Bizim Camiada Entelektüeller Sevilmez

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Eda Göklü’nün Nilüfer Açıkalın ile yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz. )

Nilüfer Açıkalın; 18 yaşında başlayan oyunculuk macerasına Orhan Oğuz imzalı, kişisel bir hikâyenin anlatıldığı ‘Hayde Bre’ filmiyle devam ediyor. Ancak beyazperde onunla karşılaşacağınız tek alan değil. Yıllardır yazar kimliği ile başka bir serüven yaşayan sanatçının sekizinci öykü kitabı da yolda. Açıkalın, seçimleri, yeteneği, güzelliği ve tutkularıyla kendini ‘göçebe ruhlu’ olarak tanımlıyor.

Nilüfer Açıkalın ile karşılaştığınız zaman onu görmeyi, seyretmeyi ne kadar özlediğinizi hatırlıyorsunuz. Şöhretle tanıştığı “Kim Bunlar?” döneminin üstünden çok sayıda sinema filmi, birkaç dizi, kendi kaleme aldığı yedi öykü kitabı geçmiş olsa da, sanki onun yaşadığı dünyada zaman durmuş gibi. Evinde öykülerini yazan, hikâyeler kurgulayan Nilüfer Açıkalın, bugün kendini güçlü bir şekilde oyunculuk yapmaya hazır hissettiğini belirtiyor. Son performansı, eşi yönetmen Orhan Oğuz’un annesi ile dedesinin hikâyesini anlattığı “Hayde Bre” filminde. On yıllık bir proje olan filmde, Orhan Oğuz’un annesi Saadet’i canlandırıyor.

• Hatıralarınızın oluştuğu ilk ev neresiydi? Kimler var o evde?

Çok enteresan; ilk hatırladığım belki de hiç hatırlanmayacak bir yaşa ait. Henüz beşik yaşındayım; evin ortasında iplerle kurulmuş bir salıncaktaydım ve ipimi kocaman bir tekir kedi ağzıyla hareket ettiriyor. Annemin kedisi; adı da Tekir’di. O görüntüyü hiçbir zaman unutamam. Ara sıra belki o anı hatırlamam mümkün değildir diye düşünüyorum ama o kadar gerçek ki, içten içe mümkün olmasını istiyorum. Zira annem söylerdi; ‘Bebekken Tekir senin beşiğini sallardı’ diye. Orası annem, babam ve benim olduğum, küçük teraslı, terasının 1400’lerde yapılmış bir camiinin avlusuna baktığı bir evdi. Esekapı adında çok sakin bir muhitte; Çapa Tıp Fakültesi’nin hemen arka tarafı. Çoğunlukla göçmen ailelerin yaşadığı, bu nedenle ilişkilerin ‘ömürlük dostluklar’ diye tanımlandığı, mahalle komşularının kan kardeş ve sütannelerden oluştuğu enteresan bir yerdi.

• Nasıldı ailenizle olan diyaloğunuz? Anne ve babanızla ilişkinizi ne tanımlıyordu?

Eğitim, terbiye ve terbiye… İkisi de Balkan kökenli; saygı mefhumu ise çok önemliydi.

• Tek çocuk musunuz?

On yaşıma kadar tek çocuktum. On yaşındayken kardeşim dünyaya geldi; hayatımı kurtardı. Evde tek başıma kitap okurdum sürekli. Aslında okulda faaldim; folklor, tiyatro, kompozisyon yarışması, her yerde varlığım muhakkak hissedilirdi. Derslerimde de çok iyiydim.

• Ne işle uğraşıyorlardı?

Babam eski futbolcu; Fenerbahçe’nin ilk futbolcularından. Adı Sabahattin; ‘Sarı Sabahattin’ derlermiş ona. Aynı zamanda demirciydi; Kapalıçarşı’da bir demir dükkânı vardı. Babama ‘Demir kafa Sabahattin’ dedikleri de olurdu; kafa golleriyle ünlüydü. Annem ev kadını. Güzel sanatlarla iç içe bir kadındı. Nakışla, şiirle ilgilenen, bütün kadın dergilerinin müdavimi olan bir hanımefendi. Çok duygusal, giderek daha da duygusallaşan bir kadındı.

• Oyuncu olma isteğinizi aileniz nasıl karşıladı?

Aslında ailem oyuncu olmamı istemiyordu. Geleceği olmayan bir meslek olduğunu düşünüyorlardı. Tabii annem babam böyle düşünürken, diğer akrabaların daha farklı, daha sinir bozucu ve olumsuz yaklaşımları vardı. Ben ise devlet konservatuarını bitirdikten sonra mecburi hizmetimi yapıp Devlet Tiyatrosu’nda oyunculuk yapabilirim diye düşünüyordum. Ailemi ikna eden de bu oldu; ayrıca evlenmiştim de, kararlarıma karşı yaptırımları azalmıştı. Kapasitem belli; bir işe konsantre olduğum zaman onu en iyi şekilde yapmak istiyorum. Üniversite okuyacaksam da eğer, onu en iyi şekilde bitirmek istiyorum. Tek amacım bu.

• Tiyatro eğitimine başladığınız aynı yıl, çalışmaya da başlıyorsunuz.

Evet; okula girer girmez ilk yıl, yeni canlanmış TRT’de beş tane genç televizyona çıktık ve bir anda Türkiye çapında ünlü olduk. Peker Açıkalın, Levent Tülek, Levent Kazak, Pelinsu Pir ve ben… Yaş, 18. O da bir kırılma noktasıydı.

