Delidir Ne Yapsa Yeridir!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

CBÜ İktisat Oyuncuları’nın köy oyunları üzerine içeriden bir değerlendirme yazısı

Nazım Sarıkaya

Celal Bayar Üniversitesi İktisat Oyuncuları 2007 yılından bu yana İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde çalışmalarını aralıksız sürdürüyor. Bu sürede üniversite içinde gerçekleştirdiği üç tiyatro şenliğiyle birlikte dört salon ve iki sokak oyunu sergiledi. İktisat Oyuncuları çıkardığı sokak oyunlarını bulunduğu kampüsün yanı sıra iki yıldır Manisa’nın köylerinde sergiliyor. Kampüs içinde, kantindeki gösterimlerle köy meydanlarında, kahvelerdeki gösterimler arasında seyirci, oyuncu ve metinde birçok benzerlik ve farklılık ortaya çıktı. Bu tespiti oyunlar ve metin oluşturma süreçlerindeki deneyimlerin yanında; oyuna başlamadan evlerde, kahvelerde ve tarlalarda yaptığımız sohbetlerimize, röportajlara dayandırdım. Bu röportajları, çekilen videoları oyun görüntüleriyle birlikte kurgulayıp en kısa zamanda paylaşacağız. Belgesel çalışmamıza ulaşmak isteyenler cbuiktisatoyunculari@gmail.com adresiyle iletişime geçebilir.

Köy oyunlarına başladığımızdan bu yana metin oluşturma süreçlerimiz çok sıkıntılı oldu, oluyor. Daha önce hakim olmadığımız bir alan, yaş ortalaması çok değişken bir izleyici, her oyunda farklı bir mekan… İlk oyunlarımızda heyecanımızın yanında korku da vardı çünkü neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Açıkçası hepimizde biraz “şehirli tedirginliği” vardı. Aslına bakarsanız bu korkunun haklı yanları da yok değildi. Mesela ben son turnede trende oynarken akli problemli biri arkamdan bozkurt işareti yapıp “Abdullah Çatlı” diye bağırmaya başladı. Sesi ilk duyduğumda anlamlandıramadım. Dönüp arkama baktığımda biri üzerime doğru yürüyordu. Bir an ne yapacağımı bilemeyip oracıkta kalakaldım. Sonra arkama dönüp hiçbir şey olmuyormuş gibi oyuna devam ettim. Arkadaşlarım konuşarak yanıma gelmesini engellemişler. Oyun bitene kadar arkama dönüp bakamadım. Hayatımın en uzun süren oyunuydu diyebilirim. O kabus gibi son üç dakika bittiğinde derin bir nefes alıp diğer vagona koşturdum, yine arkama bakmadan. Belki de bu işte bizi bu kadar heyecanlandıran şey ne olacağını bilmeden oyuna başlamamız, bu tiyatronun “gerçekliği”. Tiyatronun sinemadan ayrılan en temel yönünü, kanlı canlı olmasını bu oyunlarda fazlasıyla yaşıyorduk. İlk zamanlardaki korkumuz her geçen oyun yerini sadece sahne heyecanına bıraktı. Bu etkinliklere alışmıştık. Köye ilk girdiğimizde nereye gideceğimizi, kimle konuşacağımızı biliyorduk. Kazandığımız bu tecrübeyle artık oyunlarımızı daha sağlıklı analiz etmeye başladık. Geriye dönük sürekli eleştirel bir tutum sergileyip dahayı arıyorduk her toplantıda. İlk net tespitimiz, köylerde yaptıklarımız ile şehir merkezinde veya kampüsta yaptığımız oyunların birbirinden kesin çizgilerle ayrışmaya başladığıydı. Kampüste alışık olduğumuz oyuncu-seyirci ilişkisini devam ettirirken köyde yeni bir üretim alanı oluşturduğumuzun farkına vardık ve bunu daha da ilerletmeliydik. Bu noktada önceki köy oyunlarımıza yönelik özeleştirilerimizin başında seyircinin “sözde etken” olması geliyordu. Oyunlarımız açık biçemdi, seyirciyle sohbet ediyorduk, oyunu kesip “ilizyonu bozuyorduk” vb. ama bunların hepsi önceden belliydi, yazılıydı. Bu durum epik oyunculukta ne kadar yetkin olursak olalım köylüyle aramızda seyirci-oyuncu ilişkisini ortaya çıkarıyordu. Bu yapay ilişki soğuk bir mesafe, adeta köy meydanına dördüncü bir duvar inşa ediyordu. Biz çok iyi oyunculuklar yapsak, çok güzel sözler söylesek, görsel reji buluşlarıyla oyunu beslesek de arzuladığımız ilişkiyi kuramıyorduk. Aynı oyunu benzer şekilde kampüs içinde veya kent merkezinde oynadığımızda köydekinden bambaşka bir durum ortaya çıkıyordu. Buralarda bizi izleyenler köylülere göre bu durumu daha kabullenmiş ve oyuncu-seyirci ilişkisinden memnun gibi geliyordu. Birkaç oyundan yola çıkarak bu tespiti yapıyorum, oynayan için seyredendeki bu farklılığı anlamak zor olmasa gerek.

