Tiyatroda Bilimin İnfazı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Oksal Güracar’ın Haber Fabrikası sitesinde yayımlanan “Tiyatroda Bilimin İnfazı” adlı yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.

Kırk yılı aşkın bir süredir faaliyet gösteren Odtü Oyuncuları’yla özdeşleşmiş üniversite tiyatrolarının buluştuğu Odtü Tiyatro Şenliği, paylaşımın ön plana çıkması ve farklı seslerin ortaya dökülmesi anlamında bir gençlik tiyatrosu haykırışı olarak anlam kazanmaktadır.

Ancak bu anlamı, genç seslerin üniversitedeki olanakları ve çerçevesinde değerlendirdiğimizde karşımıza ister istemez bilimsel bir alan açılmaktadır. Bu da, akademik anlamda tiyatro eğitimi almamış amatör ya da üniversite topluluklarında faaliyet gösteren bireylerin, diğer bilimsel alanlarda öğrenim görüyor oluşunun önemini çağrıştırır. Doğrultu tiyatro olunca, bilimin rasyonel soluğunu taşıyan üniversite öğrencilerinden kurulu toplulukların, bilimsel çerçeveyi ister istemez nasıl ve ne şekilde tiyatro sahnesine taşıyabileceklerini, biz yılmaz amatör tiyatro takipçilerine sorgulatır.

Üniversite tiyatrolarının maddi olanaksızlıklarla eşdeğer ilerleyen maddiyattan uzak var oluşları, sahne etmenlerinin de maddi getiriden uzak söylemleriyle yansılanmaktadır. Bu noktada beliren, amatör tiyatroları canlı tutan bireylerin, sahne araçlarına/göstergelerine/anlamlarına katacakları etkiyi öğrenim gördükleri çerçeveyle beslemeleridir. Bu besleme, bireylerin lokâl öğrenim gördüğü dalla kısıtlanmamakta, aksine genişletilmiş bilimsel bakış açısının düzleme ve zemine dair rasyonel yansılamalarından oluşmaktadır.

Odtü Oyuncuları Şenlik ’11 kapsamında, 3 Mayıs 2011 tarihinde sahnelenen Stanislav Stratiev’in kaleme aldığı Otobüs adlı oyunun çektiği alan tam da bu doğrultudadır. Hacettepe Üniversitesi Drama Topluluğu’nun sahnelediği oyun, Bulgar tiyatrosunun ülke dışında ünlenmiş önemli metinlerinden biri olmakla beraber, gerek tiplemeleri, gerekse yüzeyde kalan çatışmalarıyla bir sokak panoraması oluşturur.

Metin, sokakta karşılaşılabilecek her tabakadan bireyin bir otobüste buluşmasıyla yaşanan çarpışmaları, çatışma boyutunu halk tabakaları içinde sivrilen kimlikler üzerinden yüzeysel yansımalar oluşturmasıyla perçinler. Bu boyutu bir otobüs içine sıkıştıran yazarın, küçük bir devlet modeli oluşturduğu da düşünülebilir. Şoförünün başına buyruk hareket ettiği, hiç gözlemlenemediği ve iktidarın soyut gücüne bir atıf olması nazarında, freni patlamış bir algı hükmünün nereye gittiği belli olmayan çıkışsız bir otobüsü imlediği aşikârdır.

Ancak sahne metninin baştan aşağı yeniden kurgulanması, hatta oyun sonrası yapılan söyleşide yazara/metne ilişkin tüm toplumsal sorunların “bilerek ve isteyerek” dışarıda bırakılmış olduğunun yönetmenler tarafından (Mustafa Koca, Öncü Alper) dillendirilmesi elbette bir şaşkınlığa neden olmuştur. Öyleyse, derdinin paylaşılmadığı bir metin, neden sahnelenmek istenir ya da günlerce üzerinde çalışılarak seyirciye aktarılmak için uğraşılır?

Otobüs adlı oyunda, şoförün -rotası dışında- arzu ettiği bir yere gitmesine sinirlenen ya da tepki gösteren insanlar, ister istemez haklarını arama mücadelesine girişirken, “eli kanlı” ve despot şoförün kabinini zor da olsa aşındırır. Ancak bu aşındırma, türlü psikolojik baskılarla ya da mecburi-gönüllü olarak geliştiğinden, “eğitimsiz birinin saflığı/iş bilmezliği” olarak lanse edilmesine karşı bir durak oluşturur. Bir despotun arzularına hizmet edilmesi, hizmet eden bireylerin “saf” bir yapıya sahip oluşunu/sürüklenişini imlemez. Aynı şekilde hizmet eden bir figürün, despota yalvarması da bu teatral düzlemde “hizmetkârlık” üzerinden okunamaz. Oradalığıyla meşhur, salt bireyi temsil eden teatral figürde, bir irade mevcuttur. İradeyi hiçe sayan oyunun reji anlayışı, despota her yalvarışın bir saflık ürünü olduğunu ve üstelik bu saflığın da çok komik boyutlarda belirginleşmesi için adeta çabalayarak, çelişkilerin altını oymaktan çok çelişkileri gömerek üstünü örtmesiyle ortaya çıkmıştır.

