Tiyatro, Tiyatrocuların Hobisine Dönüştü

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / Nedim Saban, Tiyatrokare’yi ayakta tutarken, tiyatro odaklı izlenim yazılarıyla da geniş bir okur kitlesine ulaşıyor. Nedim Saban’la tiyatro yapma şartlarını, devlet yardımını, seyircinin durumunu ve tiyatro sanatçılarının durumunu konuştuk.

Özel tiyatro yapmak artık ısrar isteyen bir işe dönmüş durumda, siz bir yandan televizyoncusunuz bir yandan girişimcisiniz ama ısrarla tiyatro yapmaya devam ediyorsunuz.

Tiyatroda farklı bir şey var, bakıyorsun ses geliyor tuhaf bir şekilde, en küçümsenen şey, korkulan bir şeye dönüştü, kimilerinin cılız bulduğu tiyatro bugün en işlevsel şey oldu, televizyonda yapamadığını tiyatroda yapıyorsun. Televizyonda konuşmak mümkün değil, gazetede, güdümlü medyada yazamadığını, burada daha rahat yapabiliyorsun, tabii ki istediğin oyunları her zaman oynayamıyorsun, bütçeden dolayı ama tiyatro en direkt sanat oldu. Tiyatro en çok korkulan en çok ses getiren sanat haline geldi. Bir de tiyatro ile direkt ilişki kurma şansın var, bu nedenle iktidarların hemen yasakladığı, engellediği bir şeye dönüştü. O yüzden ısrarla tiyatro yapmak lazım, önemsiyorum tiyatro yapmayı özellikle şu dönem, ama profesyonel tiyatro yapmak çok pahalı bir iş oldu ve gittikçe de daha pahalı oluyor bu da bir kültür politikası gibi geliyor bana, devlet yardımları gittikçe azalıyor.

Önceden daha mı iyiydi?

Tabii yani, tiyatro acayip pahalı oldu, bu pahalılıkta tiyatro yapmak zor oldu, ama ben her şekilde tiyatro yapmaya devam edeceğim ha sokakta ha salonda.

Peki, seyirci buna cevap veriyor mu?

İyi işlere veriyor. Bizim kültür politikamızda Anadolu çok önemli. Mesela Macide Tanır’ın “Müziksiz Evin Konukları” Elazığ’a gitmişti ilk kez, herkes ne gerek var diyordu, zaten oyun İstanbul’da doluyor, ama biz kültür politikası olarak benimsedik. Bugün Metin Serezli ile “Bu da Benim Ailem” dördüncü yılında gene mesela tam provanın ortasında Bingöl’e kadar turneye gidiyoruz, oyunun on beş gün erken çıkması İstanbul’da gişe açısından belki daha akıllıca olurdu ama o kültür politikasını devam ettiriyoruz.

Peki, seyirciyi değerlendirir misiniz?

Seyirci iyiyi yeraltında da olsa buluyor. Mesela “Leyla’nın Evi” daha gala yapmadı, büyük bir basın lansmanı olmadı, biletler pahalı yani bir müzikal fiyatına, şu anda en pahalı tiyatro ama seyirci bunu ne olduysa keşfetti, yer altında da olsa, buldu. Bir de genç seyirci yavaş yavaş başladı var olmaya, “Leyla’nın Evi”ndeki genç seyirciyi görünce ben umutlanıyorum, iyi bir kitle oluşuyor.

O zaman seyircinin azlığından yakınan tiyatroculara katılmıyorsunuz.

Şu bir gerçek ki, belli bir seyirci kaybı var, yaşlı seyirciyi kaybediyoruz biz, burjuva seyirciyi kaybediyoruz. Eskiden Cumartesi gecesi tiyatronun en güzel gecesiydi, ama Cumartesi gecesi popüler eğlencenin seçenekleri nedeniyle insanlar artık tiyatroya gitmiyorlar. Bunlar Türkiye’nin gerçekleri, nüfusun kültür seviyesinde bir düşüş var, tiyatroyu seçmiyorlar çok düzeyli oyunları seçmiyorlar bütün bunlar bir gerçek, ama öteki taraftan da, DOT’u keşfeden yenilikleri keşfeden yenilikleri bulan, arayışı olan bir seyirci de var. Bir yandan düşüş de var ama öteki taraftan da görmezden gelemeyeceğimiz,  belki nicelik olarak değil ama nitelik olarak da göz ardı edemeyeceğimiz bir kitle var, bu bizi besliyor mu beslemiyor maalesef, çünkü bazen nitelikli oyunlar yapmak da tiyatroya para kaybettiriyor. Nitelik olarak ben seyirciden memnunum, Bingöl’de bile biletler bitiyor.