Son oyunumuz “Ninni”nin masa başı çalışmalarına başladığımızda bu tespitleri ortaya koyarak yola çıktık. Önümüzde üç günlük bir turne programı vardı ve bu sefer köylülerle istediğimiz ilişkiyi kurmalıydık. Bunu başarabilmek için her şeyden önce köyde daha çok vakit geçirmemiz gerektiğini düşündük. Oyun öncesi köylülerle yapacağımız uzun sohbetler köydeki varlığımızı kanıksatabilirdi. Mümkünse oyuna başlarken bu sohbet ettiğimiz kişilerle birlikte sokaklarda gezip oyuna çağrı yapmalıydık. Böylece çağrı yaparken yanımızda köylüleri gören diğerleri doğrudan bize “yabancı” demeyecekti. Oyun öncesi seyirciyle kurduğumuz bu birlikteliği oyuna başlarken ve oyun sırasında da devam ettirmeliydik. Bu ön koşulla oyunu kurmaya başladık. Oyuncular köylülerin yardımıyla sahne elemanlarını yerleştirecek, kostümler alanda giyilecek ve makyajlar da orada yapılacaktı. Bu sırada anlatıcı doğaçlamalarla oyunun giriş bölümüne başlayacaktı. Bu doğaçlamaların özünü köylüyle birebir sohbetler ve şakalaşmalar oluşturacak, böylelikle seyirciyle kurduğumuz doğrudan ilişki devam edecekti. Anlatıcının olmadığı epizodlar ise şarkılı koreografilerle kotarılacaktı. Önceden çalışılan, prova edilen bölümler sadece bu epizodlar oldu. Oyunun dramatik yapısını bu iskelet üzerine kurduk. Oyunculuk üslubumuzda da seyirciyle kurduğumuz ilişkiyi devam ettirecek yöntemi “hikaye anlatma ve hikayeyi oynama” şeklinde belirledik. Söyleyeceğimiz söz de baştan kurguladığımız samimi ilişkiyle bütünleşik olmalıydı. Bunu yaparken yukarıdan bir gözle “nasihat veren, doğru yolu gösteren” tarzı bir kenara bıraktık. Çünkü bu üslup baştan kurmaya çalıştığımız ilişkiyi bitirecek, bizi ötekileştirecekti. Oysa bizim oynadığımız köylerini ziyarete gelen üniversiteli gençlerin onlarla paylaşacağı bir hikayeydi sadece. Onlarla az önce çay içen Anlatıcı’nın hikayesi. Hayatının çeşitli dönemlerini başka bir oyuncunun canlandırmasıyla köylülere anlatanın hikayesi. Onun her dönem “kötülerle” karşılaştığı, onu uyuttukları zamanlar… Buraya kadar tamam gibi görünüyordu ama önemli bir eksiklik vardı. Oyun başlayana kadar köylülerle birlikte hareket etmiş, sahneyi birlikte kurmuş, oyun boyunca etkileşim içinde olmuştuk ama oyunda biz ne dersek o oluyordu. Oyunun nereye gideceğini sadece biz belirliyorduk. Madem seyirciyle aramızda hiç ayrılık olmayacaktı o zaman oyuna onlar da müdahale etmeli hatta doğrudan oyunda oynamalılardı. Bunu da şöyle uyguladık: Oyunun son epizodu oynandıktan sonra (son epizotta Anlatıcı, Azrailleriyle karşılaşacak ve Azrailleri onu öldürdükten