Yeni “Konsept” Tiyatrosu

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Şebnem Sözer

Son 10-15 yıldır Türkiye Tiyatrosu değişip yenilenmekte. Seyirciler daha önce hiç görmedikleri tarzda oyunlar görmeye başladılar. Üstelik bu yeni tip oyunlar tek tük olmaktan çıkıp, özellikle İstanbul’daki özel tiyatrolarda azımsanamaz bir sayıya ulaşmaya başladılar. Bir önceki dönemle karşılaştırılsa şu anki üretimin muazzam boyutlara ulaştığı söylenebilir. Bu değişimi çoğumuz en başta çoşkuyla karşıladık; daha önce sahnede ele alınmamış konuların ve denenmemiş biçimlerin tiyatrolarda yer bulduğunu gördük; yeni “alternatif” mekân ve grupların ortaya çıkıp tutunabilmelerine sevindik; “cesur” girişimleri alkışladık. Bu yenileşme bugün bir yandan hızla devam etmekte, öte yandan, örneğin daha önce DOT’un Türkiye’de tek isim olduğu in yer face gibi tutulan “akımlar” yaygınlaşmakta.

Fakat bugün bizler, grupların kalitesi, tecrübesi, yeteneği, iyi niyeti, vb. tartışmaların ötesinde, yavaş yavaş bir tatminsizlik ve rahatsızlık duygusu hissetmeye başladık. Bu rahatsızlığın kaynağı, aslında daha önce tiyatrolarımızda görmediğimiz basit şeylerdi. Henüz bir oyunun provası başlamadan promosyonunun başladığını ve hatta neredeyse biletlerinin satışa çıkmaya başlayacağını gördük. İnternette merak ettiğimiz yeni oyunların “tanıtım” videoları ya da fotoğraflarına “tık”ladığımızda, oyundan –ya da en azından provasından – sahneler görmeyi beklerken, bugün çok yoğun bir şekilde maruz bırakıldığımız reklam filmleri estetiğinde konsept çekimlerle karşılaştık. İlk başlarda barlarda oynanan oyunlarda ilk içki bedavaydı. Ama daha sonra bazı yapımcılar bize son provaların bir kısmının basına açık yapılacağını duyurdular, ya da bizi oyuncularla “sohbet etme fırsatını yakalayacağımız” bar partilerine davet ettiler. Oyundan önce oyunun “imge”leriyle karşılaşmaya başlamıştık. Bu durumun ne olduğunu az çok anlamakla beraber, Elinor Fuchs’un Karakterin Ölümü kitabındaki “çarşıpazar olarak tiyatro” bölümünü okumadan önce tam olarak dile getirmekte güçlük çekiyordum. Bugün Türkiye Tiyatrosu’na pek çok yenilikle beraber “çarşıpazar” tiyatrosunun da girmekte olduğunun farkına vardım. Fakat ben bu durumu, Fuchs’a paralel olan bir konumdan okusam da, ona “konsept tiyatrosu” isminin verilebileceğini düşünüyorum.

“Konsept” (kavram) denen şeyin her zaman bir projenin özü olarak yüceltildiği ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde eğitim almış biri olarak, günümüz sanat ve tasarım ortamlarında “konsept”in kavranış ve kullanılma biçiminin olumsuz yönünü, Deleuze ve Guattari’nin Felsefe nedir? kitabını okuyana kadar hiç düşünmemiştim. Deleuze ve Guattari, bundan yaklaşık 20 yıl önce, başlıca işini kavramlar yaratmak olarak tanımladıkları felsefenin bu önemli görevinden gitgide uzaklaşmakta olduğunu iddia ediyorlardı. Üstelik felsefe son yıllarda bu konuda, sosyoloji, dilbilim, psikanaliz gibi pek çok güçlü rakiple de karşılaşmıştı. Ama en sonunda daha küstah, daha musibet rakiplerle kapışmak zorunda kalmıştı:

Nihayet, bilgiişlem, pazarlama, tasarım, reklamcılık, yani iletişimin tüm disiplinleri, bizatihi kavram sözcüğünü sahiplenip; bu bizim işimizdir, yaratıcı olan bizleriz, biz kavramlaştırıcılarız! dediklerinde, utanmazlığın en dibine inilmiş oldu. … Pazarlama kavram ve olay arasındaki belli bir ilişki fikrini belledi; ama gelin görün ki kavram bir ürünün sunuluşlarının (tarihsel, bilimsel, sanatsal, cinsel, pragmatik) bütünü ve olay da, çeşitli sunuluşları sahneye koyan sergi ve bunun vesile olması beklenen “fikir alışverişi” haline geldi. Olaylar yalnızca sergilerdir ve kavramlar da, yalnızca satılabilecek ürünler.[1]

Artaud’dan beri tiyatronun bir şeyi temsil etme fikrinden vazgeçip bir “olay” yaratmasını bekliyoruz. Fakat bugün, (sanatsal, kültürel, sportif, vb.) bir “olay” tüketilebilir bir meta haline gelmiştir. Bu, sanatsal etkinlikler için indirim kartına sahip olmak ya da bardaki oyunda ilk içki ya da yemeğin bedava olmasından öte bir şeydir. Elinor Fuchs bu tüketim deneyimini “çarşıpazar” tiyatrosu, ya da “alışveriş” tiyatrosu olarak tanımlar. Ona göre, bugün kimi tiyatro oyunları bize, çarşı pazar dolaşırken üzerimize giyip çıkardığımız giysiler misali hevesle üzerimize giyip çıkarabileceğimiz “deneyim”ler sunmaktadır. Bizler ise tiyatro tüketicileri olarak bize sunulan deneyimler içinde dolaşarak, bize uygun olanları satın almak üzere “seçimler” tapmaktayız.[2] Ortaya konan bu duruma hemen şöyle bir itiraz gelebilir: “İyi de, isteyen kişi ona bir tüketim nesnesi olarak sunulan kültürü tüketir, istemeyen tüketmez. Ne var bunda.” Buradaki can alıcı nokta, tiyatroda bize sunulan “deneyimlerin” içinde bulunduğumuz, bizi kuşatan ve acı veren kültüre “alternatif olay”lar olarak sunulmasıdır. Sonuçta “ne de olsa, tiyatro her günkü, sıradan şeylerle karşılaşacağımız bir yer değildir; bize bu boğucu yaşamın içinde bir nefeslenme olanağı sunabilir.” İşte, kırmızı perdeli bir salonu ve onun İtalyan sahnesinin içinde şatafatlı dekorlar arasında oynanan oyunu izlemeyi “tercih etmeyen”, bunun yerine şu an, bu izbe yerdeki eski deponun bakımsız merdivenlerinden aşağı, şok edici bir oyunu izlemek üzere inen seyircinin duyguları tam da böyledir. Deneyimlemeye gittiği şey izleyeceği oyun mudur, yoksa “o bakımsız depoda bir oyun izlemek” midir? Kim bilebilir?

Tiyatro seyircisi sürprizleri sever. Zaten tiyatro olayının kendisi sürprizlere açık oluşu ile tanımlanabilecek bir şeydir. Bir tiyatroda her an her şey olabilir. Oysa tüm varlığını yenilikler yaratmaya borçlu olan günümüzün tüketim kültürü aslında sürprizleri sevmez. Bu çok ilginç bir paradokstur. Tüketim kültürünün seyircisi tiyatroya “farklı bir şeyler” deneyimlemeye gelmiştir; ne deneyimleyeceğini tanıtım videoları, fotoğraflar ve afişlere bakarak belirlemiştir; satın aldığı olayın ne olduğunu içten içe bilmektedir. Tiyatroya gider, “olay”ı deneyimler, evine döner, arkadaşlarına anlatır (“çok tuhaf bir yerdi”) ve unutur. Şu soru hep havada asılı kalır: “Tiyatroya şok edilmek için giden bir seyirciyi gerçekten şok etmek mümkün müdür?”