İstanbul’la Anadolu arasındaki seyirci arasından nasıl bir fark var?

Anadolu seyircisinin İstanbul seyircisinden nitelik olarak ve tepkisel olarak çok daha önde olduğunu görüyorum. İstanbul’da çok ciddi şekilde bir varoş kültürü var, televizyon kültürü alan bir seyirci var,  ama Anadolu’da hala seyirci tiyatroya özen gösteriyor, kentimize tiyatro gelmiş hoş gelmiş diyor.  İstanbul’da televizyon kültürü, pop kültürü daha yaygın ve maalesef gecekondu kültürü İstanbul’a yerleşti gibi duruyor.

Peki, burjuva kültürü gelişmedi mi yoksa başka türlü mü gelişti?

Bence İstanbul’da burjuvazi büyük düşüşte ve Anadolu’da küçük burjuvalar öne geçti Anadolu seyircisi çok gelişti. İstanbul burjuvazisi zevkini kaybetti, lokantalarda para harcayarak kendini göstermekle meşgul, tiyatro artık trendy olmaktan çıktı. Bir de tabii bizim entelektüel camiada da böyle bir şey var, Perihan Mağden ekolünün yarattığı, tiyatroya gitmek aşağılanır oldu. Şimdi daha yeni yeni DOT’la, başka tiyatroların çıkışıyla tiyatro yeniden bir yere oturmaya başladı, entelijansiyaya biraz hizmet etmeye başladı. Bir şey daha var, İstanbul’da o burjuva kültürünü göremiyorsun çünkü İstanbul’da burjuvaların tiyatroya gittiği mekanlar da kapandı, İstanbul’un ortasında tiyatro yok, tiyatro varoşlara doğru itildikçe, burjuvazinin tiyatroya gitme alışkanlığı kalmadı, gideceği yer de kalmadı.  Hâlbuki Anadolu’da Çorum’a gittiğin zaman Çorum’un ortasında tiyatro yapıyorsun.

Peki, siz bu duruma nasıl tepki üretiyorsunuz? Teatral anlayış olarak ya da farklı yöntemlerle ne tür karşılaşmalar yaşanıyor?

Seçtiğimiz oyunlar böyle bir durumda daha yenilikçi olabiliyor, eskiden mesela daha bir orta sınıfı ilgilendiren oyunlar yaparken şimdi daha gençlere yönelik, yenilikçi oyunlar seçebiliyoruz. Tiyatrokare’nin repertuarı biraz daha cesur olabiliyor, mesela bizim şimdi oynayacağımız “Büyük İkramiye” oyunu bir komedi ve vodvil olduğu halde, daha toplumsal mesajları olan bir oyun. Tabii demiyorum ki büyük bir devrim yapıyoruz.  Özel tiyatroların kısıtlı imkânı var o anlamda. Her tiyatro sınırlarını zorlayabiliyor.

“Tiyatrocu tiyatro yapmak istemiyor, böyle bir sıkıntı var, çok komik bir şey, bakkal dükkanını açmak istemiyor gibi komik bir durum var. Dolayısıyla biz mesleğimizi tartışamıyoruz, konuşamıyoruz, oyuncumuzu provada tutamıyoruz, bir şey üretemiyoruz.”

Bugün peki sizce Türkiye’deki tiyatro ortamının ve tiyatronun en önemli sorunu nedir?