Oyun kişilerini iradesiz DNA yığınları olarak gören reji konseptinin, oyunun inişli-çıkışlı olay anlatma düzlemine erişememesi, alabildiğine sıkıcı-tekdüze-ritimden yoksun sahne enerjisine sebep olduğunu fark etmek için özel bir çaba sarf etmenize gerek yok. Bu doğrultuda oyun sonrasında yönetmenlerle yapılan söyleşide, oyun yazarının fikirlerine ya da sunmuş olduğu problemlere katılmadıklarını dile getirmeleri ayrıca bir çelişki yumağı oluşturmaktadır. Bu çelişki yumağını oluşturan, metnin yazarıyla ortak sorunsalı yansıtmak değil, yazarı yadsıyıp yerine hiçbir şey koyamamaktır. Bununla birlikte söyleşide, yönetmenin “ben muhafazakârım” açıklamasıyla birlikte, “tiyatro topluluğu” anlayışını değil de, bir yönetmen tiyatrosu uygulamasına girişerek, topluluğa katılmak isteyen bireylere karşı “istemeyen gider” demesine neden olan teatral alanın “topluluk” olarak lanse edilmesi de oldukça ilginçtir.

Kolektif çalışma biçimini benimseyen fikir odaklı üniversite tiyatroları içinde, çok ama çok farklı bir çerçevede tiyatroya bakan bu yönetmenlerin, “üniversitede çok sayıda topluluk var, bizim fikirlerimizi beğenmeyen oyuncular diğer topluluklara gidebilir” dizinli demokratik seçeneklerini bir lütuf olarak görmemiz işten bile değildir. Çalışma prensiplerini, “kim daha çok yılını harcadıysa deneyim sahibidir ve söz onundur” mantığına uydurup tiyatroya yönelerek, grubun perspektifini oluşturan bu yönetmenlerin algısı, üniversite tiyatrolarının içinde nasıl bir yer bulmakta olduğunu düşünmeyi de beraberinde getirir.

Oyun metninin final sahnesinde, otobüs içindeki her bireyin kesiştiği, çantada bulundurulan “ekmek” metaforu da, gösterge bağlamında halk tabakalarının paydasını işaret ederek gün yüzüne dökmek istediği açlığı/muhtaç olunanı işaret etmektedir. Ancak aç bireylerin ekmeklerini paylaşırken yaşadıkları sürtüşmeler, topluluğun sahne metninde oldukça ilginç bir biçimde yansıtılmış. Sahne metninde ekmeğini önce paylaşmak istemezmiş gibi görünen oyun kişileri, parça parça ekmeğini bölüştükten sonra, otobüs kabini içinde tellere tırmanan maymunlara dönüşmesi, yeni bir zihin problemi ortaya çıkarmış. Akabinde gizlenmiş olan şoför kabininin bezleri kaldırıldığında karşımıza fındık-fıstık yiyen bir baba-kızın çıkması, otobüsün bir hayvanat bahçesine dönüştüğünü resmetmekte. Küçük kızın babasına “bunlara mı benzemeye başlıyoruz baba?” sözüyle sona eren oyunun söyleşisinde, “ekmeğini paylaşmayan hayvandır!” cümlesiyle açıklanmaya çalışılan final sahnesini görmek de ayrı bir zihinsel çöküşü işaret ediyor.

Söyleşide, insanı insan yapan değerlerin başında namusun geldiğini söyleyen oyuncuların, hayvanlara hakaret ettiğinin bile farkında olmayarak biyolojiyi ellerinin tersiyle itmesine neden olan bu sahne metni, maalesef bu söyleşiyle damaklara bir homosapiens kibrini kazandırmıştır. Hayvanların kültür aktardığı, iletişim kurduğu, toplum kurarak dayanışma içine girebildiği, sıkıntıları ya da zenginliği paylaşabildiği koşulları yok sayarak; hayvanların uzaydan gelmiş, doğadan kopuk ve insanlığın ibret alması gereken kötücül yaratıklar bütünü olarak savunulduğu bir söyleşinin/oyunun, bilimin altına dinamit koyarak ağzımızın açık kalmasına sebebiyet vermesi iç kıyıcıdır.