sonra üzerine kefen bezini bırakıp gidecek), anlatıcı; bu sonu beğenmediğini, çok acıklı bulduğunu söyleyip kahramanımız Azraillerle karşılaştığında ne yapıp bu sonu eğlenceli bir hale getirmesi gerektiğini seyirciye soracak ve oyunu seyircinin istediği şekilde bitirecekti. Hatta anlatıcı yeni sonu öneren kişiyi sahneye alıp istediği şekilde oynatacaktı. Seyircinin istediği sondan sonra Anlatıcı’nın kendi Azrail’inden nasıl kurtulduğunu anlatacaktık. Azrail anlatıcının canını almaya geldiğinde, anlatıcı Azrail’in kefen beziyle ip atlayarak ondan kurtulacaktı. Seyircilere de “buyurun siz de Azraillerle oyun oynayın”la oyunumuzu bitirecektik. Prova süreci kısaca bu şekilde gelişti. Oyunlar her köyde birbirinden farklı geçti. Seyirciyle ilişkiyi gerçek anlamda kurabildiğimiz köylerde hepimizin oyunculuk performansında ve enerjisinde müthiş bir patlama varken ilişki kuramadığımız bazı oyunlarda düşüşler, kopuşlar yaşandı. Daha uzun vakit geçirdiğimiz, sohbet ettiğimiz ve öncesinde oynadığımız köylerde çok büyük birliktelik yakaladık. Oyunu gerçekten birlikte oynadık. Bundan kaynaklı her oyun farklı bir yere evrildi. Köylüye bıraktığımız boş alanlarla oyunlar farklılaştı. Örneğin Çepnidere Köyü’nde seyircilerle sohbet bölümlerinde anlatıcının kendi hikayesi köyün muzır insanı Veli Abi’nin hikayesine dönüştü. Seyircinin oyuna dahil olduğu bölümde de Veli Abi sahneye çıkınca hepimiz kenara çekilip sahneyi Veli Abi’ye bıraktık. Veli Abi yılların Comedia dell’Arte oyuncusu gibiydi, kıvamında grotesk oyunculuğuyla sahnenin tozunu attırdı. Köylüler kendilerinden birinin sahnede bu kadar etkin olmasından gurur duyuyorlardı. İsterlerse onlar da bunu yapabilirdi. Provalarda oyunu kurgularken bu kadarı aklımızın ucundan bile geçmemişti. Aynı biçimi üniversite içinde denediğimiz zaman ise köydeki başarının uzağından geçemiyorduk. Köydeki oyunlarda seyirciye bir soru sorduğun zaman çok rahat sazı eline alıp öttürürken okulda sorular yanıtsız kalıyordu. Bu iletişimsizlik de bizi o ruhtan koparıyor ve mekanikleştiriyordu. Üniversite içindeki tüm oyunlarda aynı durum var diyemem ama genelde karşılaştığımız tablo bu yönde oldu. Bunu da öğretilmiş kodlara bağlıyorum. Bir şekilde öğrenilen (okuyarak, izleyerek, dinleyerek vb.) bilgilerle; nasıl bir izleyici olmalı, tiyatro nasıl ve nerede yapılmalı gibi soruların tartışmasız cevaplarının verdiği ön yargıyla üniversitede veya kent merkezindeki oyunlarda bu durumla karşılaşıyoruz. Oysa köydeki insanlarla tüm bu kodlardan habersiz yeni bir yaratım oluşturabildik.

