Beki L. Bahar Tiyatrosu

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bu metin, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’ndan tiyatrocuların 23 Mayıs 2010 tarihinde, Boğaziçi Üniversitesi İbrahim Bodur Salonu’nda düzenlediği Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’nin programında yer alan Beki L. Bahar Tiyatrosu panelinin çözümlenmesidir. Panelin moderatörlüğünü Uluç Esen yapmış, konuşmacı olarak Selim Hubeş, Rivka Bihar, İzzet Bana ve Ömer Faruk Kurhan katılmıştır.

Uluç Esen: Merhabalar, hoş geldiniz. BGST’den birkaç tiyatrocu olarak 2006’dan bu yana Kültürel Çoğulcu Tiyatro günlerini düzenliyoruz. Bu bağlamda çeşitli seminer, panel ve oyunları seyircilerle buluşturmaya çalışıyoruz. Bu sene organizasyonumuza Berberyan Kumpanyası’ndan tiyatrocu dostlarımız da katıldılar. Ayrıca Barış için Sanat Girişimi, Aras Yayıncılık ve Hrant Dink Vakfı gibi kurumlar da destek veriyorlar. Bu seneki etkinliklerimizi iki yazarımıza ayırdık. Biri Hagop Baronyan ve tiyatrosu, diğeri de bugünü kendisine ayırdığımız Sayın Beki L. Bahar ve tiyatrosu üzerine olacak.  Panelimizde Beki L. Bahar’ın oyun yazarlığını değerlendirmeye çalışacağız. Dostluk Yurdu Derneği’nden tiyatrocu dostlarımız da bize bu akşam Beki L. Bahar’ın oyunlarından örnekler sergileyecekler. Ben Beki L. Bahar’ın 1965’te yazılmış bir şiirini okuyarak başlamak istiyorum:

Tiyatrolar

Kurulunca bir numaralı koltuğa

Değme keyfime karanlıkta

Yargıç kesilirim bir anda.

Yargılarım ışık içinde olanları

O ooo hem de kimleri

Örneğin: Sekizinci Henry’yi

Veya Deli İbrahim’i.

Bazen de kan başıma çıkar

Savcılığım ağır basar

Suçlar, suçlarım durmadan

Nasıl olur anlamam

Hızımı alamam

Makyavelim artık tamam.

Gelsin darağaçları giyotinler

Daha bilmem neler neler

Korkunç!

Ne de merhametsiz olabiliyormuş

Karıncayı incitmeyen kişi,

Bir koltukta bulunca kendisini…

1965 Beki L. Bahar’ın henüz oyun yazmaya başlamadığı bir dönem olsa da şiirinden de görebileceğimiz gibi tiyatroya dair ciddi bir ilgisi var. Yazarımızın ilk yazısı, 1958 yılında Haftanın Sesi dergisinde yayınlanıyor. Daha sonra şiir başta olmak üzere birçok edebi türde örnekler vermeye başlıyor. Oyunlarında konularını tarihten alan temalar ağır basıyor. Bunun nedeni yazarımızın tarih araştırmalarına duyduğu özel ilgi olsa gerek. Oyunlarında güçlü ve gerçekçi pek çok kadın karaktere yer veriyor. Bu da başka bir değerli yönü yazarımızın. İlk yazdığı oyunlardan Alabora, 1970 yılında Devlet Tiyatrosu’nda oynanıyor ancak Devlet Tiyatrosu diğer oyunlarına ilgi göstermekten kaçınıyor. Oyunları Yahudi cemaatleri içinde oynanıyor. Biz bu gün kendisinin de tarihsel arka plana olan düşkünlüğünden ilham alarak ve Yahudi Tiyatrosu’nun toplumumuzdaki yeri neydi sorusundan yola çıkarak, Beki Hanım’ın oyunları üzerine konuşacağız.

Konuklarımızı kısaca tanıtmak istiyorum. Sayın Selim Hubeş, Kendisi 1970’ten bu yana özellikle kendisini cemaat içi amatör tiyatro faaliyetlerinin gelişmesinde tanımlamış olan bir sanatçımız. Aynı zamanda kurucularından olduğu Los Paşaros Sefaradis adlı müzik topluluğunun bir üyesi. Sayın İzzet Bana da tiyatroya Selim Bey’le aynı dönemde başlamış, yine aynı müzik grubunun solistliğini yapan bir sanatçımız. Aslında bu müzik topluluğu da bir anlamda tiyatro içindeki çalışmalardan ortaya çıkıyor. Kendi oyunlarındaki müzikal yapılar kurma geleneğinden geliyor. Kendisinin cemaat içinde yapılan tiyatro faaliyetlerine katkısı bugün de aktif bir şekilde devam ediyor. Sayın Rivka Bihar, İspanyol dili ve edebiyatı üzerine çalışan bir araştırmacımız. Halen bu konu üzerinde doktorasını yaparken bir yandan da öğretmenliğe devam ediyor. Onun da Yahudi tiyatrosu ve tarihi üzerine araştırmaları ve çalışmaları var. Sayın Ömer Faruk Kurhan’dan da bugün özellikle dramaturg kimliğiyle Beki Hanım’ın oyunlarından örnekler vererek yorumlar yapmasını isteyeceğiz.

Selim Bey’le başlayalım ve kendisinden Yahudi tiyatrosu ve geleneğinden kısaca bahsetmesini isteyelim ve bu gelenekte Beki Hanım’ın yazarlığını nereye koyduğunu soralım.

Selim Hubeş: Bizim Sefarad Yahudileri olarak İstanbul’da 500 yıllık bir geçmişimiz var. Bu 500 yıllık geçmişimizde kendimize ait bir kültürümüz var, şarkılarımız, yemeklerimiz, yazarlarımız, çizerlerimiz var. Bir de son yüzyılda gelişen bir tiyatromuz var. Hatta Metin And’a göre 500 yıl önce İspanya’dan getirdiğimiz commedia dell arte’nin Osmanlı’da Arte’den Ortaoyunu’na dönüştüğü şeklinde yorumlar var. Ayrıca Balat’ta oturan Samurkaş adlı bir koldan bahsedilir. Bu Samurkaş kolu Yahudi’dir ve tam olarak tiyatro diye nitelendirilemese bile padişahların cülus törenlerinde, sünnet törenlerinde çeşitli performanslar yaparlar.

