Yatar Bursa Kalesi’nde Nâzım ile Balaban

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Barış Yıldırım

İbrahim Balaban, Türkiye’nin resim sanatında o kadar kendine özgü bir yere sahiptir ki, çizgileri kolay kolay bir yere, bir akımın güvenli kucağına oturtulamaz. Öyle ki, Bursa Hapishanesi’nde ona resim çizmeyi öğreten Nâzım Hikmet “Buna da Balabanizm denir, olur biter,” diye “çözmüştü” olayı.

İbrahim Balaban, ya da Bursa köylüklerinden “İbraam Ali”, önce adli sonra siyasi davalardan 10 yıldan fazla hapiste kaldı. İçeride, zeytinyağına kalem batırarak resimler çizmeye çalışırken, birlikte kaldığı Nâzım Hikmet’in yol göstericiliğiyle ressam oldu. Bir yandan da onun verdiği kitapları okuyordu. Önce 1941 yılında hintkeneviri yetiştiriciliğinden yattı; sonra kısa bir süre dışarıda kaldıktan sonra düğününü basan hasmını öldürmekten içeri girdi.

Bundan sonraki hapislikleri ve sürgünleri ya Nâzım’la olan ilişkisi vesilesiyle siyasi sebeplerden ya da resimlerinden dolayı olacaktı ki ikisi de aynı kapıya çıkar. Balaban hem ressam oldu hem sosyalist. 1950 affıyla çıktıktan 11 yıl sonra çizdiği bir resim yüzünden altı ay hapishanede kaldı. Birçok sergisi yasaklandı. Sanat görüşlerinde Nâzım’ın etkisi açıktır; ona göre konu bir özdür ve kendi kabuğunu yaratır. Biçimi içeriğin bir ürünü olarak gören bu yaklaşım Balaban’ın geniş bir üsluplar ve renkler yelpazesi üzerinde dağılan fakat ressamını da her zaman itiraf eden resimlerinde gözlemlenebilir.

İbrahim Balaban, yine ressam olan oğluna adını verdiği hocası Nâzım Hikmet’le ilişkilerini Şair Baba ve Damdakiler adlı anı kitabında anlatır. Mavi Gözlü Dev filmi de dâhil olmak üzere Nâzım hakkında üretilen eserlere kaynaklık eden bu kitap Haldun Çubukçu tarafından oyunlaştırılmış. Dünya prömiyeri yapılan 60 yerli eserden biri olan oyun, Ayşe Emel Mesçi rejisiyle Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sergileniyor.

Kitabın Çubukçu tarafından oyunlaştırıldığını söyledik, oyun tanıtım bilgilerinde de böyle yazıyor, ama aslına bakılırsa Balaban’ın kitabındaki anılar oyunun en fazla yarısını oluşturuyor. Geri kalanı, Nâzım’ın İnsan Manzaraları’ndan, bir çok iyi bilinen şiirinden ve Ferhat ile Şirin oyunundan kotarılmış.

Metin hakkında ilk söylenmesi gereken şey belki de bunca öğenin anlamlı bir cümle oluşturamıyor olduğu. Tek tek değerli malzemeler, bir araya gelince eklektik bir bütünsüzlük oluşturabilmiş ancak. Bazı oyunlar vardır, metinler öyle iyidir ki gösteri kötü olsa bile gözlerinizi kapatıp radyo tiyatrosu gibi dinler ve yine de zevk alabilirsiniz.

Bu oyun için de benzer bir umudum vardı. Ancak bir yanda “devlet teatral oyunculuk” diyebileceğim abartılar, diğer yanda Nâzım’ın her satırına sızan sosyalist bilincin ruhundan uzak “şiir okuma”lar, kurtuluş savaşı müsameresi tadında ortalıkta dolaşan kağnılar, bir iki sahne eşyasıyla kotarılan tablolarda şiirlerin “nakledilmesi” gibi durumlar salt edebi bir zevk almayı bile engelliyor.

Bir eklektik bütünsüzlük konçertosu

Aynı eklektizm, oyunun –metin dışı– teatral malzemesi için de geçerli. Şiir dramatizasyon, halk oyunları, dans, projeksiyon, dönemin tarihsel olgularını gazete haberleri olarak veren dış ses, Ortaçağ sonrasının tableau vivant’larını hatırlatan canlı resimler ve bunların yanında neredeyse azınlıkta kalan diyaloglu sahneler zeytinyağı ve su misali hep ayrı ayrı yüzüyor.