Şu anda bence bizim özel tiyatro olarak en önemli problemimiz şu: Tiyatrocu tiyatro yapmak istemiyor, böyle bir sıkıntı var, çok komik bir şey, bakkal dükkanını açmak istemiyor gibi komik bir durum var. Dolayısıyla biz mesleğimizi tartışamıyoruz, konuşamıyoruz, oyuncumuzu provada tutamıyoruz, bir şey üretemiyoruz. Bir oyuncuya mesela telefon ettiğin zaman, tiyatro yapmak için, ayıp bir şey yapıyormuşsunuz gibi davranıyor, hatta size “diren aslanım” diyor. Bizim meslek grubumuz yok, meslek grubu olmayınca da, tartışabileceğimiz, konuşabileceğimiz, provada başka bir şey deneyebileceğimiz bir ortam oluşamıyor. Böyle kaçak bir şekilde tiyatro yapma durumu var.

Tiyatro, tiyatrocuların hobisine mi dönüştü?

Aynen öyle, hobi gibi yapılıyor, salona biri gelecek mi, dizi programı ile uyuşacak mı… Leyla’nın Evi mesela 15 ay çalışıldı, bir sürü oyuncu geldi gitti. Menajerleri arıyor 15 ay prova mı olur diye. Şimdi biz bunu tartışamazsak, sahnede bir şey yaratamazsak, meslek değiliz. Uzun prova yapsan bir türlü yapmasan bir türlü. Mesela üç saat koyuyorsun provayı 45 dakika sürüyor, bu sefer niye 45 dakika sürdü, ben dizimden üç saat izin aldım diye, o da ters tepiyor. Bunu bir meslek dalı olarak kabul ettiremediğimiz zaman, bu sefer de bize gençler diyor ki siz isimlerle çalışıyorsunuz o yüzden böyle oluyor, hayır tam tersi gençlerde de böyle bir durum var, mesleğimizi meslek olarak bir disiplin olarak değerlendirmemek… Mesela ben gençlerde de aynı eğilimi görüyorum, bakıyorsun onun da gözü dizide. Biz kaçak ortamda kaçak işçi çalıştırıyor gibiyiz ve şu bir gerçek Tiyatrokare’den 3o kişi, profesyonel oyuncu, teknisyen ekmek yiyor. Başka hiçbir iş yapmıyorlar bunlar evlerini geçindiriyorlar, biz bunları anlatamıyoruz,

Meslek meselesi önemli bir konu, insanların emek verip yaptığı ve ona göre esaslarını oluşturması gerektiği bir şey…

Bence Devlet Tiyatrosu’nda da böyle Şehir Tiyatrosu’nda da böyle, onun da dizisi var, distribüsyon asıldığı zaman küfür ediyor, küfür etmediği zaman da sanki büyük bir fedakârlık yapmış gibi ben bu kadar maaşa burada çalışıyorum bak ne kadar fedakarım diyor. Zaten senin mesleğin bu, sen bir fedakârlık yapmıyorsun. Halbuki Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da, Amerika’da bu böyle değil.

Ama öte yandan da dönüp bu işi kutsallaştırıyorlar…

Evet, kutsallaştırmak da doğru değil, çünkü bu bir meslek, bakkal dükkânını açtığı zaman böyle düşünmüyor, bu bir meslek çünkü. Bu bir trend bunun inceliklerini bulabilmek için önce mesleği yapabilmek lazım. Herkes provadan kaçarsa ya da böyle kaçak yaparsa, o stres altında meslek olarak icra edilemiyor.

Çünkü meslek olarak bakıldığında farklı şeyler de giriyor içine, mesela mesleki dayanışma.

Tabii, bizde mesleki dayanışma sırf cenazelere gitmek olarak algılanıyor. Hâlbuki böyle bir dayanışmanın her zaman olması lazım. Genç adama da vereceksin destek, tabii ki insanlar dizilerden de para kazanacak, ama önce mesleğin onurunu bizim ayakta tutmamız lazım. Bu bizim en büyük problemimiz.

Televizyon dizilerinin tiyatrocu ve tiyatro ile ilişkisi tiyatro sanatı aleyhine dönük bir haksızlığa doğru gidiyor. Dizi oyunculuğu mesleği nasıl etkiliyor?