Geçen yüzyıl içerisinde, tabii biz de Türkiye’deki Osmanlı toplumundan soyutlanamayız, kadınların sahnede olması, tiyatro yapılması çok çok tutulan, sevilen bir iş değil. Dolayısıyla tiyatro yapılması o kadar iyi bir iş değil. Ama son yüzyılda okullarımızda, kız okullarında, Selanik’te, Edirne’de, İstanbul’daki okullarda eski tarihsel hikâyelerin oyunlaştırılmış, tarihsel oyunların müziklendirilmiş halleri oynanıyor. Daha sonra Türkiye’de cumhuriyetten sonra, Türkçe konuşmaya, Türkçe hayata geçince, özellikle “Vatandaş Türkçe Konuş” hikâyesi başlayınca Türkçe oyunlara başlanıyor. Tabii bu Türkçe oyunu oynama meselesi biraz değişik çünkü o güne kadar Türkçe eğitim almamış, Türkçeleri iyi olmamış, lehçeleri düzgün olmayan bazı insanlar sahnelerde, insanlara biraz komik gelecek lehçelerle tiyatro oynamaya başladılar ki onlar bizim ustalarımızdır. Onlar tanınmış çeviri oyunları, kimi komedileri oynadılar. Daha sonra 1950’lerden 70’lere doğru gelince biz kendi dilimizi yani Judeo-Espanyol dediğimiz dili kullanmaya başladık. Yahudice ile Türkçenin karışık konuşulduğu bir ortam. Zaten gerçek yaşantımız buydu. Mesela benim yaşıtlarımın anneleri doğru dürüst Türkçe bile bilmezdi çünkü sokağa çıkmadıkları için, piyasayla, ticaretle ilişkileri olmadığı için çoğumuzun anneanneleri Türkçeyi zar zor konuşurdu. Yani herkes Bayan Beki değil.

Dolayısıyla biz de oyunlarımızı iki dilli oynamaya başladık. Yani hem evde konuştuğumuz dil, hem sokakta konuştuğumuz dilde oyunlar yazdık ve bu oyunları oynamaya başladık. Bunlar çeşitli müzikaller oldu, bazı eski tarihi şarkılarımızdan oluşturduğumuz müzikaller yaptık. Bunları oynadık fakat biz kapalı bir toplumuz. Bizim oyunlarımızı yüzde doksan dokuz buçuk, Türkiye’deki Türkiye insanı, Türk, Müslüman, Ermeni kimse bilmiyor. Biz kendi aramızda biliyorduk bunları. Bizim dışarıya açılmamız son on-onbeş yıldır. Tabii burada yine Bayan Beki’yi parantez içersine alıyorum. O bizden çok daha önce dışarı açıldı. Bizim oyuncularımız, bizim artistlerimiz, şu anda şovlara çıkan insanlar ancak son 10 yılın yetiştirdiği oyuncular ve artistlerdir. Tabii ki şimdi, “beş yüz yıllık bir süre içerisinde nasıl oldu da bu kadar saklandınız, biz sizi tanımıyoruz” diyebilirsiniz. Bu da bizim özelliğimiz. Biz iyi saklanırız. [Gülmeler] Başka azınlıklar var mesela Türkiye’de. O azınlıklar dışarı açıktırlar. Mesela Ermeniler operalarda oynamışlardı. Tiyatrolarda profesyonel oyuncuları vardır. Rumların hakeza ama biz her zaman geride kalmışızdır. Son yılların oyuncularından en tanınmışı, profesyonel tiyatrocu olan benim eşim Rozet Hubeş’tir. O zamana kadar zaten ayıptı tiyatroda oynamak. Şimdi artık oyuncularımız da var, efendim, radyolarda program yapan Sefarad Yahudi çocukları da var. Televizyonlara çıkanlar var, filmlerde oynayanlar var. Artık biz de açıldık ve de saçıldık. Artık bu açılıp saçılmanın iyi olup olmadığını bilmiyorum, onu zaman gösterecek, anlayacağız. Tabii ki bu arada bazı şeylerimizi kaybettik, bazı şeyleri kazandık. Mesela beş yüz yıl içerisindeki dilimiz kayboldu. Judeo-Espanyol kayboldu gibi neredeyse. Ben herhalde bu dili konuşan son jenerasyondanım. Gençler artık konuşmuyorlar. Zamanında bu iş Fransızcanın Türkiye’ye girmesiyle başladı. Fransızca önce İspanyolcayı sokağa attı, kovdu. Sonra okullarda Türkçe konuşulmaya başlandı. Aileler bu dilin çocuklarının lehçelerini bozduğunu düşünerek konuşturmadılar. Dolayısıyla artık İspanyolca neredeyse kayboldu zannediyorum.

Bayan Beki’ye gelince, Bayan Beki nevi şahsına münhasır bir insandır, bir Sefarad Yahudisidir. Bir kere yaşadığı yerler bakımından, okudukları yazdıkları bakımından yani sanmayın ki İstanbul’da, işte yirmi bin kişilik Yahudi Sefarad toplumunda on tane Bayan Beki vardır. Bayan Beki bir tanedir ve tektir.  Onun bu konudaki çalışmaları bizi çıldırtmıştı. İlk defa onun kitabını gördüğümüz zaman, yani bir Türk Sefarad kadını bir kitap yazmış dediğimiz an birbirimize baktık, şaşırdık İzzet’le. Oyun yazmış bu kadın, çıldırdık. Böyle bir şey olabilir mi? Çıldırdık çünkü biz 1970’lerde kendi cemaatimize uygun oyunlar arıyorduk. İşte içinde Yahudilik geçen, içinde Yahudi şarkıları bulunabilen yahut da yazarı Yahudi olan, Yahudi hikâyesi anlatan oyunlar için Ankara’larda mı, Devlet Tiyatroları’nda mı dolaşmadık. Onk Ajans’ın kapısını binlerce defa mı aşındırmadık. Tekstlerini aşırıp fotokopi çekip onları iade edip ondan sonra telif hakkı ödemeden [Gülüşmeler] oyunlar mı oynamadık. Bin bir türlü numara yaptık. Tabii sonra Bayan Beki’yi görünce şaşırdık fakat onun oyunları da tabii bizim cemaatimize yönelik oyunlar değil. Onun oyunları Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynamış düşünebiliyor musunuz? Biz hangisini oynayacağız?

