Monet, Zola ile Işıklı Bir Yeni Yıl

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Nedim Saban

2011 yılına Paris’te giren şanslı vatandaşlardan biri olarak, Champs Elysees’de geçtiğimiz yıllarda restore edilen ihtişamlı Grand Palais’nin (Saray) önünde soğuktan donan sanatseverleri yararak, üç ay önceden aldığım biletimi yetkililere büyük bir özgüvenle göstererek girdiğim Claude Monet sergisinin bana son yıllarda izlediğim pek çok tiyatro olayından daha fazla yaşattığı keyfi katlayarak eriştiğim katarsis sonrasındaki duygularımı kaleme alayım yeni yılın ilk yazısını…

Rönesans’taki sanatın göstermelik kusursuzluğunu tekdüzelikten kurtararak, tüm devrimci sanatçılar gibi yaşamının ilk yıllarında dışlanan Monet, açlık, sefalet sınırında dolaşmıştır. Onun için resim yapmak, fotoğrafı yakalamak değil, fotoğrafın ötesine geçmektir. Rönesans, taklidi kusursuzlaştırmak ve dinsel kalıplar içine sıkıştırmak adına mükemmelleştirmek için çabalarken, Monet’nin başlattığı izlenimcilik akımı, sanatta taklitçilikten öteye geçmenin önemini vurgulamıştır.

Türk Tiyatrosu’ndaki bazı yapıtların artık bizi heyecanlandırmamasının nedeni, bu kaba taklitten bile öne geçememe meselesinden çıkmıyor mu? Ya da gerçeği yakalamaya çalışırken içselleştirememe yeteneksizliğinden? Bunun nedeni, 21. Yüzyıl insanının, yitirdiği ayrıntılama duygusunun yanı sıra, taklitler aslını yaşatır düşüncesinin çağımızda geçerliliğini yitirmesi olmalı! Teknoloji o kadar hızlı ve insanlar seri üretim konusunda o kadar bilinçli ki, çakma ile gerçeği ayırt etmek çok kolay artık. Ancak zaman zaman gerek hükümet yetkililerimizin, etkililerimizin, bazı yazarlara, gazetecilere “doğruyu yazın” gibi nazik (!) uyarıları, gerek bazı bakanlarımızın izledikleri televizyon dizilerinin yazarlarını sapıklıkla suçlayan tuhaf açıklamalarıyla, çağımızda da düş gücünü sınırlandırarak, kaba gerçekçiliğin sınırlarına hapsedilmeye çalışıldığına tanık olmaktayız. Sakın televizyon dizilerinin düş gücü mahsulü olduğunu söylediğim sanılmasın, üretimin sınırlı gerçekçilikle kısıtlanılmasına itirazım var! Küçük dünyalarda yaşayanların gerçek sandıkları minik dünyaların öykülerimizi ve masallarımızı fena halde vurarak, bizi büyük bir hapishaneye mahkûm edeceklerinden korku duyuyorum.

Realizmin doruğunda dolaşan İbsen Tiyatrosu’nda duygular doğru ayrıştırılmazsa, gerçekçilikle avamlığı karıştırmak çok mümkün. Strindberg’in “Matmazel Julie”sini sınıfsal çatışma olarak derinleştirmez, sadece gerçekçilik akımına kilitlerseniz, televizyonlarda izlediğiniz sıradan bir hanımefendi-uşak aşkına döner. Bu nedenledir ki, örneğin İbsen’in “Hortlaklar”ına salt bir realist okuma yapmak yerine, başkarakter Osvald’ı, günahlarıyla doğan, daha doğarken kirletilmiş bir trajik kahraman olarak yorumlarsanız, İbsen’e ancak o zaman hak ettiği değeri verirsiniz. İbsen, yapıtlarında, her devrimci sanatçının yapması gerektiği gibi, gerçeği tekrarlamak yerine, yeniden keşfetmeyi amaçlar. Zola’nın kahramanı Therese Raquin de, aynen Nora gibi, yazgısına karşı direnir. Öte yandan, doğa onu aynen Osvald gibi kusurlu yaratmıştır, başkalarının günahlarını taşır, kader çizgisinde yer alan cinayeti işler, Monet’nin resmettiği olağanüstü güzellikte tabiatın kurbanı olur.

Monet’ye hayranlık duyan Zola, Monet’nin başını çektiği izlenimci akımdan Degas ile bir romanı nedeniyle ters düşmüşse de, doğanın insanoğlu üzerindeki yazgısıyla hep savaşmıştır.

Gönül, Türk Tiyatrosu’nda, Emile Zola’nın politik olarak savaş verdiği “Dreyfus Davası”nın, aydın kıyımı yaşandığı günümüz Türkiye’sinde yeniden gündeme gelmesini ve şu anda dünya tiyatrolarında oynanan “Dreyfus Davası” adlı oyunun Türkiye sahnelerine taşınmasını, “On İki Öfkeli Adam” adlı oyunun bu gözle yeniden sahnelenmesini isterdi.

Tiyatro sanatının en yüzeysel tanımı, “tiyatro insanı insana insanla anlatır” olarak bilinir.

2010 Türkiye’sinde sanatçılar, sahneye insanı taşırken, kuşkusuz üzerlerine büyük sorumluluklar düşüyor. Statükonun isteği, en yüzeysel anlamıyla kaba bir gerçekçilik, doğa yazgısına mahkûm olan insan, teslimiyetçilik. Öte yandan, 21. Yüzyıl insanı hiçbir kalıba ve yüzeye sığamayacak kadar derin ve kişilikli. Sanat, insanı resmederken, resmin ötesine geçebilmeli, sanatçı insanı insana anlatırken ondan beklenileni yapmak yerine şaşırtmalı, gerçeği yeniden keşfetmeli.

Tiyatro, gerçeği yeniden yaratabilirse, düzeni değiştirir ve ülkemizi aydınlatır, tiyatro işte o zaman çağının ötesine geçer. Monet ve Zola’yla beraber girdiğim yılbaşında bunları yaşadım. Zola, dönemin cumhurbaşkanına “Suçluyorum” diye başkaldırabildiyse, Monet’nin resimlerindeki ışık denemelerinden cesaret aldığı içindir.

2011’in bu anlamda ışıklı geçmesi dileğiyle.

Birgün

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nedim Saban

Yanıtla