara aşina değil miyiz?
Kimsenin kazanmayacağı, gereksiz bir savaşı savunan onca akıllı insanın anlatıldığı ‘Trolius ve Cressida’yı çağdaş yapan şeyi mi tartışmalı yoksa?

IV. Henry’nin şişman, sevimli şövalyesi Falstaf’ın kirli alayında yatmıyor mu hâlâ insanlığın açmazı?

Savaş alanında, “Onur dediğin şey bir mezar anıtı, o kadar” diyen; sakatlardan, yoksullardan kurduğu orduyu, “Kargı talimi için güzel hedef olurlar. Top yemi işte canım, top yemi! Sonuçta çukur doldurmayacaklar mı? Ha başkası doldurmuş ha bunlar, ne fark eder? Ne olmuş yani, onlar da insan, yaşıyorlar işte” diye savunan iş bilir, kahkahası gökleri tutan Falstaf, çağdaşımız değil mi yoksa?

Ah, Shakespeare’in sonu gelmez.

Yıldırım Türker  

 Radikal

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.