Önce bir Alabora’yı oynadık, sonra kendisinden İki Yüz Bininci Gece’yi sipariş ettik. Çok güzel bir oyun yazdı. Onu arkadaşlarımız birkaç yerde, birkaç ayrı grup cemaatin içinde oynadılar. Ve tabii Bayan Beki’yle bugüne kadar geldik.

Bayan Beki müthiş bir hanımefendidir. Çok zariftir. Artık onun için söylenecek bir şey yok çünkü benim anneannem mesela onun gibi değildir. Yahut başkalarının anneanneleri de onun gibi değildir. Onun çocukları çok şanslı insanlar, anneleri böylesine geniş bilgi sahibi. Bir de şu var Bayan Beki’nin yalnız İstanbul’da yaşamamış olması da biraz etkili olabilir. Bayan Beki aileden Eskişehir’den Edirne’den Ankara’dan geçmişleri var. Bir de kendisinin araştırmacı kişiliği var. Ben çok fazla vaktinizi almayayım zaten sanıyorum saatim de doldu. On beş dakika. Arkadaşıma bırakayım. Şimdilik bu kadar. Sonra soracak sorularınız olursa konuşuruz. Teşekkür ederim.

Uluç Esen: İzzet Bey, sizle devam edelim isterseniz.

İzzet Bana: İlk baştan peşinen söyleyeyim, ben büyük konuşmacı değilim. Akademik hiçbir yanım yok. Ben direkt tezgâhta çalıştım. Hani evveliyatım yoktur bu konuda. Bir kere kendimden başlayacağım ilk önce. Benim büyükbabam hokkabazdı. Ama onun çalışmalarını izleyemedim çünkü çok küçüktüm. Ancak babaannem ve de babamın anlattıklarıyla hatırlıyorum. Türk sünnet düğünlerine giderdi çocukları eğlendirmek üzere, işi buydu. Oradan kazandığı parayla günlük şarap içerdi. Böyle bir kişinin torunuyum. Ama herhalde bir şey var, bir şey kaldı ondan bende. Sahne üstünü çok sevdim. Senelerdir bu işlerle uğraştım. Bununla eğlendim. Bununla büyüdüm. Ve halen bununla yaşıyorum. “Tiyatrosuz yaşanmaz” sloganı doğrudur.

Seneler ilerledikçe ben normal bir askerlikten sonra grup kurmaya başladım. Bizim Dostluk Yurdu Derneği adında bir derneğimiz var. Bu dernekte çok tiyatrolar yaptık. Çok hazırlıklar yaptık. İlk başta bir araya geldik ve Fikso adında, az evvel arkadaşımın da anlattığı gibi “fiks” yani “fiks edilmiş gün” anlamında dört kadının bir araya geldiği bir oyun yaptık. Sözde kimisi bıyıklı kimisi sakallı, kürk mantoları içinde oynanmış, dört kişinin oynadığı bir oyundu bu ve bizim halkı hicvediyordu. Fakat tabii ki sadece bu on beş dakikalık oyunla kalmayıp, daha evvelce etrafta gittiğimiz yerlerde eğlenerek seyretmiş olduğumuz oyunlardan esinlenerek çıkarttığımız bazı oyunlar oldu. Mesela Brecht’ten Cesaret Ana’dan bir bölüm oynadık. Bir ekmek asardık sahnenin ortasına işte kimisi ona ulaşmak isterdi kimisi de onun yanından geçerdi “bu ne” diye, yani ekmeğin ne olduğunu anlamayan bir kişi olarak. Böyle bazı denemeler yaptık. Belki hatırlayanınız ya da orada olan bazı kişiler vardır. Tepebaşı Deneme Tiyatrosu vardı. O deneme tiyatrosunda olanları biz bayağı izledik. Onlardan gördüğümüzü hemen oyun sonrası gider sahnede etüt ederdik.

Aziz Nesin’den bazı oyunlar ve skeçler, Efrahim Kishon’dan bazı skeçler… Onların hepsini bir paket program olarak yapıp böyle Fikso adında bir oyun oynadık. İlk zamanlar, ilk olduğu için biraz garipsendi ama sonra gitgide sevilmeye başladı. Ve aşağı yukarı 50-60 oyun oynadık. Ama tabii 100 kişilik salonda… Bizim için büyük bir şeydi bu. Herkes Lüküs Hayat gibi alışılagelmiş oyunlar beklerdi fakat bu tip şeyler yapacağımıza başka, hiç alışılmamış şeyler yapmak bizi daha çok çekiyordu.

