Herstory

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Can Merdan Doğan

‘’Yüzlerimiz bizim bedenlerimize, bedenlerimiz bizim hayatlarımıza aittir.’’

‘’Öznel olan politik’’tir (?) Kişisel deneyimlerin sansüre uğramadan aktarımı, bugün hayatın içinde nasıl bir işlev kazanır? ‘’Ben’’in hikayesi varlığını nasıl sorunsallaştırır? Yaşayan yaşadığına ‘’politik’’ bir bilinçle mi mesafe koyar? Yoksa anlatmak -bir tür kişisel rahatlama- süreçleri hafifseyerek, yaşanılanları unutturur mu? Paylaşmak, ama neyi neyle paylaşmak? İçeriğe dair, benzer soruların peşinden gidilecektir.

Ataerkil tahakkümün işleyiş biçimini ve yansımalarını tanımlarken, kişisel deneyimlere; deneyimlerin deşifresine ihtiyaç vardır. 2. Dünya Savaşı sonrasında, değişmeye başlayan kültürel atmosfer, kadın hareketlerinde de belirleyici olmuştur. Temel olarak; Deneysel Tiyatro, Yeni Sol Hareketi ve Kadınların Özgürlük Mücadelesi, feminist ideolojinin arka planındaki etkenlerdir. 2. Dünya Savaşından büyük bir yıkımla çıkmış olan batı, süregelen yöntemler ve kavramlar karşısında inancını yitirmiştir. Kendini yeniden inşa etme ve mücadele serüvenini, epistemolojik olarak yeniden tanımlamak zorundadır. Kadın hareketi, Avrupa’da ve Amerika’da ellilerde başlamış, atmışlarda görünürlük kazanmıştır. Kadın hareketi; orta sınıf, beyaz ve eğitimli kadının mücadelesiyken, çeşitli yansımalarla beraber; farklı kültür ve ırklardaki kadınların mücadelesiyle de kısmen bütünleşmiştir. Günümüzden bakıldığında; sanatta ve yaşamın içinde feminist ideolojinin kat ettiği yolları görmek mümkündür. Her ne kadar, var olan pratikler değişmese de, hala ataerkil tahakküm gündeliğin içinde kendini duyursa da; kadınları bilinçlendirme programlarında elde edilen başarılar da yok sayılamaz.

Totoriter sistem, var oluşsal ve toplumsal zorlukları elbette yalnızca kadın kimliği üzerinden kurmaz. Erkeğin imgesi, erkeğin varlık alanı onun için önemli bir araçtır. Bir kurban aramak ya da sonuç göstermek gerekirse, burada tek bir işaret noktası sunmak doğru olmayacaktır, nitekim acımasız şartlarda çalıştırılan erkek işçiler de, erk dilini kullanarak iktidarın kuklası haline gelmiş kadın da alanın dışında tutulamaz. Mücadele, çok yönlüdür. Kaynaksal olarak doğru atışlar yapılmadıkça da, iş salt ‘’kadın kimliği ve imgesi’’ üzerinden varlığını yalnız kadın için yineler. Özetle; bir kadın ya da erkeğin karnı açsa; yenilen dayakların, tacizin ve faşizan tutumların doğru kanallarda çözüm üretmesi mümkün değildir. Çünkü böylesi bir açlıkta, insan bağını yine iktidarla kuracaktır. Dönelim geç kalmış yazımıza;

Dil, tarihsel olarak erkin yaşam alanından kendini üretmiştir. Birçok tarihsel anda, kurtuluşun ya da demokratik sürecin dili, erkin dilidir. Savaşı çıkaran erkektir, barışı imzalayan da. Savaşın içinde kendini yeniden tanımlayan da erkektir. Kadın, tam da böyle bir anda, erkekle paylaştığı dilde, edilgenliğini hissettikçe, beklediğini gerçekleştirmesi mümkün olamaz. Kökten değişimi çağıran kadın mücadelesi; eşit bir biçimde kurabileceği dili inşa etmek zorundadır. Belki de hikayesini anlatmak, erkeğin sansürüne karşı; varlık alanını sağlayabilir. Kadın, böylelikle kendini giz olmaktan çıkarır. Sesini, hikayesindeki aslolan özneyle bütünleştirmeyi başarabilir.