Ben tiyatroda oyuncuya dizi kadar para versen de oynayacaklarına inanmıyorum, öyle insanlar da var. Mesela  gidip otuz saat sette bekliyor, ama 1 saatlik provaya gelmiyor. 12 saat dizide bekliyor sen provada iki saat beklettiğin zaman sana surat yapıyor. Dizi yapımcılarından küfürler yiyip, dizi yönetmenlerinden hakaretlere maruz kalıp sen oyunla ilgili bir şey dediğin zaman alınan insanlar var. Gerçekten tuhaf bir şey var, oradaki kazanılan para çok kutsal buradaki kazanılan para kötü. Bu durum mesleği çok aşağılıyor.

Bu bahsettiğiniz ciddi bir yozlaşma…

Çok büyük bir yozlaşma ve bunu biz engelleyemiyoruz. Mesela gidiyor sete çamurun içine yatıyor, ama senin turne otobüsün biraz kirli olduğunda ya da soğuk olduğunda sana acayip davranıyor korkunç bir durum. Dizilerdeki suratın eskimesi gibi etmenleri hiç saymıyorum bile. Ben hep Nurseli İdiz’i örnek veririm, bunca yıldır bir sürü şeyler yaşadı yıprandı ama bu kadar sağlam durabildiyse bu hep tiyatroyu seçmesi sayesindedir. Bir sürü insan da böyle çok yıprandı ama hep tiyatroyla ayakta durdu. Rahmetli Gazanfer Özcan tiyatrosunu hep ayakta tuttu. Kapatabilirdi. Dünyada Al Pacino’lar Merly Streep’ler niye dönüp dolaşıp tiyatroya geliyorlar, bunu bizimkilerin sorgulaması lazım.  Ben demiyorum ki dizi yapmasınlar ama bana şu çok tuhaf geliyor: “Ben buna konsantre olurum, başka bir şey yapamam”. Bu bir burcun özelliği mi? Öyleyse bunların hepsi mi aynı burçtan? Ama bir tek sevindirici yanı var bu işin, eskiden mesela mankenleri oynatıyorlardı, şimdi artık tiyatrocular para kazanıyor, bu çok sevindirici.

Televizyon sektöründen para kazanıp tiyatroya aktaran, insanlar da var.

Ama bir de şöyle yapanlar oldu: On yıl boyunca dizileri yaptılar yaptılar, on yıl sonra diziden boş kalınca hadi bu yıl da tiyatro yapayım dedikleri zaman olmadı. Öyle bir şöhret yok tiyatroda, devamlı kalmak gerekiyor, tiyatro starları var çünkü. Mesela bir Ali Poyrazoğlu, mesela bir Metin-Nevra Serezli, Haldun Dormen bazen televizyonda yaptıkları işler başarılı oluyor ya da olmuyor. Bir Yıldız Kenter, bir Müşfik Kenter, ama onlar tiyatro starları, tiyatroda devamlı yaptıkları işler mutlaka bir averaj başarı sağlıyor.

“O diziler o adamları esir aldı, mesela Kurtlar Vadisi’nde kastta boş oyuncu hiç oynatmadılar hepsi çok inandırıcı karakterler, hepsi de oturdu ve bir dönüşüm geçirdi oradaki oyuncular, politik görüşleri o statükoya oturmaya başladı. Erol Taş hiçbir zaman kötü adam olmadı ama bunlar, tuhaf bir şekilde oynadıkları mafya dizilerinin etkilerinde kalıp, milliyetçi oldular, dinci oldular.”

Gerçekte başka türlü dünyaya bakış açılarına sahip olduklarını iddia eden bir kısım oyuncuların, çoğunlukla yer aldıkları dizilerle aralarında ciddi çelişkiler bulunuyor. Bir gariplik var. İnandırıcılıklarını yitiren insanlar var, ondan sonra onların yazdıklarına da inanmamaya başlıyor insan.