O zamanlar Yaygara 70 oyunu Altan Karındaş’ın oynadığı Anastasia oyunu beni çok etkileyen oyunlardandı. Bir de Cüneyt Gökçer’in oynadığı Damdaki Kemancı. Bizim kültürümüzün bir kısmını teşkil ettiği için onu da yönettik. Bu Dostluk’ta oynamış olduğumuz Fikso da, Aziz Nesin’in Düdüklü Tencere adlı oyunun bir çevirisiydi, bu da çok beğenildi. Bizim Dostluk Yurdu dediğimiz yer, yer itibarıyla böyle bir yerdi [konuşma sırasında slayt ile mekandan ve oyunlardan sahneler gösterilir], yüz kişi ancak sığardı. Bizden evvel ki hocalarımız Hosbital Rambam [Rambam Hastanesi] ve Unutulmayan Işıklar gibi bir kaç oyun oynadılar. Bazen de Atlas Sineması’nın olduğu yerde, orada tiyatrolar da oynanıyordu. Ve en önemli oyunlardan biri de Los Maranos dedikleri yani İspanya’dan engizisyondan kaçan Yahudilerin, İspanya’dan Osmanlı topraklarına gelişini anlatan bir oyundu. Önemli bir oyundu. Ve bu ikinci yorumunda ben bu ustalardan birisiyle tanıştım ve bu oyunları yapmaya başladım. Bu oyunlara daha çok ustaca katılmaya başladım. Bu da Nemo Bank, bizden evvel oynadıkları bir oyun. İlk denemelerimizden biri Andora; Max Frisch’ten Andora adlı bir oyundu. Damdaki Kemancı’yı üç ayrı grupla oynadık. Hem müzikal olduğu için hem hoş bir melodisi olduğu için. Kazablan adlı müzikali oynadık derneğimizde. Hem müzikleri güzeldi hem de dansları. Rozet Hubeş’i burada görebilirsiniz. Fikso’dan sonra bir gün bir longplay buldum, Yehoram Gaon adında bir şarkıcının. O zamana kadar Judeo-Espanyol şarkıları bile bilmezdim. Judeo-Espanyol şarkıları orada tanıdım, bir longplay ile. Ve o kadar hoşuma gitti ki, hele ki bizim kültürümüzden olduğu için, ilk defa böyle bir şeyle karşılaştığım için. Şarkılara bir kurgu yapmaya çalıştım. Şarkıların anlamlarıyla acaba ben bir şey yapabilir miyim, bir köprü kurabilir miyim, bir kurgu yaratabilir miyim, bir oyun yapılabilir mi? Kendime göre bir plan yaptım: Bir kadın bir erkeği aldatacak,  bir haham mahalleden geçerken dua nitelikli bir mezmuru çocuğa söyleyecek, vesaire vesaire. Bu oyunu tabii ki ben tek başıma yapamazdım. Arkadaşlarımı etrafıma aldım. Selim Hubeş, Jojo Eskenazi, İsrail’de yaşayan Yuda Siliki adlı dört arkadaş toplandık ve bu oyunu yazdık. Bu oyun ilk başta 50 defa oynandı derneğimizde. İşte bu arkadaşların bugünkü durumları, biraz seneler geçmiş [Gülüşmeler]. O oynayanlardan biri de bu Moiz tiplemesiydi. Çok hoş espriler çıktı ortaya. Sadece burada oynanmasıyla da kalmadı, İzmir’e turneye gitti. İsrail’e bile iki defa turneye gitti. Ve biz bu oyundan çıkan dört kişi Judeo-Espanyol dilindeki bu şarkılarla, bütün dünyayı dolaştık, Los Paşaros Sefaradis olarak. Halen de dolaşıyoruz. Ve bu kültürü inşallah başka kişilere de yansıtacağız. Bu dediğim Moiz tiplemesiyle ilgili daha bir sürü oyun çıktı. Moiz en Paris, Bu İş Burada Biter Moiz, yani Ayşegül tiplemeleri nasılsa, Ayşegül Uçakta, orada, burada gibi biz de Moiz burada, Moiz şurada, Moiz Hamam’da, İnsanlık Sende Kalsın Moiz, Moiz.com.tr diye oyunlar oynadık… [Gülüşmeler]

Şu anda benim bir çocuk grubum var. Bu Judeo-Espanyol şarkıları onlara öğretiyorum. Bir ay sonra İspanya’ya gideceğiz. Bir festivale katılacağız.

Bu arada Don Kişot adlı bir müzikal oynadık dernekte. Arthur Miller’in Bedel’ini oynadık. Selim Hubeş yönetti. Dostluk’un 25. Yılı çok ihtişamlıydı. Oradan sahneler görüyorsunuz. Andrew Lloyd Webber’den bir rock operası: Yosef’in Renkli Rüyaları.

Kenterler’de 10 kez oynadık. Moiz in Broadway’de dört ayrı müzikali aynı günde oynadık. Moiz’in bir oğlu vardır, Amerika’ya sözde tahsile yollamıştır okusun diye. Halbuki oğul bir müzikalden diğer müzikale geze geze vaktini öyle harcıyormuş. Ve babası onu görmeğe, kontrol etmeğe gelince, oğlu alıp onu bir müzikalden diğerine götürüyor. Biri Cats [Kediler], biri Phantom of the Opera [Opera’daki Hayalet] , Les Miserables [Sefiller] ve Evita. Bu dört müzikali aynı oyunda sergiledik. Çok renk kattı bu olaya. Ve Moiz’in Listeleri; biliyorsunuz bizim on üç yaşa gelindiği zaman bir Bar Mitzva geleneği vardır. Yani ergenlik çağına girmektedir o genç erkek. Bu hazırlıklarla ilgili listeler hazırlanmaktadır. Bu listeler bu Moiz’i çıldırtmıştır. Çünkü çok masraf vardır: terzi masrafı, yemek masrafı vs. Bir hayli komik bir oyundu. Moiz en Ganeden [Moiz Cennette]. Bu da başka bir müzikaller dizisi oldu. Oraya da Miss Saygon’dan ve Grease”den bazı parçalar koyduk.. Gençlerin tek başına yaptıkları bir olay vardır: Lola. Copa Cabana diye bilinen bir müzikalin diğer bir ismi. Ve en son AKM’de oynadığımız, bizi bayağı uğraştıran fakat büyük bir yapıt: Masada rock operası. Bu da çok ses verdi. Bizim cemaatte çok duyuldu.

Bayan Beki Bahar’a gelince, Selim Bey’in de anlattığı gibi biz bir tiyatroya gittiğimizde Devlet Tiyatrosu’nun kitapçığına bakarken birdenbire bu sayfayla karşılaştık: Yazan Beki L. Bahar. Tabii ki Aziz Nesin’i de çok seviyorsunuz, onu da seviyorduk ama birazcık da biz Yahudi olduğumuzdan dolayı, Yahudi kültürümüzle ilgili bir şeylerimiz olsun istedik. Ve buna nasıl ulaşacağımızı, nereye gideceğimizi bilemedik ilk başta. Ve küçük bir araştırmayla Bayan Beki’nin Ankara’da oturduğunu öğrendik ve tabii ki durur muyuz, hemen Ankara’ya gittik. Nereden bulduğumuzu hatırlamıyorum telefonunu. Devlet Tiyatrosu’ndan zorluklarla mı almıştım bilemiyorum. Fakat ulaştık ve evine gittim. Tabii ki ben Bayan Beki Bahar’ı bizim İstanbul’daki Bayan Furtuni gibi bir hanım bekliyordum. Hâlbuki Ankara’nın getirmiş olduğu değişik bir Bayan Beki Bahar, sıcak ama değişik bir Bayan Beki Bahar’la karşılaştım. Bu beni birazcık ürküttü ilk başta ama beni hemen evladı gibi kabullendi, yani ben o anı şu anda düşünüyorum da daha bir genç halimle, tarif edemiyorum. Anlatmak istediğimi anlatamıyorum tam manasıyla. Rahmetli beyi de beraberdi, ona destek veren. Hoş bir aileydi ve hemen tereddüt etmeden bütün bu çalışmasını bana takdim etti. Halen durur verdiği kopyalar. İyi saklarım. Ve oyunu aldık, İstanbul’a getirdik. Ve ben hemen bir kadro kurdum. Böyle bir sahne, küçük bir sahne yaptık. Ve iyi bir iki oyuncuyla bunu iyi sahneledik. Aradan iki üç sene geçtikten sonra başka bir derneğe gittim, orada da bu oyunu oynadım. Bedel ile birlikte oynadık Arkadaşlık Yurdu Derneği’nde. Bir de Bir Bütün adlı bir oyunu vardı. O da başka bir kadroyla oynandı. Başka bir zaman yine sipariş vermiş olduğumuz bir oyun oldu: Balat’tan Bronx’a. Zamanında Balat’tan Bronx’a göç eden bir kişinin, bir kadının yıllar sonra kendi ailesini İstanbul’da aramaya gelmesiyle oluşan bir oyun. Çok trafikli bir oyundu. Nasıl denir? Heyecan verici bir oyundu. Onu da Yıldırım Spor Kültür Derneği’nde oynadık. Notlarıma bir bakayım, müsaade ederseniz. Unuttuğum bir şey olmasın.

