Oynarsam Performans Olur

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Barış Yıldırım

Serhat Erekinci, Domus Sanat Çiftliği’nde ‘Sen Benimle Sabredemezsin’ başlıklı son çalışmasını sahneliyor. Oyun hakkında daha önce yazdığım bir yazıda, [1] oyunun genel manzarasının yanında, seyirciyi (belki ‘beni’ diye daraltmalıyım bunu) gark ettiği hisleri de özetlemeye çalıştım.

Elbette sorun benim izlerken sıkılmamdan ibaret olsaydı, bunu öznel yargı deyip bir kenara bırakmak mümkün olabilirdi. Ben daha ziyade sorunun daha temel bir sanatsal arayışın parçası olduğuna inanıyorum.

Erekinci’nin önceki yıllarda yine Domus’ta sergilediği ‘Kaygı’ ve ‘Az Önce’ çalışmalarını da gören biri olarak kendimi uzman takipçi addedebilirim. Geçen yılki oyunları ‘Az Önce’ vesilesiyle yine bir başka yerde[2] tarif ettiğim bir tutum bu çalışmayla adeta daha da uç noktaya taşınmış. “Her zaman bir özne-nesne ilişkisi olarak kurulan sanatta özneyi, yani seyircilerin zihinlerinde ortaya çıkacak anlam çokluğunu neredeyse tek kıstas kılma” diye tanımlanabilecek metafizik tutumla sanatsal nesne üretimini bir tür “sanatsal kapris” düzeyine indirmek: “Öyle hissettik, öyle karar verdik, öyle yaptık.”

Bu kolaycılık giderek sahnede olan biteni hangi kıstasa göre değerlendireceğimiz sorusunu da bulanıklaştırıyor. O kadim ve her dem meşru “Ne söyledi? Nasıl söyledi?” sorusunu uygulayacak olursak aldığımız cevaplar kısır kalıyor.

Başlığından da aşikâr, çalışma “sabrı” anlatıyor (“anlatıyor” kelimesi performans teorisinin kulaklarını tırmalıyorsa, “konu alıyor” diyelim.) Bunu yaparken, Denge, Kabus, Saklambaç, Gözyaşı, Konuşma, Derdini Anlatma, Su ve Ayak İzi ve (herhangi bir imgeye başvurmadan nötr tanımlanan) Final başlıklarını taşıyan sekiz tablo kullanılıyor.

Her tablo beş ila on dakika süren imge tekrarlarından oluşuyor ve farklı sabır durumlarını resmediyor. Belki daha mütefekkir bir zihin daha derin sonuçlar çıkartmış olabilir, ama bence çalışma, sabra dair yeni bir şey söylemek şurada dursun neredeyse herhangi bir şey söylemiyor. Söylediği belki olsa olsa “İnsan sabreder.”[3]

İçerikten yola çıkarak bir yere varamayacaksak, bu durumda sahnede gördüğümüz jest ve mimiklere mi bakmalıyız? Bir tür dans partisyonu gibi mi okumalıyız performansı? Salt biçimsel bir yerden baksak bile sahnede gördüğümüz şey samimi olarak çaba ve enerji harcayan iki oyuncunun günlük yaşam jestlerinin çok ötesi değil.

Böyle olunca, postmodernizmin “Everything goes”u (ki “Laissez-faire”in ekonomi lisanından kültür lisanına çevrilmesidir bir anlamda) kullanılacak tek kıstas gibi görünüyor.[4] Bu durumda da sanatsal eleştirinin elini kolunu bağlayıp oturması gerekiyor. Yahut kaç seyirci gelmiş, kaçı beğenmiş, kaçı beğenmemiş gibi bir takım dışarlıklı ve mantıksal hata yüklü kıstaslara bel bağlaması.

Soyuta Kaçış

Öyküden ve anlamdan, genel olarak içerikten kaçmak mümkün değil. Kimi performans teorisyenleri bu kaçışın sadece mümkün değil gerekli de olduğunu savunuyor. Ama her şeye anlam atfetmeye yönelen insan zihni en anlamsız görülen imgelerden bile bir şeyler çıkarmaya çalışır. Ama zaten Erekinci’nin çalışması açıkça belli içeriksel temalara odaklanmış. Hatta fazla odaklanmış bile diyebiliriz.

Örneğin Gözyaşı başlığını taşıyan epizodu ele alalım: Oyun broşüründe bu başlığı, sahnede izlediğimiz imgenin Elif Özgür tarafından yapılmış karakalem resmini ve Şâmil Yılmaz tarafından yazılmış gözyaşı temalı paragrafı görmekle kalmıyoruz üstüne sahnede ağlar gibi söylenen bir barok arya da dinliyoruz. Performansta en ‘elementer’ öğelerine indirgenmiş tema (mesela çaydanlığın kaynamasını bekleyen iki insan) başka içerik aktarma yöntemleriyle iki, üç, bazen dört kez yineleniyor. Oyun broşürünün bir üst-metin olarak ihmal edilebileceği söylenebilirse de sahnede bu broşür olmaksızın göreceğimiz şeyin çok daha yoksullaşacağı aşikâr.

