Bir Fotoğrafın Dramatiği: Yoksun

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bünyamin Aydemir

annemin beni doğurduğu gün kutlu olmasın”a dair

Sudan’da açlıktan ölmek üzere olan siyah, küçük bir kız çocuğu ile yanı başında onun ölümünü bekleyen bir akbabayı yansıtan fotoğraf, insanlığın kör vicdanında ne denli aksi seda bulmuş bilinmez ama, fotoğrafın sahibi Kevin Carter’ın intiharı bize durmadan Emil Michel Cioran’ın “sonuna kadar vardırılmış her bilinç tehlikeli ve sağlıksızdır, çünkü ancak sonuna kadar gidilmediği için dayanılabilir hayata” sözünü çığırıp duruyor. Hayata dair farkındalığın uç boyutu, kuşkusuz yaşamın ölüme karşı en korunaksız halidir ve insan burada bir gülümseme uydurur kendine: İntihar.

Savaş alanlarında binlerce insanı barbarca öldüren komutanı kahraman ilan edip, uluslarının tarihine abidelerini inşa edenlerin, Kevin Carter’ı “o küçük kızın fotoğrafını çekeceğine, karnını doyursaydın ya” diye eleştirmeleri insanlık vicdanının paradokslar üzerine kurulu çarpık yargılarını gösterir bizlere. Bu yargılar devam ettikçe, bize düşen Carter ve onun gibilerinin ölüme yürüyüşlerini yüceltmek ve “dünya böyleyse şayet, intihar etmekte her zaman geç kalınır” sözünü erdemli oluşun bir gereği saymaktır. Bu duyarlı duruş, her dem yeni ve canlı soluklar istiyor bizden; bir soluk, bir taze kan damarlarda gezinen…

Yazar Cuma Boynukara’nın Türk Tiyatrosu repertuarına yeni kazandırdığı Yoksun adlı oyun işte böylesi bir duruşa yeni ve canlı soluklar dahil etme çabasının bir ürünü. Doğasında insan-dünya/hayat karşıtlığını barındıran her sanat yapıtı gibi Yoksun da, alıcısını (seyirci, okuyucu) insanın çevresi tarafından ötekileştirilmesi perspektifinden yakalamaktadır. Oyun yukarıda sözü edilen fotoğraf ile 1994 yılında Pulitzer ödülü kazanan ama bir süre sonra girdiği depresyon sonucu kamyonetinde egzoz gazı ile intihar eden Kevin Carter’ın son gecesini konu almakta, bu son gecede ise Carter’ın yaşam öyküsüne ilişkin çeşitli ayrıntılarla biyografik bir sunum da yapılmaktadır. Olayın tarihsel gerçekliğine uyum sağlayan ama yazarın yaratısına dönük çeşitli tematik olguları da içinde barındıran kurgu, özellikle dilsel şiddetin/yıkımın merkezileştirildiği bir yapı barındırmaktadır. Dramatik özünü dünyanın ötekileştirdiği küçük, zenci bir kızın açlıktan ölmek üzereyken akbabaya yem olması fotoğrafından alan oyun, ayrıca bir fotoğraf nesnelliği kadar gözümüze ilişmese de, gündelik yaşamda insanların bir başkasını ne kadar kolay ötekileştirdiği temasına yer vermektedir.