• Yazarlık nereden kaynaklanıyor? Bir röportajınızda; ‘Edebiyat benim için tiyatrodan çok daha önce vardı’ diyorsunuz.

Doğru! Çıkış noktası annemle babam. Bana ilk öğretilen şey, en iyi arkadaşların kitaplar olduğuydu. Altı yaşında okuyup yazmaya başladım; on yaşına kadar evin tek çocuğuydum ve okumak, yazmak bir tür kendimi ifade etme şekliydi benim için. Ancak abartılı alçak gönüllülük nedeniyle yazdıklarımın uzun yıllar öykü olduğunun bilincine varmadım. Meğer öykü yazıyormuşum. Yazıyorum ve yazdığımın başı, gelişmesi, sonucu olan veya özel bir kurgusu olan özel bir hikâye olduğunun da bilincindeyim fakat ona değer verme noktasında kendimle problemlerim vardı. O da kişilik gelişimiyle alakalı sanırım.

• Yazdıklarınızı başkalarına okutuyor muydunuz?

Hayır… Yalnız bir gün Metin Kaçan’a (hayatımın dönüm noktalarında rol alan çok önemli arkadaşlarım vardır, Metin onlardan biri) yazdığımı söyledim. Öykülerimi bir dosyada ona verdim. Metin o dönem Gendaş Yayınları’nda çalışıyordu. Öyküleri okudu ve bana; ‘Nilüfer, sen akıl almaz şekilde yazıyorsun ve bunlar gerçekten çok farklı şeyler’ dedi. Böylece ilk kitabım Bıçak Sırtı yayımlandı.

• Kaç öykü kitabınız var?

Yedi… Sekizinci ile dokuzuncusu yakında çıkacak. Şimdi de uzun bir hikâye üzerinde çalışıyorum.

• Edebiyat hayatınızda paralel devam ederken, oyunculuk ne zaman önem kazandı?

İlkokulda, yıl sonu müsameresine hazırlanıyorduk. Çeşit çeşit elbiseler dikilmiş, provalar yapılmış; derken o gün kızamık oldum. Öğretmenim anneme; ‘Nilüfer kızamık olabilir ama bütün rollerde oynuyor. Ya müsamereyi iptal edeceğiz ya da onu sahneye çıkaracağız’ dedi. O gün sahnede olmak, kuliste bekleyişlerim, hepsi bir rüya gibi aklımda şimdi. Çok ateşim var, ilaçlardan dolayı kafam tuhaf, sırları dökülmüş bir aynadan bakar gibi hatırlıyorum o günü… Annem ve babamla birlikte düzenli olarak sinema ve tiyatroya gidiyorduk zaten. Sahnede oyun başlamadan önceki hazırlıklar sürerken, perdenin altındaki gölgeleri izlerdim. Sahneye ilk Nejat Uygur’un kucağında çıktım. Selam sırasında beni görüp beğenmiş, babamdan isteyip kucağına alıp birlikte selam vermiş ben daha küçücükken…

• İki ayrı kimliğiniz var; yazar ve oyuncu. Biri birini gölgeliyor mu?

Evet tabii, gölgeler altında yaşıyorum! Bence birçok eleştirmenin, yayıncının, editörün de söylediği gibi eğer oyuncu olmasaydım, şu anda Türkiye’deki öykücüler arasında parmakla gösterilenlerden biri olacaktım. Şimdi parmakla göstermiyorlar biliyorum, ama bir şekilde akıllarının köşesindeyim. Oyunculuk konusunda ise; bizim camiada entelektüel insana iyi gözle bakmazlar. Birazcık boş olmak mı lazım, bilmiyorum. O da iyi bir şey değil aslında uzun vadede. Ben, iyi niyetle ufka ve uzun vadeye bakmaya çalışıyorum açıkçası. Çünkü oyunculuk yapmayı özledim. Sadece evde zapping yaparken görebiliyorum; ne diziler çekiliyor, hangi oyuncular oynuyor. Bir şekilde mesleğimi yapmalıyım ve yeteneklerimi kullanmalıyım. Bunun için iyi ve doğru bir zaman.

ÇOCUĞUMLA BİRLİKTE BÜYÜDÜ

• Çocukken nasıl bir aile kurmayı hayal ediyordunuz?

Evliliğim, evcilik oyunuydu. 18 yaşındaydım. Arkadaşlarla birlikte ortak hayatlar yaşıyorduk. Televizyon için skeçler yazıyorduk, beraber sabahlıyorduk, beraber akşamlıyorduk. Kalabalık bir hayat; öyle sürdü gitti. Bu hayatın içinde, klasik annem ile babamın ya da çevremdekilerin sahip olduğu aile hayatı zaten hiç bana göre değildi. Hâlâ da değil. Böyle bir şey hiç düşünmedim ama bu arada bir tane de çocuk büyüttüm. Birlikte büyüdük, birlikte öğrendik. Oyun gibi başlayan ve sonra gerçeğe dönen bir hayat yaşadık. Orhan Oğuz, yaklaşık 17 yıl önce Siyaset Meydanı’nda evlilik teklifi ettiğinde ‘Evet’ dedim. Her sorduğunda da hâlâ derim. Ama resmi olarak evlenmedim. Tunç ve benim ana-oğul ilişkimiz nasıl herhangi bir belgeye ya da kan bağına ihtiyaç duymuyorsa, ilişkilerin de sevgiden başka bağlayıcı unsura ihtiyaç duymadığını düşünüyorum.

Eda Göklü

Habertürk

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.