Oysa bu bir türlü bir araya gelemeyen unsurları içinde tutan “kap”, başarılı bir tasarıma sahip; Ali Cem Köroğlu’nun dekoru hem kullanışlı hem de –Yakup Çartık’ın ışıklarıyla birlikte– hapishane atmosferini yansıtmakta son derece mahir. Ancak oyun ilerledikçe yukarıdan inen, aşağıdan yükselen, sağdan soldan inip kalkan, arka duvarda bir açılıp bir kapanan dekor parçaları yorucu olabiliyor.

Mesela sırf o sırada lafı geçen bir Balaban tablosunu bir iki dakika gösterebilmek –o araya da mümkünse bir Nâzım şiiri sıkıştırmak için– koca, tekerlekli bir gövde sahneye kenardan sokulup çıkarılıyor; sırf bir başka Nâzım şiiri okunurken fon olsun diye yer yarılıyor içinden koltukta oturan Pirâye falan çıkıyor, Nâzım ona kitaplarından da okuyabileceğimiz bir şiirini okuyor vb. vb.

Serim takıntısı oyunun başına bela. Hem de ne serim. 1940-50 arasındaki olaylar tiyatronun herhalde en bayat serilmeme yöntemlerinden olan bir dış sesle mikrofondan okuma biçiminde kafamıza dolduruluyor. Serim yapmanın en kötü yolu olayı bilen birinin olayı bilen bir başkasına olayı anlatmasıdır ki sahnedeki serim düzeyi buralara kadar düşüyor.

Ayşe Emel Mesçi’nin hemen tüm oyunları gibi çok kalabalık bir kadro var. Masklar, halk dansları, dövüş sahneleri ayrı kişilerce hazırlanmış ve çalıştırılmış. Tahsin İncirci’nin senfonik müziği, sahnede çalınan (ya da çalındığı imlenen) ney, mey, kanun, darbuka gibi çalgılarla ve Bethoven Hasan’ın ağzıyla çıkardığı melodilerle birleşerek çeşitli duygu durumlarını yansıtmayı başarıyor.

Mesçi’nin rejileri için getirilebilecek bütün eleştirilere rağmen, yönetmenin bu atmosfer yaratma gücünü hep hatırlamak gerekiyor zaten. Ne var ki, dönemden midir, metni ve gösterimi harap eden eklektizmden mi, bu atmosfer sık sık (bir oyunu ağır eleştirmek için kullanılan bu klişeyi kullanmak istemiyorum ama aklıma da başka bir şey gelmiyor) bir müsamere atmosferi oluyor.

Hele, mesela 10 Kasım tarihinin ağır dramatik bir müzikle vurgulanması, Nâzım’ın polis ajanı sandığı adamı başından savmak için “Bırak Engels’i git altı oku öğren” demesinin ciddiye alınması gibi meselelerse Nâzım’a 60-70 yıldır yapıştırılmaya çalışılan ama asla tutmayan Kemalist yönelimi yapıştırmak için bir başka başarısız girişim havası veriyor. Bu da oyunun metinde ve performanstaki eklektizmine paralel bir biçimde bir siyasal eklektizm çabası ki söz konusu olan ömrünü ülkesinin devrimine vermiş bir komünist şairse elbette tutmuyor.

Yardımcı rollerden Namazcı Cavit’in bir softa, İbram’ın annesinin “cefakâr Anadolu anası” olarak karikatürleştirilmeleri belli ki reji seçimi ve oyunun başına musallat olan eklektizmleri besliyorlar. Bir yanda gerçek kişiler, diğer yanda karikatürler, arada girip çıkan figürler bir türlü bir üslup bütünlüğü teşkil edemiyorlar.

Oyunun iki temel rolünden İbram Ali (Balaban) rolündeki Cengiz Uzun’un dansları da içeren oyunculuğu sınıfı geçmeyi başarıyorsa da Nâzım rolündeki Okan İrkören için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu kısmen –ama sadece kısmen– “ağır” isimlerin sahneye ve perdeye çıkarılmasındaki güçlüğe atfedilebilir; bu vakte dek ne sinemada ne tiyatroda izleyenleri tatmin etmeyi başaran bir Nazım göremedik ne de olsa.

Büyük şiirleri şarkılaştırmak, büyük romanları filmleştirmek gibi büyük kişileri karakter olarak çizmek de “zor zanaat.” Hele bunu çeşitli metin parçalarını, gösterim araçlarını ve birbirini tutmaz politik görüşleri aşure kazanına atar gibi birbirine katarak yapmak ise neredeyse imkânsız.

Mesçi’nin rejisi ne gerçekçi ne de imkânsızı başarıyor.

Bu yazı Halkbank Kültür Sanat Sitesi’nde yayımlanan “Nâzım ve Balaban” başlıklı yazıdan (http://kultursanat.halkbank.com.tr/culture/Theater/Theater.asp?type=1&TheaterID=307) Mimesis için genişletildi.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

Yanıtla