Kevin, eski sevgilisi Kathy, arkadaşı Ken’in karısı Monica ve Monica’nın ev arkadaşı Angel’dan oluşan oyun kişileri arasında geçen oyun Kevin’ın Monica’nın evine gelişiyle başlar. Monica evde yoktur ve kapıyı Angel açar. Kevin alkollüdür ve Monica gelene kadar bir şizofren gibi zihni yalpalanmalar yaşar. Angel ile sohbeti bu yalpalanmalar etrafındadır. Ancak yine de insana ve insanın şekillendirdiği hayata ilişkin dikkat çekici vurgularda bulunur. Bunlardan ilki Yakup ile Esav’ın söylencesine dairdir. Yahudi ve Hıristiyanlık anlayışına göre Yakup ve Esav ikiz kardeştirler. Büyüdüklerinde Esav usta bir avcı olur. Yakup ise sürekli çadırda oturuyordur. Esav eve av eti getirdiğinden ötürü babası İshak’ın, Yakup ise anne Rebeka’nın gözdesidir. İshak yaşlandığında gözleri görmez olur. Ölmeden önce sevgili oğlu Esav’ı kutsamak, bunun için de kendisine güzel bir av eti yemeği hazırlamasını ister. Esav avlanmaya gittiğinde Rebeka Yakup’a Esav’ın kıyafetlerini giydirir. Oğlak etinden güzel bir yemek yapar ve Yakup’u Esav kılığında gönderir babasının yanına. Yakup, bedeni kardeşine göre daha kılsız olduğu için yakalanmaktan korkar ama İshak farketmez. Giysilerinden koklar ve şöyle der: “Halklar sana kulluk etsin, uluslar boyun eğsin. Kardeşlerine egemen ol, kardeşlerin sana boyun eğsinler. Sana lanet edenlere lanet olsun, seni kutsayanlar kutsansın”. Esav gelip de gerçek ortaya çıkınca İshak kandırıldığını anlar ama sözünden dönemez. Bu söylenceden hareketle tarih boyunca en kutsal kişi ve durumlarda dahi sosyal, siyasal ve ekonomik erk paylaşımındaki adaletsizliğe işaret eden Kevin, kendini, “birini ava gönderip, diğeriyle avdan geleni yiyen olmadım” diye tanımlar. Kevin, ayrıca kendine yakıştırılan “kaffir-boetie/zenci dostu” sıfatını da sahiplenir. Bir zenci olan Angel ile konuşurken, onu küçümsemediğini belirtmek için “Bana şöyle seslenirlerdi, kaffir-boetie” der. Bu arada Kevin kızı Megan’ın adını da sık sık anar. Yazar bununla Kevin’ın fotoğraftaki o küçük zenci kızın trajiğinden bir baba duyarlılığıyla etkilendiğini yansıtarak, tavrın nedenselliğine göndermede bulunmaktadır. Oyun, dinsel yanı ağır basan Angel ile Kevin’ın tanrı-insan-dünya üçgeni üzerine konuşmalarıyla devam ederken Monica içeri girer. Monica, dört kişiden oluşan “Bang Bang Kulübü”nün üyelerinden olan Ken’in karısıdır. Kocası Sudan’daki iç savaşta fotoğraf çekerken öldürülmüş, Kevin ise yanı başında öldürülen arkadaşına destek olacağına, onun fotoğrafını çekmekle yetinmiştir. Bu suçlama oyun boyunca açıktan veya gizil olarak Monica tarafından devamlı olarak Kevin’ın yüzüne karşı dile getirilmektedir. Monica şöyle der: “Ben Ken’i kaybettim. Siz ne yaptınız, Ken vurulmuş yerde yatıyor. Siz Ken’in ölüm anını çekiyorsunuz, bu kadar da profesyonelsiniz. Bu bir görüntü mü sadece, hayat salt görüntüyse neyi konuşuyoruz?” Hatta Ken’in öldürülmüş olmasına karşın, Kevin’ın Pulitzer ödülünü aldığı New York’taki törende “en büyük alkış banaydı” şeklindeki mutluluk gösterisi, Monica tarafından yine “duyarsızlık” yakıştırmasıyla sürekli yerilmekte ve bu, kahramanın suçluluk duygusunu pekiştiren olaylardan biri olmaktadır. Burada yazar mesleki açıdan görev bilinciyle insani sorumluluk arasındaki karşıtlığı vermekte, kahramanı ise bu iki kutup arasında can çekişen bir figür olarak yansıtılmaktadır. Monica Kevin’a karşı uzak açı bir yaklaşım sergiler. Konuşmaları hep Kevin merkezlidir. Kevin’ın yaşam öyküsü de adım adım işte bu konuşmalar etrafında açığa çıkmaktadır. Daha küçük bir çocukken kilisedeki rahiplerin insanlardan tanrı adına para toplamaları ve bunları kendi çıkarları için kullanmaları, sokak ortasında beyazlar tarafından dövülen bir zenciye kimsenin yardım etmeyişi, yine askerlik yaparken hizmet işlerinde koşuşturan bir zencinin, basit bir hatadan dolayı dayak yemesi, eczacılık ve DJ’lik yaparken de yine benzeri olaylara tanık olması… Ve dolayısıyla tüm bu olaylarda Kevin’ın haklının, yani güçsüzün yanında yer almasıyla başlayan sistem/düzen-dışı konumu ele alınmaktadır. Ne ilginçtir ki, Kevin yaşamı boyunca hep ezilenin yanında yer alıp, hatta bir yergi ifadesi olarak “kaffir-boetie” şeklinde anılmasına karşın, düzeni temsil eden insanlar tarafından fotoğraftaki o malum zenci çocuğa yardım etmemekle suçlanmaktadır. Toplumun bu paradoksal yargı mekanizması karşısında ne yapacağını bilemez halde, hayata ve düzene ilişkin sürekli sorular soran ve farkındalığını uç boyuta taşıyan Kevin, eski sevgilisi Kathy’nin de eve gelişi ve konuşmalara ortak oluşuyla iyice köşeye sıkıştırılmaktadır. Oyunun gelişim bölümünde Monica, kocası Ken ile birlikte duvara astıkları Kevin’ın ödül alan o ünlü “aç-zenci çocuk ve akbaba” fotoğrafını, perdeyi açarak gösterir. Büyükçe bir fotoğraftır ve oyun artık bu fotoğrafın önünde geçmektedir. Çeşitli metaforik anlamların yüklendiği bu fotoğraf aslında yaşadığımız dünyayı özetleyen veya dünyanın sözcülüğünü yapan bir işlev görmektedir. Açlıktan ölmek üzere olan küçük zenci bir kız ve onun ölümünü bekleyen bir akbaba… Fotoğrafın işlevsel olarak bir başka özelliği ise oyun boyunca Kevin’ın küçük zenci kızın hemen önünde durması, diğerlerinin ise akbabanın önünde yer almaları. Oyun kişilerinin bu metaforik sahne dizilişi yazgısal anlamda Kevin’ın küçük zenci kız ile, Monica ve Kathy’nin ise akbaba ile özdeşleştirilmesini sağlamaktadır. Bir başka deyişle, küçük zenci kızın fotoğraf karesi ile nesnelleşen ötekileştirilmesinin, sahne performansı aracılığıyla Kevin üzerinden verilmesi… Oyun finale kadar Monica ve Kathy’nin eleştirileri karşısında Kevin’ın hep savunmada kalmasıyla sürüp gider. Angel ise yer yer kutsal kitaptan alıntılar yapmakta, tanrının yüceliğinden ve insanın yanında oluşundan bahsetmekte, ancak Kevin’ın tanrı ile ilgili eleştirileri karşısında da akbabanın önüne giderek, diğerleriyle ortak hareket etmektedir. Angel, oyunun genel dokusunda, aslında bu dünyadan olmayan bir kişiliği yansıtmaktadır. Ağır basan tinsel yanıyla kirlenmiş/çürümüş olan bu düzenin insanı değildir o.