Uluç Esen: İki Yüz Bininci Gece adlı oyun ne zaman şekillenmişti? Hatırlıyor musunuz?

İzzet Bana: İki Yüz Bininci Gece… Burada seneleri var, 89’da evet. 1989’da oynandı.

Uluç Esen: Dostluk Yurdu Derneği’nde mi?

İzzet Bana: Yok. Arkadaşlık Yurdu Derneği’nde oynandı ilk defa ve ondan sonra Dostluk Yurdu Derneği’nde genç kuşak yönetmenimiz Deniz Hanım’la [Deniz Toros] oynandı. Artık bayrağı teslim edeceğimiz kişiler olmalı etrafımızda. Onlar yönetti her iki oyunu da. Başarılı iki oyun oldu. Bu akşam da eğer gelip seyrederlerse göreceklerdir. Tavsiye ederim, eğer vaktiniz varsa buyurun.

Uluç Esen: Teşekkürler şimdilik o zaman. Rivka Bihar’a geçelim. Beki Hanım’ın oyunlarından bahseder misin bize?

Rivka Bihar: Ben de biraz Yahudi tiyatro geleneğinin bir-iki kilit noktasını belirtmek durumundayım ki oradan Beki Bahar’ın oyunları bu geleneğe nerede dahil oluyor ve nerede gelenek dışında kalıyor onu belirtebilmek için. Şimdi beş yüz küsur yıllık tiyatro geleneğine bakıldığı zaman Yahudilikte çok kilit üç nokta var, bunlar öne çıkıyor. Bir tanesi ya Yahudilikle ilgili konular ya da dini temalarla ilgili oyunlar düzenleniyor genelde cemaatte. Diğeri İzzet Abi’nin az önce size projeksiyonda gösterdiği bütün fotoğraflarda gördüğünüz gibi, bütün ekip alaylı yani hepsi gönüllü hepsi bunu sevdiği, ilgilendiği için, istediği için yapıyor. Bunun karşısında bir bedel talep etmiyorlar. Ne yazan, ne yöneten, ne makyajı, ne kostümü yani kimse bunun için bir bedel talep etmiyor. Bu da geleneğin bir parçası. Diğeri de belli bir vakte kadar, işte bu “Vatandaş Türkçe Konuş”lara kadar, oyunlar Judeo-Espanyol dilinde oynanıyor. Bazıları Ladino diyor, bazıları Yahudice diyor. Birkaç ismi daha var. Oyunlar bu dilde oynanıyor.

Şimdi Beki Hanım’ın burada geleneği temsil ettiği ve gelenekten ayrıldığı yerler var. Kendisinin Ankaralı olması, bu gençlik kulüplerinin dışında kalmasına neden oluyor. Ve böylece başka konulara değinen yazılar yazmaya başlıyor. Ama tiyatro oyunlarına gelmeden evvel şair kimliği var. Önce şiirlerle başlıyor yazım hayatına. Ondan sonra da tiyatroya kayıyor. Beki Hanım’ın oyunlarına baktığımız zaman iki tema görüyoruz. Bir grubu evrensel temalı oyunları oluşturuyor. Bir diğerini de dernek için yazılmış oyunları. Evrensel temalı oyunlarına baktığımız zaman kadının toplumdaki yeri, insanlık, insanlar arasındaki ilişkiler ya da Türk toplumuna özgü konuların işlendiği görülüyor. Bunlardan mesela Ankara Devlet Tiyatrosu’nun repertuarlarına alınan Alabora oyunu, 1970’te, yine edebi kurul tarafından repertuara alınıp henüz oynanmayan Ölümsüz Kullar-Pudu Hepa, 1973’te yazılmış. Burada da tarihi bir kadın karakter sergileniyor. Onunla ilgili bir duruş var. Sıradan Bir Şey var, sonra Sivas ve Yunus Emre başarı ödüllü Dona Grasya Nasi var, 1993’te yazılmış. Yine tarihten çok güçlü bir kadın karakter ve bunun yaşadığı toplumsal sıkıntılar, kadının bu toplumdaki yeri gibi meseleleri anlatıyor. Demokles’in Kılıcı var 2004’te. Şimdi bunların temalarına baktığınız zaman hep evrensel olduğunu, belki tarihsel bir altyapısı var ama bunun hala süregelen ve hala günümüzde de uygulanabilir konular olduğunu görüyoruz.

Bu oyunlarda Beki Bahar’ın şair kimliği nasıl yansıyor diye bakarsak, oyun karakterlerine göre şiir yapıları var. Uzun uzun tiratlar yok belki ama mesela Pudu Hepa’da bir kraliçe var. Kraliçe olduğu için toplumsal bazda, sınıf olarak biraz daha yüksek bir konumda duruyor. O yüzden konuşması biraz daha şiire yakın. Bunlar da tabii uyak kafiye gibi özellikleri aramıyoruz. Ama biraz daha ahengi olan kelimelerin yan yana seçildiğini gözlemleyebiliyoruz. Alabora da aynı şekilde, kendi içinde çok şiirsel, dinlediğiniz zaman bir müziği olan bir oyun olduğunu görüyoruz. Bunlar da dediğim gibi hep karakterlerine göre şekilleniyor.