O diziler o adamları esir aldı, mesela Kurtlar Vadisi’nde kastta boş oyuncu hiç oynatmadılar hepsi çok inandırıcı karakterler, hepsi de oturdu ve bir dönüşüm geçirdi oradaki oyuncular, politik görüşleri o statükoya oturmaya başladı. Mesela şöyle şeyler duyuyorum: setlerde doğrudan evet mi, hayır mı diyeceksin diyen veya AKP’nin reklamını yapan oyuncular türedi. Bunlar oynadıkları dizilerin etkisinde kaldılar. Erol Taş hiçbir zaman kötü adam olmadı ama bunlar, tuhaf bir şekilde oynadıkları mafya dizilerinin etkilerinde kalıp, milliyetçi oldular, dinci oldular. Keşke önce dinci ya da milliyetçi olup o dizilerde oynasalardı da o diziler onların o rollerini değiştirseydi. Bunlar ama tam tersi, Başbakanla çektirdikleri fotoğrafları gösteriyorlarmış sette. Bu da fazla paranın etkisi bence, böyle tuhaf insanlar ortaya çıktı.

Tiyatro-devlet veya sanat-devlet ilişkisi nasıl olmalı? Tiyatrolara devlet yardımı meselesi ile ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Yıllardır tartışılan bir konu bu, bir takım insanlar yapılan yardımın az olduğunu söylüyorlar, kimileri asıl olarak altyapıya yatırım yapılması gerektiğini söylüyorlar, siz ne düşünüyorsunuz?

Altyapıya yatırım yapılması olabilir tabi ama salonların işletilmesi çok ciddi bir sorun. Mesela bizim başımıza gelmişti: İstemihan Talay olağanüstü bir salon yapmıştı Mersin’de, biz gittik adam anahtarı almış, evine gitmiş, ışık sistemini kullanamıyorsun. Bu salonları iyi işletmek lazım.

Ben devlet yardımının tamamen kalkmasını savunanlardanım. Verilen 48 milyarın bizim tiyatromuz için hiçbir anlamı yok. Ödenekli tiyatrolarda bir koltuk devlete çok pahalıya mal oluyor. Ben diyorum ki biz de beş liraya on liraya oynayalım, halka hizmet olur, oyunlar çok pahalı çünkü. Devlete ne kadara mal oluyor Devlet Tiyatrosu’nda bir koltuk, altmış lira mı, aradaki farkı ödesin. Yani seyirci sayısına göre bilet fiyatı ile aradaki farkı devlet sübvansiyon olarak biz versin.

Peki, bu yenilikçi tiyatrolar için bir dezavantaj oluşturmaz mı?

Ona göre de bir formül bulunabilir. Bence vergiyi kaldırırsın, KDV’yi kaldırırsın, zaten bizde acayip bir vergi sistemi var. Bizim bütün devletin ayırdığı destek ödeneği Devlet Tiyatrosu’nun belki bir sahnesinin ya da bir prodüksiyonunun masrafı gibi, dolayısıyla böyle bir şey özel tiyatrolar için iyi olabilir.

Peki devletin tiyatrosu olmalı mı? Ya da devletin sanatçısı olmalı mı?

Devletin tiyatrosu bütün dünyada var, ama bunlar tabii yarı ödenekli, onların çeşitli kuruluşlardan aldığı paylar da var ama devletin sanatçısı diye bir şey yok. Adam 20 yaşında giriyor 65 yaşına kadar orada olacak diye bir şey yok. Mesela ben Guthrie Tiyatrosu’nda staj yaptığım zaman bir oyunda oyuncuların ciddi şekilde kontratımız yenilenecek mi diye o oyunda en iyi performanslarını sergilemeye çalıştıklarını görmüştüm.

Ancak bu tür tartışmalar açıldığı zaman bunu söyleyenler sanki sanat karşıtıymış gibi ele alınıyor.

Aynen öyle bir şey var, ama devletin sanatçısı 50 yıllık kontratlarla tutulamaz bence. Öte yandan 65 yaşında emekli edilmeleri de saçma. Niye 65 de 66 değil, o yaşta bitiyor mu yani ? 70 yaşında müthiş insanlar var 40 yaşında olup tamamen alkole yenilmiş tuhaf insanlar da var. Dolayısıyla bence 5 yıllık kontratlar olmalı. Ayrıca devletin bütün koltukları ve bütün masraflarını ödemesi kadar saçma bir şey olamaz. Ne bileyim çocuk oyunlarının belirli bir sübvansiyonu vardır bazı oyunlar için abonman sistemi olur, bölgesel destek olur, belediye destekler. Kültür politikasına devlet karışmaz, her tiyatro kendi repertuarını yapar.