Tek perde ve iki sahneden oluşan oyunun final kısmında dramatik gerilim oldukça üst seviyeye çıkmaktadır. Burada acı gerçekleri hoyratça dile getiren Kevin’ın tıpkı bir mahkemede yargılanması ve suçluluğuna karar kılınmasına benzer bir durum söz konusudur. Hatta Kevin bunu şöyle dile getirir: “Mahkemenizi kurdunuz mu? Ne güzel… Evet mahkeme heyeti çoktan yerini almış, zaten hep oradalardı…”

Leş neredeyse, akbabalar orada!

Kevin aslında eve gelmeden önce intihar etmeye karar vermiştir. Bu, elinde taşıdığı çantadan çıkarıp Monica, Kathy ve Angel’a verdiği hediyelerden anlaşılmaktadır. Monica’ya Pulitzer sertifikasını, Kathy’ye fotoğraf makinesini, Angel’a ise çektiği bir fotoğrafı verir ve çıkar. Oyunun finali bir intihar sahnesidir. Kevin, kestiği hortumu arabanın bagajından çıkardığı bir bantla egzoza iyice bağlar. Arabanın içine geçip, kontağı çalıştırır, müziğin sesi yüksektir, sırt çantasını yastık olarak başının altına koyar. Uyumak için, sonsuza dek…

Düzenin çarpıklıklarına yaşamı boyunca karşı çıkmış bir kişinin, -kendi ifadesiyle- elinde olmaksızın yapmış olduğu bir hatadan ötürü suçlanıp ötekileştirilmesini anlatan bu oyun, suçlu ile suçlananın, doğru ile eğrinin, hak ile haksızlığın birbirine karıştırıldığı “parfüm kokan bir ceset”ten ibaret olan bu dünyanın fotoğrafını yansıtır. Oldukça yoğun ve devingen bir aktarımın sergilendiği oyunda dramatik aksiyon güçlü karşıtlık ve çatışma kutuplarıyla sağlanmaktadır. İç aksiyonun egemen olduğu kurguda dil’in diriliği dikkat çekmekte, konuşma örgüsü akıcı ve birbirini doğuran dişil bir yapı arzetmektedir. Kişileştirme kurgusunda ise birbirinden farklı özellikleriyle yansılanan oyun kişileri, oyunun kişi merkezli olmasını sağlayan güçlü donanımlarla şekillendirilmişlerdir. Hepsi farklı renklerde, ama ahenkli bir bütünlük içerisindedirler.

İyi bir teknik yapı ve doygun tematik özellikleriyle oyun dağarcığımızdaki yerini daha şimdiden alan Yoksun, “böylesi bir dünyada yaşamak savaşı kaybetmektir” duruşunu belleklere kazıyarak, çivisi çıkmış bu dünyanın onarım gereksinimine dikkat çekmektedir.

Yoksa, yazar Cuma Boynukara, Cioran gibi, “Canlı varlığın hiçliğinden ve gülünçlüğünden başka öğrenecek bir şey yoktur” mu demek istiyor?

Belki… Varın siz karar verin.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Bünyamin Aydemir

Yanıtla