Şimdi evrensel temalı oyunları bir kenara bırakıp dernekler için yazılmış oyunlara bakarsak, bunlar tamamen az önce bahsettiğim tiyatro geleneği içinde kalmış oyunlar. Yani birincisi konuları hep Yahudilik veya Yahudileri ilgilendiren, Sefaradların Sefaradlara anlatıldığı konular. İkincisi hedef kitlesi tamamen Sefaradlar, yani ben bir Sefarad oyunu yazıyorsam bunu zaten başka bir Sefarad’a yazıyorum. Kendini görmeye gelen bir hedef kitlesine yazılıyor. Bunlardan hangileri var diye bir bakarsak Bir Bütün var (1978), İki Yüz Bininci Gece (1989) ki bu oyunun bir bölümünü günün ilerleyen vakitlerinde seyretme fırsatı bulacağız. Balat’tan Bronx’a, İzzet Abi biraz evvel bahsetti 1991’de ve Bir Eksik 1997’de. Bunlar dernek için yazılmış oyunlar. Ve bunlarda hep güldürü unsuru yoğunlukta. Evrensel temalar biraz daha düşündürücü nitelikte olurken, dernek için yazılanlarda komik öğeler daha fazla yoğunlukta. Ve burada dikkat edilmesi gereken de bir şey var. Derneklerdeki oyunlar Selim Abi’nin de bahsettiği gibi yarı Judeo-Espanyol, yarı Türkçe iken Beki Hanım’ın oyunlarında sadece Türkçe dili hakim. Türkçe kullanılıyor ama bu bir kültür ve bu kültürü yazan da bir Sefarad, oynadığı kişi de bir Sefarad. O yüzden Sefarad ezgilerine deyimlerine ve şarkılarına yer veriyor muhakkak oyunlarında. Şimdi bu bağlamda dernek için yazılmış oyunlarının Türk Yahudileri geleneğinden sıyrılmadığını görüyoruz. Dediğim gibi konuları olsun, oyuncu kriterleri hani alaylı demiştik bir şekilde gönüllü bu işi yapanlar olsun ya da oyunu izlemeye gelen seyirciler olsun hep aynı döngüde yer alıyor. Ama zaten onu bu gelenekten sıyıran bireysel çalışmaları var. Evrensel konulara değinmiş oyunlarında görüyoruz bu döngüden bir parça ayrıldığını. Burada da hangi farklar var? Dediğimiz gibi evrensel konular işlenmiş yani hedef kitlesi çok daha geniş, tiyatro sever, sanatsever kişilere yazılmış. Komedi unsurlarından biraz belki kaçınıyor, daha düşündürücü, mesaj içerikli demiyorum ama düşündürücü olması çok önemli. Onun dışında oyuncusundan yönetmenine, rejisörüne kadar herkesin mektepli olduğu, profesyonel olarak çalıştığı oyunları var. Gelenekten ayıran bir yön de bu zaten. Ve Beki Bahar genelde, kendisiyle daha dün sohbet etme şansını yakaladım, tiyatrolarını belki bir parça oynanmasından ziyade okunma amaçlı yazıyor. Ve şair kimliğinden de yola çıkarak daha az kelimeyle daha çok şey anlatabilme unsurlarını gözetmeye çalışıyor. Bu nedenle de tiyatrosunda yer alan her kelimenin bir ağırlığı var, her cümlenin bir görevi var. Bunlara dikkat etmeye çalışıyor. Bireyin hayal gücünü geliştirmeyi amaçlıyor. Yani bir romanda kızın ne giydiğini odanın nasıl olduğu havanın nasıl olduğunu size uzun uzun anlatılır. Ama Beki Bahar oyunlarında, genelde bir iki nokta vererek size onu tamamlamanızı sağlamaya çalışan bir yapı kurar. Bu nedenle de dediğim gibi Türk Yahudi cemaati içerisinde değerlendirirsek, kendisine belki geleneğe de biraz bakarak, uyarlama oyun yazmayan, oyunlarında sadece Sefarad ve Yahudilik konularını işlemeyen, çeviri eserlere de pek yönelmeyen, özgünlüğünü tamamen korumuş tek bayan yazar diyebiliriz. Sanırım bugünün de nedenini bütün bu öğelere bağlamak mümkündür. Teşekkür ederim.

Ömer Faruk Kurhan: Ben Beki Hanım’ın oyunlarıyla oldukça geç, geçen yıl tanıştım. Okudukça da ilgimi çekmeye başladı. Özellikle de tarihi oyunları ilgimi çekmeye başladı ama bu biraz sübjektif bir şey yani benim tarihe olan merakımdan, tarihi olaylara ilgimden kaynaklanıyor. Demokles’in Kılıcı, Senyora ve Pudu Hepa-Ölümsüz Kullar çok ayırt edici örnekler benim okuduklarım arasında. Daha varmış ama ben henüz onları okumuş değilim.