25 yaşında bir adam Devlet Tiyatrosu’na sınavla kabul ediliyor. Gençlere o kadar büyük bir işkence yapılıyor ki, on yıl bölgede çalıştırılıyor, artık 40 yaşında İstanbul’a geldiği zaman o geri kalan 25 yıl da onun hakkı olmuş oluyor. Bu sistemin tamamen değiştirilmesi lazım. Bölgelerde yaşlı rolünü oynayacak oyuncu yok, İstanbul’da da genç oyuncu yok. Bütün bu sistemin elden geçmesi gerek.

Bunların mesleki perspektif içinde tartışmaya açılması lazım.

Kesinlikle ama bunu tartışacak adam da yok. Bir de tartıştığın zaman aslında kültür düşmanı da oluyorsun. Zaten o kadar kültüre saldırı var ki bunu tartıştığın zaman İskender Pala çıkıveriyor ortaya.

“Bazı şeyleri tiyatroda duymaya tahammül edemiyorlar. Mesela kitap olarak basabiliyorsunuz, mesela tekst olarak okuyabiliyorsunuz ama tiyatroda duyduğu zaman iğrenç diyor. O yüzden ben tiyatro yapmayı seviyorum.”

Sanatın önündeki önemli engellerden biri de ifade özgürlüğü sorunu. Çeşitli gerekçelerle yasaklanan ya da oynattırılmayan oyunlar sürekli gündem oluyor. Bunları aşmak için ne yapmak lazım sizce, ne tür bir mücadele vermek lazım?

Bazı şeyleri tiyatroda duymaya tahammül edemiyorlar. Mesela kitap olarak basabiliyorsunuz, mesela tekst olarak okuyabiliyorsunuz ama tiyatroda duyduğu zaman iğrenç diyor. O yüzden ben tiyatro yapmayı seviyorum. Bir de müthiş bir tutarsızlık var: Bir bölgede oynayabiliyorsun, diğer bir bölgede oynayamıyorsun. Bunu biz özel tiyatrolarda çok yaşamıyoruz ama ifade özgürlüğünde bir kişinin bile söyleyemediği sözü biz savunmak durumundayız. Benim inandığım bir şey de olmak zorunda değil. Ben Laz Marks’a da imza atmalıyım, hiç tanımadığım bir Kürt tiyatrocu içinde bunu yapmayalım. Bence burada sıkıyönetim dönemiyle 2010 arasında çok bir fark yok gibi. Hatta bir araştırma yaptım aynı şeyler karşımıza çıkıyor. Mersin’de adam oyunu yasaklıyor, aynı oyunu Karadeniz’de oynayabiliyorsun, kafalar farklı çünkü. Ama bence burada daha da önemli olan şey otosansür, sanatçıyı en çok öldüren şey bu. Biz de repertuarı seçerken düşünüyoruz orada oynayamayız, burada oynayamayız, o oyuncu oynamaz, o seyirci bağırır diye. Bir de tabii salonlar da çok problemli, salonu kiralayan adam da korkmaya başladı şimdi, salonu yakarlar yıkarlar diye. Dolayısıyla bu otosansür sanatçıyı kemiren bir şey. Sansür bir şekilde aşılır, güçlü olduğun zaman sansürü yenersin ama otosansür onlar güçlü olduğu zaman ortaya çıkan bir şey, faşizmin anayasası. Sansürün görüldüğü yerde sanatçılar birlik olmalı.

Mesela bu sene Şehir Tiyatrosu’nun oyun seçimi, repertuarı tamamen bir otosansürdür. Ayşenil Şamlıoğlu gibi bir aydın var orada ama bir tane sözü olan oyun görmüyorum. Tamamen Osmanlıya dönük bir repertuar anlayışı ile kendini sınırlamış. Belediyeye şirin görünmek isteyen korkunç bir repertuar oluşmuş.