Buna istinaden, doğaya bakış açısı topyekûn kibirden oluşan söyleşi yönetmenlerinin, evrimin mekanizmasıyla dalga geçtiklerini imlemesi ve final sahnesinde “tersine evrim” işlettiklerini öne sürerek gösterge kullandıklarını dile getirmesi, algılara uygulanan açık bir elektro şok vazifesidir. Buna karşı geliştirilen tepkiye, soru olarak topluluk üyelerinin “yoksa siz evrime mi inanıyorsunuz?” cevabı, bilimin infaz edilip giyotin çukuruna atılmış gözleri açık bir kafatasından ibaret olduğunu yansılaması bakımından önemlidir.

Bunu; 12 Eylül 1980’den sonra, ABD Yaradılış Enstitüsü’yle işbirliği içine giren Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı politikalarının verimli bir geri dönüşü olarak okuyabiliriz. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’in, biyoloji bilimi adı altında “Yaradılış Modeli” başlığıyla, Hıristiyan Yaradılışçılık modelini dayatan ABD menşeili kitabın 30 bin baskısını hayata sürerek 80’li yıllarda tüm okullara dağıttığı düşünüldüğünde; 2011 yılında toplum nezdinde büyük bir geri dönüşle fayda sağlandığının kanıtıdır bu. Üniversitede tiyatro haricinde başka bilim dallarında öğrenim gören bireylerin, rasyonel bilime bu denli uzak oluşlarının inanç ketleriyle prangalandığı göz önüne getirildiğinde, evrim mekanizmalarını, aslında bizzat saptırdıkları/uydurdukları metotlarla yerdiklerini sanmaları ayrıca komedyatik bir alandır.

Evrimin hiçbir zaman “insan maymundan gelmiştir” dememesine rağmen, sürekli olarak bu yaftanın yapıştırılması, bilinçli politik bir sürükleme ve bilimsel manipülasyondur. Bu tuzağa düşen üniversite öğrencilerinin tiyatro alanında, uydurulmuş olan bu “bilimsel” çıkıntıya sahip çıkıp, üzerinden espri geliştirme düzlemini yaratmalarıysa, ayrıca hüzünlü bir dezenformasyonu gün yüzüne dökmektedir. Evrimin bir inanç sistemi/din sanıldığı, “evrime inanıyor musunuz?” sorusunda net bir biçimde itiraf edilmektedir. Ayrıca bu zemin, üniversitelerin öğrenim alanlarına değin sızarak, günümüzde yarattıkları saptırılmış bilimsellikle seyirciyi yerebilen üstün ironi ustası tiyatro yönetmenlerini yetiştirdiğini sanmaktadır.

İnsanı yeryüzünde kibirli bir konuma, doğadan üstün bir yerleşkeye sokan semavi inanç sistemleri; hayvanlar âleminin doğayla barışık ve bir o kadar da mücadeleci/savaşçıl yaşamasına anlam veremeyen homosapienslerin kendini ifşa etmesine neden olmaktadır. Söyleşide; topluluk olarak hareket etmeyen, özgürlük ve demokrasiye inanmadığını, daha doğrusu bu olguların hiçbir işe yaramadığını söyleyen yönetmenlerin, doğaya ilişkin yaklaşımlarının bir modeli olarak tiyatro topluluğu yönetmesi de, faşizan ve “dediğim dedik” tavrını yeşertmesi bakımından önemlidir.

Sonuç olarak, üniversite tiyatrolarında faaliyet gösteren bireylerin, tiyatro önceliği olmaksızın sarıldıkları tiyatro sanatına/bilimine, öğrenim gördükleri diğer rasyonel alanlardan katkı yapması kaçınılmazdır. Katkının kaçınılmaz olduğu bu alanda vuku bulan antibilimsel söylemlerin ise, sahne gibi bir alanda oluşması, nerede patlayacağı belli olmayan bir algının da tezahürünü beraberinde getirebilmektedir. Bu noktada sarılacağımız yegâne olgunun bilim ve doğanın parçası olan/kibirli olmayan homosapiensin samimiyeti olduğunu aklımızdan çıkarmamak gerekir. Sahnede kullanılacak tüm etmenlerin, bireylerin bilimsel süzgecinden geçirilerek ortaya dökülmesi bu noktada yardımcı olabilir. Doğaya kibirle bakan inanç sistemlerinin insana yüklediği vazife yerine, tüm canlılarla akraba olan bir insanın doğayla barışık yaşaması, ekosistemi algılama uğraşında gelecek nesillere bırakılacak bir hazineyi vurgular. Bu sebeple geleceğe bakılmayı sağlayan umut, tüm antibilimsel çabalara rağmen henüz solmamıştır.

Haber Fabrikası

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.