Bugün daha çok Senyora üzerinde konuşmak istiyorum. Yazar kimliğini, tiyatrocu yazar kimliğini çok yönlü olarak ortaya koyduğunu düşünüyorum bu oyunun. Yani bir kadın sorunu bağlamında ortaya koyuyor, bir de egemenlerin halkla ilişkileri bağlamında ortaya koyuyor. Kişisel yaşamın toplumsal belirlenim içerisinde ele alınması gerektiğini, kişisel yaşamla toplumda yaşananlar arasında determinist bazı ilişkiler kurulabileceğini gösteriyor. Ama bu noktayı çok abartmamak lazım çünkü güçlü bir kişi kurgusu üzerine, yani karakteristik özelliklerin toplumsal unsurlarla nedensel ilişkiye girmesini ortaya koyuyor bu oyunlar. Mesela Senyora’da şu var, şöyle kurgulayabilirsiniz oyunu: Bir kişi vardır ve belli noktalarda dışarıdan diyebileceğimiz ya da ikincil faktör olarak ama çok önemli olayların o kişinin yaşamını etkilemesi açısından bir biyografi kurgusu değil. Bir biyografi var ama bu parçalı bir biyografi, seçilmiş bir biyografi. Senyora’nın siyasi hayatı, entelektüel hayatı direkt çok önemli olaylar bağlamıyla birebir örtüştürerek kurgulanmış. Yani aile içi olaylar da işin içine giriyor ama yine o toplumsal nedenler bağlamında giriyor. Bana göre şöyle: Kişinin hayatıyla, tarihi-toplumsal akış dengeli bir şekilde kurgulanmış Senyora’da. Benzer bir yapı Pudu Hepa’da da var. Yani bu iki oyunda dikkatimi çeken bu. Demokles’in Kılıcı farklı. Yer yer bilim kurgu özellikler de taşıyan bir oyun. Binlerce yıl önce yüzlerce yıl yaşamış iki tane Yahudi entelektüel -kelimeyi esnek kullanıyorum- var, birisi Roma’ya hizmet eden, birisi başka bir sarayda bir tür soytarılık yapan. Orada da bir düzeltme vardı mesela “Demokles’in Kılıcı Demokles’in değildir” diye. Bu oyunları okurken tarih öğreniriz bir yandan da. Demokles’in Kılıcı biraz daha faklıdır ama diğer iki oyunun ben bir hayli örtüştüğünü gördüm. Temaları açısından da örtüştüğünü gördüm. Şimdi Beki Hanım’ın derdi ne diye sorarsanız, ben tabii onun hislerine tercüman olamam. Okur gözüyle biraz da yüzeysel bir bakış açısıyla en azından Senyora’nın hakiki bir Yahudi tarih oyunu olduğunu söylemek lazım. Tabii ki evrensellikler olacak ama okuduğumda ben çok etkilendim çünkü Yahudi tarihini öğrenmeye başladım. Yahudiler nasıl davranıyor, ne oluyor, dertleri nedir, ne gibi tartışmalar yürütüyorlar aralarında, vesaire gibi çok özgün bilgilere ulaşmanız mümkün bu oyun aracılığıyla. Haklı olarak dipnot eklemiş çünkü o dipnotlar olmadan okumak zor. Çünkü o kültüre yabancıyız. Yani bir Yahudi gencinin anlayabileceği ya da hemen algılayabileceği şeyleri biz algılayamayabiliriz. O notlar da yetmiyor, o notların ötesine geçip makaleler okumaya başlıyorsunuz ister istemez. Şimdi mesela Yahudi dilinde İbranice bir söz söyleniyor. Bu nedir diye tabii bakıyorsunuz, dipnot da yok. Öğreniyorsunuz ki “Efendi Tanrıdır, efendi tektir” diye bir anlamı varmış, bunu öğreniyorsunuz. Sonra bir makaleye bakıyorsunuz Yahudiler Allah’ın ismini telaffuz etmezmiş. Bu yasakmış. Yani bizdeki Allah terimi Yahudilerde kullanılmıyor. Dört harfli bir simgeyle ifade ediliyor, onu telaffuz edemiyorsun ya da örneğin Yahudilikte cennet cehennem hikâyeleri yokmuş çünkü o Tanrısal evrene ait ve insanın dışında bir alan olarak tarif ediliyormuş. Böyle çok kaba, yüzeysel bilgilerle okuyorsunuz ama bunları öğrenmeden, girmeden de oyuna hakim olmak kolay değil. Yahudi kültürüne aşina olmak durumundasınız bir ölçüde. O zaman oyun anlaşılır oluyor ve yönetmen bakış açısıyla söyleyeyim, imgeler doğmaya başlıyor. O zaman yorumlanabilir hale geliyor. Bu yüzden de sahnelenmesi kolay değil. Sahnelenecekse bu oyun hakikaten oturup ciddi ciddi, biraz tarihçilerden destek alarak hatta dine hakim entelektüellerden destek alarak sahnelenebilir. Oturup bir ön hazırlık yapmak gerekiyor. Yani başka türlü alayım ben bu oyunu sahneleyeyim demeniz bence mümkün değil. Bu açıdan benim yapacağım sunum üzerinde çok iyi çalışılmış değil, ancak bir tanışma konuşması olur. Hakikaten bilgilenmek gerekiyor, ciddiye almak gerekiyor. O arka plan bilgisini oluşturmak gerekiyor elden geldiğince.

Oyuna geçecek olursam, Beki Hanım’ın şöyle bir özelliği var, illa kadın kahramanları öne çıkaracak bir kere. Bunu Pudu Hepa’da da yapıyor. Kadının bir yeterlilik sorunu olmadığını, çok rahat yönetici olabileceğini önce “dan” diye önümüze koyuyor. Tarihten de o tür figürler ortaya koyuyor. Ama bu figürleri ahlaki olarak sorguluyor. Mesela Pudu Hepa’da şöyle bir açmaz yaşıyor: Aslında Pudu Hepa demokratik, halkçı, adil bir düzen kurma ideali olan bir imparatoriçe olarak çiziliyor. Ama bunun için de kendisini feda etmek zorunda. Ve nitekim oyunun sonunda zaten bütün zenginliğini, iktidarını, vesaire sıyırıp atar halka bir çağrı yapar; halk da onu linç etmeye gelmiştir bu arada. Yani “buyrun sizin olsun, doğrusu da bu” der ama bu aslında geleceğe bir mesajdır. Zaten Sümer tarihine baktığımızda Pudu Hepa yerlerde sürünüyormuş, bunu bir kenara atmışlar. Hep dalga geçilen bir kadına dönüşmüş, Sümer tarihini ele alan bir kitaptan okumuştum. Ama bu zaten evrensel bir mesaj, yani günümüze bir mesaj. Olabileceklere ilişkin bir mesaj yani bir egemen zihniyeti sorgulayan ve onu adil, demokratik olmaya, iktidarı halka devretmeye çağıran bir anlayış içerisinde kaleme alınmış. Trajik olmasının nedeni de bunu kendini feda ederek yapmak durumunda olması; egemenin kendisini öldürmesi, manevi anlamda ya da maddi anlamda da olabilir önemli değil. Bunun etik bir davranış olduğunu savunur kitap. Senyora’da bir direniş hareketinin önderiyle ya da lideriyle karşılaşırız. Dışarıda tarihçi arkadaşlarla konuşuyorduk da biraz soru sordum onlara. Yahudi tarihine, kimliğine çok hakim birisi değilim, gerçi Moşe diye bir arkadaşımız vardı Galatasaray Lisesi’ndeyken. Sonra bir gün baktık 1980’de adı Metin olmuş. Bizim de bir tarih hocası var, “Metin iyi olmuş da şu soyadınızı da bir değiştirseniz” demişti. İri yarı bir çocuktu. Onu da arada aktarmış olayım. Benim tek temasım odur. Kesinlikle Yahudilik üzerine tek kelime etmezdi. Ona çok dikkat ederdi.