 

‘’İşte Böyle Güzelim…’’ projesi, kendini yoğun bir kargaşadan kotararak, dinleyenle kavuşmayı başarmıştır. Her ne kadar bugün, hikaye gerçek özneyi yitirmiş, tarihini unutmuş olsa da, proje, temiz beklentilerimize yeni beklentiler ekleyerek ‘’mum’’larını yakar. Projenin üreticileri; Hülya Adak, Ayşe Gül Altınay, Esin Düzel ve Nilgün Bayraktar; farklı kültür, sınıf ve cinsel yönelimden derledikleri kadın hikayelerini birinci ağızdan anlatarak, kitap olarak sunarlar. Proje; farklı şehirlerde, yeni anlatıcılarla amacını tanımlar. Seçilen hikayeler, yeni okuyucularla seyirciye sunulur. Projeyi ‘’Okuma Tiyatrosu’’ olarak nitelendirmek bana doğru gelmiyor. Çünkü proje, tam da böylesi bir mesafeden kaçma derdindedir. Anlatılan cinsel deneyimler, yaşanmışlıklar belli bir okur-dinler üzerinden kendini kuruyorsa da, ki okuyanlardan biri olarak bunu hissetmedim, biz-siz mesafesini yeniden üretiyor olabileceği için, sonunda yapılan tartışmalar ve katılımla, mesafeyi ortadan kaldırmayı başarmıştır.

‘’…Yalnız bir dünya kurdum kendime. Tiyatroyu merkez yaptım hayatıma. Şimdi düşünüyorum da yaşamımda gölge gibi hissettiğim bedenimi ortaya koymak gibi bir şeydi bu benim için. Kendimi bildim bileli sahnede hikaye anlatmak istedim. Bedenim sahnede aksın istedim. Beni izleyenlerin gözlerine bakmayı, onların benim gözlerime bakmasını istedim. Katılaşmış sözcükleri geride bırakıp bedenimle ifade etmek istedim kendimi sanırım. Başkalarının hikayelerini sahnelerken kendi hikayemi anlatmak istedim belki, bakın ben buradayım, dinleyin beni demek istedim…’’ (İşte Böyle Güzelim, Sel Yayıncılık, Haziran 2008)

Proje, birçok kadınla yapılan görüşmeler sonucunda ortaya çıkar. Kadınların anlattıkları, anlatılanlara sadık kalınarak kaleme alınmıştır. Kadınların isimleri değiştirilmiştir. İnsan bu noktada, şu soruyu sormadan duramıyor, eğer durum kendini sansürsüz duyurma çabasındaysa, hikayelerde hayatın içindeki özneleri arıyorsa, fazlası bir cesaretle, kimlikler açık edilmeli miydi? İş sahibi ya da gündeliğin içinde hikayelerini her gün yeniden yaşayan kadınların, böylesi bir kapalılığı istiyor olabilecekleri anlaşılır, hatta böylesi bir sorunun amaca hizmet etmeyeceği de tartışılabilir ve anlamsız bulunabilir, fakat biz, ‘’bizim bedenlerimiz’’ derken, sözü metafor oluşundan ayırırsak, gerçekten ‘’bizim bedenimiz’’ demeye ihtiyacımız vardır (?) Çünkü, proje salt ‘’…İşte Böyle Güzelim…’’ demek için kendini kuruyor olamaz. Elbette politik bir amaca hizmet etme derdindedir. Politika ise, asıl özneyle varlığını tartışabilir. İşin içinde aktarımın olması, özneyle olan derdimizi çözmüyor. Proje, okur-dinler ikilisini sahnede kurmuyor olsa da, hayatın içinde kuruyor. Anlaşılır olansa biz hala belli formlar dahilinde sesimizi yükseltebiliyoruz, çünkü sansür organlarımızın her zerresinde. Yani, bedenimize, bedenimizi anlatarak yalnızca rahatlayabiliyoruz. Coğrafi olarak, kadına yüklenen ‘’ana’’lığı da işin dışında bırakmak pek mümkün gözükmüyor. Olsun, yine de yaşasın proje! Karnı aç bir toplumdan daha fazlasını beklemek benim lüksüm olur ancak.

Ayşe Gül Altınay, hikayeler dinleyenle buluşmadan önce, okuyucuların etrafına küçük mumlar yakar. Güzel bir tartışma…Mum, kendini aydınlatır, fakat orada bir ışığın yandığını dinleyen de olsa izleyici görür. Mumlar yakılmalı, her yerde…Öyle bir hal almalı ki mumlar, biz gerçekten ısınır hale gelmeliyiz. Oh be güzelim, hikayeler bitti! Şimdi, asıl şimdi…

 

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Can Merdan Doğan

Yanıtla