Soyutlama çabası, Duchamp’ın pisuarı (‘Çeşme’), John Cage’in piyanistin sadece sustuğu parçası ‘4 dakika 33 saniye’, Warhol’ün saatlerce uyuyan insanların çekimlerinden ibaret ‘Uyku’ filmleri gibi örneklerde absürde ulaşarak ‘sanat eseri’ni ‘sanatsal tutum’a indirger oldu.[5] Soyut dışavurumculuk gibi akımlar ise bu marjın hemen berisinde bekleyerek sanat üretmeye çalıştılar.

Tüm bu çabalar, asıl olarak imgeyle/göstergeyle ilgili bir dertten çıkıyor. Bir diyalektik bütünlük olarak gösterge, kendisini oluşturan öğelerden gösterilenle gösteren arasındaki açının sonsuz aralığında konumlandığı yere göre farklı sanatsal sonuçlar ortaya çıkarır. Bu kesintisizliğin üzerinde sınırlı bir doğru noktalar kümesi oluşturamayacağımız, yanlış noktalar (“sanatsal açıdan başarısız” diye okuyunuz) olmadığı anlamına gelmez. Aslına bakılırsa, her eser, giderek de her sanatçı, bu süreklilikte aldığı konumun özelliklerine göre değerlendirilir.

Performans sanatı daha adından başlayarak soyutlaşma eğilimini temsil ediyor. Sahnede yapılan her edimin “performans” olduğu sahne sanatları alanında büyük harfle Performans diye bir “tür” saptamak edebiyatta Yazı, müzikte Ezgi, resimde Çizim diye türler saptamak gibi bir şey.

Soyut-somut sürekliliğinde çubuğu en soyuta doğru bükmeye çalışanlar aslında gösterenle gösterilen arasındaki açıyı en aza indirmeye çalışmaktadırlar. Açı sıfırlandığında ortada gösterge olmaz. Ancak sahneye çıkan (tuvale boyanan, filme çekilen vd.) her şey ister istemez gösterge olacağından, bu açıyı minimize etmenin yolu, kendinden başka en az şeye işaret eden göstergelerde aranır. Sahnede vişne ezen bir kadın vişne ezen bir kadını gösterir, saklambaç oynayan oyuncular saklambaç oynayan oyuncuları gösterir, ama yine de bu gösterme işini sahnede yaptıklarından ötürü başka çağrışımlara da açılan kapılar suratlara kapatılmaz.

Gösterenle gösterilen arasında daralan açıdan çok az işe yarar çağrışım sızabileceğinden, anlam katmanları üretme işi alımlayıcı öznenin sırtına yükleyerek sanatsal vicdan rahatlatılabilir: “Bizim işimiz bu, siz ne anlarsanız o.” Bu cümlenin satır aralarında “Bir şey anlamadıysanız o sizin eksikliğiniz,” gibi olası eleştirileri peşin peşin susturmaya yönelik bir tavır da seziyorum ben.

Erekinci’nin sanatsal macerasında tehlike çanları çoktandır çalıyor. Ellerine bir tema verilip ilgi çekici bir mekâna salınan oyuncular ve yönetmen doğaçlama süreçlerinden seyirlik bir şeyler çıkartabilir elbette. En uç örneğinde, boş mekân bile seyredilebilir. Ama ortaya çıkan sonucu değerlendirebilecek kıstaslar olmadığı zaman, “tükürsem sanat olur” benzeri “oynarsam performans olur” kolaycılığı sanatın yollarını kapatır.

Sahnelerde çiğnene çiğnene sakız olmuş bir tarzın iç sıkıcı örneklerini görenler, bu ‘az görüldük’ tarzı ‘sıra dışı’ sanabilirler. En tehlikelisi, bu sanıyı sanat üreticisinin de paylaşmasıdır.

26 Nisan 2011 günü Evrensel’de yayımlanan yazıdan Mimesis için düzenlenmiştir.


[1]Bir sabretme eylemi olarak hayat’ Halkbank Kültür Sanat Sitesi, kısa URL: http://goo.gl/95dlv

[2]Domus’una Tiyatro’ Radikal İki, 7 Haziran 2009, kısa URL: http://goo.gl/dibxo

[3] Tabloların tasvirini ve yorumunu, ilk dipnotta verilen yazıda yaptığım için bir kez daha tekrarlamıyorum. Orada epizotların, oyun broşüründe her epizoda verilen başlıklarla ve broşür yazısıyla birlikte okunduklarında, bir oyun ve yaşam metaforu ortaya çıkardıklarını, fakat bu metaforun sadece siluet halinde oluşturulduğunu, dolayısıyla gerçek yaşamda bir yerlere dokunmaktan uzak olduğunu söylemiştim.

[4] Kimse yabancı dildeki kavramları bilmek zorunda olmadığına göre not düşelim: “Laissez-faire” Fransızca “Bırakınız yapsınlar” anlamına gelen, liberal ekonomi bağlamında sıkça kullanılan bir slogan. “Everything goes” ise “Her yol olur” diye çevrilebilir.

[5] Performans sanatçılarının bu yöndeki uçlaşma çabalarının bir dizi örneği Şebnem Sözer’in Mimesis’te yayımlanan ‘Sıkılmak İyidir…” başlıklı yazısında görülebilir. Kısa URL: http://goo.gl/u8wPJ

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

Yanıtla