Yazının başında belirttiğim trende oynadığımız oyunlara, bu fikre de kısaca değineceğim. Çünkü bu fikir kendi içimizde de oldukça fazla tartışma yarattı ve tartışmaya devam ediyoruz. Trendeki oyunlarda köyde olduğu gibi seyircinin en temel hakkı oyunu isteği dahilinde izlememe, yok denecek kadar az. Onlara tek seçenek veriyoruz kalkıp başka bir vagona gidebilirler ki bu da olmadı değil. Ama bu eylem de sonuçsuz kalıyor çünkü biz de onların peşinden diğer vagona tekrar oynamaya gidiyoruz. Trende de yolcu-seyirciyle kurduğumuz ilişkiyi köyde kurduğumuz şekilde kurmaya çalıştık. Hazırlıklarımızı vagonun içinde, yanlarında yaptık. Bu hazırlık süreci köyde olduğu gibi trende de varlığımızı meşrulaştırdı. Ardından giriş konuşması ve müzikle oyuna başladık. Az önce trende yaşadıklarımı anlattığım olayın yanında beni en çok etkileyen bir diğer hikaye de şu oldu: Bindiğimiz treni kullanan yolcuların yarısından fazlasını bölge köylüleri oluşturuyordu. Biz de köylerde oynadığımız “Ninni” oyununu aynı temada trene uyarlamıştık. Hayatın bu tren gibi bir yerden başka bir yere gittiğini anlatıp yolculara “Sizin hayatınız nereye gidiyor?”u sorarak başladık. Aldığımız cevaplardan sonra W. Shakespeare’den ve onun yaşamı anlattığı “İnsanlığın Yedi Çağı” şiirinden bahsettik. O şiirin anlatmak istediğini, dilimiz döndüğünce yolcular üzerinden, hayatın çeşitli dönemlerini anlattık. Bir çocuğu kucağımıza alıp hepimizin zamanında böyle küçücük olduğunu, mızmızlanarak mama istediğimizi söyledik. Sonra ortaokula giden bir genci kaldırıp zamanında hepimizin böyle karne heyecanı yaşadığını söyledik. “Söyle bakalım takdir mi alacaksın teşekkür mü?” dediğimizde samimi bir yanıtla karşılaştık “Çoğu zayıf.”. Son olarak hayatın başladığı gibi bittiğini, tekrar başladığımız yere döndüğümüzü söyledikten sonra “Bu tren gibi gelip geçen hayatta bir kerecik olsun gülün, gülün!” diyip kaykahayı basarak diğer vagona koşturduk. Köylerde yakaladığımız sohbet havasını birçok vagonda yakaladık ve istediğimizi gerçekleştirdik. Ancak bir vagonda üniversite öğrencisi olduğu belli olan iki kişi vardı. Aslında biz bu arkadaşlarla oyunu devam ettirebileceğimizi düşünürken onlar oyun sırasında kulaklıklarını takıp yolu izliyorlardı. Özellikle onlara soru sorduğumuzda somurtup duymazdan geldiler. Bu soğuk tavır hepimizi biraz da olsa şaşkınlığa uğrattı. Aldırmayıp oyunu bitirdikten sonra onlara bakıp “Somurtmayın, gülün gülün!” diyerek nanik yakıp diğer vagona geçtik. Yaşadığım bu olay kampüs ve köylerdeki oyunlar arasında yaptığım karşılaştırmayı yine doğruladı. Burada yine başta söylediğim bir başka tartışma “izlememe hakkı” devreye girdi. Benimde bu konuda net olduğum söylenemez ama sistemin tiyatroya bu kadar saldırdığı; sahnelerin kapatıldığı, oyunların yasaklandığı bir dönemde bu mücadeleyi, tavrı genel olarak haklı buluyorum.