Daha önce farklı mıydı?

Tabii daha önce en azından bir politik oyun olurdu, sözü olan bir oyun olurdu. Şimdi oyunları da görmedim ama baktığın zaman tamamen geleneksel, Osmanlıya dönük, hiçbir politik yanı olmayan ve dört ay sonra açıklanmış bir repertuar var. Mayıs’ta açıklanması gerekiyordu. Bir de üstünde çalışılan oyunlar diye bir bölüm var, onu ilk defa duydum.

İyi niyetle düşünürsek bu hakikaten bazı oyunları çalıştıkları anlamına gelmez mi?

İnşallah öyledir, ama mesela baktığın zaman Bakırköy Şehir Tiyatrosu’nun ve Devlet Tiyatrosu’nun daha sözü olan bir repertuarı var. Ama Şehir Tiyatroları’nda sansür gelmesin diye tamamen bir otosansür var. Mutlaka tarihi oyunlar da olmalı ama bu liste bana acayip geldi. Oyunları gördükçe de bu önyargımı yargıya dönüştürebilirim tabii… Her şey biraz sağa dönük.  İnşallah yanlıyorumdur.

“Bence tiyatro kitlesel olmasa bile toplumun lezzetlerini belirlediği için önemli bir şey, eleştirmenler profesyonel oldukları zaman çok daha önemsenir hale gelecekler.”

Sahadan birisi olarak tiyatro yazıyorsunuz, bir yandan da profesyonel tiyatro yapıyorsunuz, nasıl karşılanıyor? Türkiye’deki tiyatro eleştirisine dönük görüşlerinizi alabilir miyiz?

Aslında tiyatro eleştirisinin de meslek olması lazım. İnsanlar deli gibi yol paraları veriyorlar, masraf yapıyorlar. Bence bu işin de profesyonel olması lazım. Eleştirinin dünyadaki konumuyla ilgili iki tane örnek vermek istiyorum. New York Times’da yazı işleri görevlendiriyor, mesela Tiyatrokare’nin oyunlarını sen yazacaksın gibi. New York Times’ın baş eleştirmenine, Wendy Wasserstein’a sevgilisinin oyununu yazdırmıyorlar. Bir kere böyle bir nesnellik ve öznellikle ilgili hassasiyet var. Ama Türkiye’de biz onu aştık tabii. Bir kere hiç yazılmayan oyun çok kötü tabii. Ve bizim eleştirmenlerimiz tiyatroya acıyorlar, zaten o kadar kötü durumda ki, tiyatro ayaklar altında ki. Ama bunu aşmamız lazım. Ben oyunumun kötü yazılmasını da isterim, bu bir meslekse acımamak lazım. Ama tabii taraf olmamak lazım. Bizde Yıldız Hanımcılar, Genco Erkalcılar var. Bu insanlar hiç mi yanlış yapmıyorlar, bunu da acımadan eleştirebilmek lazım. Tabii akademik olarak beğendim beğenmedim aşamasını da geçmesi gerek yazıların. Ben o yüzden genç eleştirmenleri çok önemsiyorum, fakat internette de bir kirlenme olduğunu görüyorum: Beğendim, beğenmedim, kostümler güzeldi, o kötü oynuyordu şeklinde. Gazeteler keşke buna biraz para ayırabilseler. Bence tiyatro kitlesel olmasa bile toplumun lezzetlerini belirlediği için önemli bir şey. Eleştirmenler profesyonel oldukları zaman çok daha önemsenir hale gelecekler.