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın yeni açılan performans mekânı Salon şu sıralar “İkiz” ismini taşıyan bir performansa ev sahipliği yapıyormuş. Alttaki yazı tamamen performansın tanıtım yazısından alınmıştır:

İKİZ

1 Şubat 2011 Salı 18.00-22.00

8 Şubat 2011 Salı 18.00-22.00

22 Şubat 2011 Salı 18.00-22.00

Ayakta 20 TL Öğrenci 20 TL

Ortaçağ’da krallar şatolarındaki galerilerinde eşsiz koleksiyonlarını tek başlarına gezerlermiş. 19. yüzyılda Osmanlı sultanları, saray tiyatrolarında gösterileri tek başlarına izlerlermiş. Günümüzde sanat halka açıldı ama deneyim süreci de kitleselleşti. 10 dakikalığına da olsa, siz de krallar gibi Salon’daki tek izleyici olacaksınız, küçük bir farkla: Gözleriniz bağlı olacak. Kavramsal sanatçı Genco Gülan’ın “ikiz” isimli performans projesi, seyir, seyirci, seyirlik kavramlarını sorgulayan ve seyirciyle birlikte oynanan bir oyun. Bir çift ikiz, katılımcıları tek tek içeri çağırıp gözlerini bağlayacak ve ellerinden tutarak Salon’a götürecek, masalsı macera bundan sonra başlayacak. Katılımcıların yolun sonuna kadar göremeyecekleri rota, birçok küçük sürprize gebe. İkizlerin anlattıkları hikâyeler kulağa tanıdık gelecek olsa da kısa gezinti şımartıcı olduğu kadar tehditkâr da. Beş eksi bir duyuya hitap eden “ikiz”, Salon takipçilerine benzeri olmayan bir deneyim vaat ediyor.

*Her performans yaklaşık 10 dakika sürmektedir, katılımcı sayısı sınırlıdır. Etkinlik saatinizi öğrenmek için ………. arayabilirsiniz.[3]

Fuchs “alışveriş” ve sözde “karşı-alışveriş” tiyatrosunun bugün tiyatronun sonunu getirebileceğini öngörüyor.[4] Belki de, yaşamını sürdürebilen tiyatro grupları ve dolu salonların artışıyla beraber yeniden canlanmaya başladığını düşündüğümüz Türkiye Tiyatrosu’nun nereye doğru evrilmekte olduğunu bir kez daha düşünmeliyiz. Birkaç yıl önce, artık poverty [yoksulluk]kelimesini kullanamaz olduğunu söyleyen, adını hatırlamadığım bir siyaset bilimcinin yazısına göz atıyordum. Bugün biz de sanırım, bir zamanlar içtenlikle sahiplenmiş olsak da, artık tiyatroda “gerçek”, “olay”, “performans”, “şimdi-ve-burada gerçekleşen deneyim”, “reji fikri” gibi sözleri kullanırken iki kez düşünmek zorundayız.


[1] Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Felsefe Nedir?, Turhan Ilgaz (çev.), 6. Basım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001, ss. 18-19.

[2] Elinor Fuchs, Karakterin Ölümü: Modernizmden Sonra Tiyatro, Beliz Güçbilmez (çev.), 1. Basım, İstanbul: Dost Kitabevi Yayınları, 2003.

[3]İKSV Salon: Etkinlikler, 2010, http://www.saloniksv.com/etkinlikler.asp#ikiz (25 Ocak 2011).

[4] Fuchs.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Şebnem Sözer

2 yorum

  1. murat Tarih:

    Yazının ilk bölümüyle ilgili itirazım var. İyi niyetli tanıtım çabaları sanki büyük reklam şirketlerinin pazarlama stratejileri gibi sunulmuş, keşke tiyatrolar tanıtıma bu kadar para harcayabilse de daha çok insan gelse, ya da duysa en azından… Neyi eleştirdiğiniz anlayamadım.

  2. acyalaz Tarih:

    Murat Bey bir kez daha okuyun isterseniz. Şebnem Hanım kimselerin dokunmaya cesaret edemediği, giderek kanıksanmaya başlanan konulara oldukça dikkatli ve incelikli bir biçimde değiniyor. Çok da iyi yapıyor.

Yanıtla