Köylülerle ettiğimiz çay sohbetlerini hep tiyatrodan ne beklersiniz, nasıl bir oyun istersinize getirdik. Aldığımız cevaplar şu yönde oldu: “Tiyatro bizi aydınlatmalı!” İthal edilen batı modernizmiyle birlikte bize öğretilen bir kod da bu. Birileri gelip bize bir şey öğretecekler. Tanzimat’tan sonra saray ahalisinin Topkapı’dan Dolmabahçe’ye taşınmasının ardından saraylarda operalar çalınmaya başlamasıyla başlayan bu “çağdaş” süreç geleneksel epik tiyatromuzu tümden çöpe atıp bu toprakların hiç de alışık olmadığı batının dramatik tiyatrosunun “öğretilmesiyle” devam etti. Yüzyıllardır kullanılan Arap dilinden, kıyafetinden bir gecede vazgeçip Batı modelini öğrendik(!) Bizler de bu sefer insanlarla daha başka bir ilişki kurmak istediğimizi anlattık dilimizin döndüğünce. Kafalarına vurur gibi onlara zorla bir şeyler izlettirmektense birlikte üretmeyi tercih ettik.

Bu turnenin bizim için en önemli yanlarından biri de yaptığımız röportajlarda, eskiden köylerde yapılan seyirlik oyunları, eğlenceleri sorduğumuz kısımdı. Çok ilginç cevaplarla karşılaştık. Biz gezici ortaoyunu kumpanyalarının köylerine gelip gösteriler yaptığını düşünürken bunların yanında her köyün kendine özel oyunları olduğunu öğrendik. Ve bu oyunların hemen yan köyde bilinmediğini, oranın kendisine özgü başka oyunu olduğunu… Bunlardan iki tanesi Deve ve Düğün oyunları. Deve oyununda beş altı tane köylü üst üste binerek bir deveyi canlandırıyor. Çeşitli aksesuar ve kostümlerle deve görünümü kazanan bu büyük yapı ev ev dolaşıp insanları eğlendiriyormuş. Düğün oyununda ise köyde sözde bir düğün tertip ediliyor. Bir erkek gelin oluyor ve eğlence yapılıyor. Gün doğarken başlayan bu eğlencede köyün diğer erkekleri uyuyakalırsa ceza olarak eşeğe ters bindirildikten sonra kollarının arkasından sopa geçirilip korkuluk gibi köy meydanında ibret olsun diye gezdiriliyormuş. Ceza bununla da kalmayıp kar kış demeden geç kalanların buz gibi dereye atılmasıyla son buluyormuş. Köylülere bu kültürün neden bittiğini sorunca hemen cevap veremiyorlar. Sonra herkesin geçim derdine düştüğünü eskiden bu işlerle bazı kişilerin ilgilendiğini, ekonomik sebeplerden kimsenin artık bu işlerle uğraşmadığını söylüyorlar. Sonra onlar bize soruyorlar:

“Siz ne kadar alıyorsunuz?”

“Biz bunu para için yapmıyoruz.” deyince ortaçağda halkın soytarılara baktıkları gibi bakıyorlar bize. Deli yerine koyuyorlar. Oyunlarımızı da aynı ortaçağ seyircisinin soytarıları izlediği gibi izliyorlar. Bizi “yarım akıllı” olarak bağırlarına basıyorlar. Söylediğimiz tüm sert sözlere aynı yanıtı veriyorlar:

“Delidir ne yapsa yeridir.”

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nazım Sarıkaya

Yanıtla