Eleştirinin zamanlaması ve etkisi ABD’de çok önemli. Oyun eleştirisi oyunun ardından Pazar günleri yazılıyor, bizde altı ay sonra çıkıyor. İnternet bunun hızını biraz arttırdı, ama yeterli değil. Orada galalar Pazar günleri saat yedide yapılıyor ki son yazı dokuza yetişiyor ve New York Times baskıya giriyor. İnsanlar bir maç gibi bunu takip ediyorlar. Bir eleştirmenin oyunun kaderini nasıl değiştirdiğini anlatmak için bir örnek vermek istiyorum. Eleştirmen 350 kişilik tiyatroda bir oyun görüyor ve “olağanüstü bir oyun niye Broadway’e taşınmıyor” diyor ve bunlar oyunu Broadway’e taşıyorlar. Aynı adam diyor ki “Ben bir oyun seyretmiştim. 350 kişilik bir salonda samimiydi, büyük sahneye taşınmış kötü olmuş” ve adam oyunu batırıyor. Eleştirmen bu kadar da fonksiyonel. Bizde eleştiri bu kadar işlevsel olmuyor, yedi ay sonra çıkıyor ya da hiç çıkmıyor. Daha önce söylediğim gibi, bir de acıyorlar “aman bir oyunun kaderini etkilemeyeyim” diye. Yani eleştirmen ile tiyatronun böyle tuhaf bir ilişkisi var. En acı olan da şu: Eleştirmen kötü bir şey yazınca tiyatrocu selamı kesiyor.

Eleştiri ile tiyatronun çok iç içe olması lazım, çünkü ben mesela şu anda bir filmi seyrettikten sonra artık ne yazarsam yazayım o film değiştirilemez ama tiyatro değiştirilebilir, güncellenebilir. Çok önemli bir nokta bu. O yüzden ben eleştirmeni ilk gün isterim, yedi ay sonra bana bir faydası olmaz.

Tiyatrokare bu sezon Leyla’nın Evi, Bu da Benim Ailem ve Çelik Manolyalar’ı sahneliyor. Yeni bir projeniz var mı?

Büyük İkramiye, Fransa’da kapalı gişe oynamış bir oyun. Biz bunu Türkiye’ye adapte ediyoruz. Bir aileye büyük ikramiye çıkar piyangodan ve ondan sonra kızlarını yüksek sosyeteye sokmaya, sınıf atlatmaya çalışırlar. Sınıf atlama çabası içindeyken yaşanan komik olayları yansıtır oyun. Türkiye’de de son zamanlarda paranın el değiştirmesiyle ortaya çıkan komik bir tablo var, onu yaşıyoruz. Prömiyeri 23 Aralık’ta yapmayı hedefliyoruz. Leyla’nın Evi’nin de Avrupa yakası ile ilgili çok ciddi problemleri oldu, çünkü hala Beşiktaş Belediyesi’nin salon verip vermeyeceği belli değil. İki yıldır bir kültür merkezi açmalarını bekliyoruz. Açacaklar mı, açarlarsa bizi alacaklar mı belli değil. Kenter Tiyatrosu’na sığındık çünkü Leyla’nın Evi büyük bir prodüksiyon. Avrupa yakasında birkaç sahne dışında oynayacak yer yok. Ayda üç gün Kenter Tiyatrosu’ndayız.

Son bir soru, geçenler de yazdığınız Jennifer Lopez’in KKTC ziyaretiyle ile ilgili olan yazıya okuyucularımızdan bir takım eleştiriler geldi.  Fazla cinsiyetçi bulundu yazı. Bu konuya dair açıklamanızı alabilir miyim?

O yazı tam tersine cinsiyetçilikle alay eden bir yazıydı. Magazin gündemiyle dalga geçen bir yazıydı. Ve orada bir metafor kullanılıyordu. Fakat ben daha da komiğini anlatayım. Ben Metin Altıok ile ilgili bir yazı yazmıştım, faşizmle çok ağır dalga geçen, faşist düşünceyle, çok ağır dalga geçen bir yazıydı. Orada da yine böyle bir metafor vardı, maalesef insanlar ona sahip çıkmadığımı düşündüler. O yazıda faşist bir adam ilk defa Metin Altıok’u anma gecesine gidiyor ve Sivas’ta yaktığı için çok üzülüyordu. Fakat o metaforu anlamayanlar olmuştu. Böyle metaforlu yazıların altına bu bir metafordur falan yazmak gerekiyor galiba…

Metin Göksel, Volkan Mantu /MİMESİS

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.