Neyse ben oyuna döneyim, Senyora bir direniş hareketinin liderine dönüşecek yalnız burada olayı çarpıcı kılan şu: Önce tarihe şöyle bir bakmamız lazım. 1492’de İspanya’dan Yahudiler göç etmek durumunda bırakılıyorlar ve yollarda telef olmaya başlıyorlar. O dönemde engizisyon papalığa bağlı ve Yahudilerden istenen kesinlikle dinlerini bırakması. Bu maranolar… Şeyi soracaktım maranolar mı diyeceğiz, maranoslar mı? Onu tam anlayamadım. Galiba marano bunlar tekil olarak. Yani maranolar mı diyeceğiz?

Rivka Bihar: İspanyolca “s” gelmiş hali.

Ömer Faruk Kurhan: Maranolar diyeceğim o zaman. Maranolar zorla Yahudilikten dönmeleri sağlanan, kripto Yahudi olarak da geçenlere verilen isim, kripto orada gizli demek. Türkçede biraz kötü anlamda kullanılır galiba, yani gizli işler çeviren, gizli Yahudi cemaatlerini ima eder ya da algılama öyle. Ama biz Beki L. Bahar’ın kitabına baktığımızda, işin bu kadar kolay olmadığını anlıyoruz yani bu kadar kaba değil. Yahudiler zorla Hıristiyanlığı kabul etmişler, tamamı da aslında gizli gizli Yahudiliklerini sürdürüyorlar. İbadetlerini belki gizli yerlerde yapıyorlar ya da yapamadıklarında hala aktarıyorlar “biz Yahudi’yiz” diye. Öyle değilmiş bir kere. Hakikaten bir süre sonra, tabii baskıyla geliyor, ama bir süre sonra tamam “biz asimile olalım” yani “Hıristiyan olalım, canımız bağışlandı” diyen gruplar da oluyor. Ama bir kesim de “hayır bu bizi kurtarmaz, biz hem inancımızı koruyalım hem de kendi gizli güvenlik önlemlerimizi alalım” diyor. Aslında iki temel önlem alıyorlar, bir tanesi ön devlet gibi bir yapı kuruyorlar hakikaten. Mesela bunun içerisinde gizli teşkilatları var, suikast timleri bile var. Mesela oyunda bir muhbir var aralarında, o muhbir iki tane suikastçı katlediyor. Daha sonra onlar da yakalandığında işkenceye alınıyorlar, konuşmuyorlar. Zaten çok sert, dirençli tiplerden seçiliyorlar anladığım kadarıyla. Yakılarak öldürülüyorlar, canlı canlı yakılarak öldürülüyorlar. Ama bu örgütlenmeyi açığa çıkaramıyorlar. Yani gizli bir teşkilat var. Bir de esas zenginlik yani para kaynağı var. Bu çok önemli bir faktör. Baharat tekelini elinden tutan bir aile var. Yahudiler o dönemde ticarette çok önemli konumdalar. Sadece ticarette değil, entelektüel olarak çok ileri bir toplumlar. Osmanlı’da Yahudi çağrısı yapıldığında bunlar da göz önüne alınıyor, “bunlar ticareti biliyorlar, bu ülkeye para getirecekler” diye. Artı bürokraside, bilim alanında, vesaire çok önemli entelektüellere sahipler ve sarayda çok etkililer. Mesela Portekiz’de kralın doktoru Yahudi. Bu işte çok ustalar. Bürokrasiyi çok iyi biliyorlar. Ticareti çok iyi biliyorlar. Bu gizli örgütü finanse eden, bu baharat kralı dediğimiz Mendes ailesi. Bunlar sadece para kazanıp kendi halkları için çalışmıyorlar. Aynı zamanda mesela papalığı satın almak, krallığı satın almak için rüşvet veriyorlar. Gayri resmi haraç ödüyorlar aslında. Yani papayla Marano topluluklar arasında ilişki var. Papalık, engizisyon mutlaka onlar içinde de bir sürü tartışma oluyordur tabi. Bu yapı şöyle çalışıyor: bir kere engizisyon, kılıcını sürekli başlarında sallandırıyor, Demokles’in Kılıcı’nda olduğu gibi. Ve sürekli rüşvet ödeyerek, çok büyük rüşvetler ödeyerek engizisyonun Portekiz’e girmesi engelleniyor ya da başka ülkelere girmesi engelleniyor. Bazen de kafalarına esiyor “tamam! Bitti, girin!” diyor engizisyon. Sürekli şantaj altında yaşatılan, belli yıllarda da düzenli olarak kitle katliamına uğrayan bir topluluk bunlar. Yani sürekli ip üstünde yaşayan, şantaj altında, baskı altında tutulan, Yahudi tüccarlarının rüşvetle bu olayı geciktirdiği, dozajını yumuşattığı, bir yandan kendi içindeki muhbirlere karşı önlemler alan bir toplum düşüneceğiz. Bu kitap bunları çok güzel veriyor. Yani ben okurken tarih okudum aslında. Bu yanlış anlaşılmasın, sanatsal olarak kitabın vaat ettiği çok şey var. Çünkü ne yapıyor kitap, Senyora’nın hayatını bütün bu olaylar bağlamıyla yan yana getiriyor. Onun değişimlerini izliyoruz.

Senyora, İstanbul’daki haliyle baktığımızda şöyle bir kadın: Yahudi direniş hareketinin, finansmanının başında. Adına galiba sinagog yapılmış. Yahudi kraliçesi Senyora’yı, “kadın efendi” olarak da okuyabilirsiniz ama gayri resmi kraliçe olarak okumak gerekiyor. Yahudi kraliçesi bir kadın. Ve bir de şu projesi var, şu anda İsrail sınırları içinde bulunan, tarihte adı Tiberya olarak geçiyor, Tiberya’da Osmanlı hanedanıyla, Kanuni Sultan Süleyman’la, anlaşarak bir Yahudi yurdu inşa etmek. Kendi içinde muhtar olan yani özerk olan bir yer ki Avrupa’daki ya da başka yerdeki baskıyı göğüsleyemeyen Yahudiler gidip oraya yerleşebilsinler, yurt edinebilsinler. Tiberya projesi diye geçiyor. Oyunda göreceğiz, bir şekilde başarısızlığa uğrayan bir proje bu.

Genç kızlık çağına döndüğümüzde şöyle ilginç bir olayla karşılaşırız, Senyora dediğimiz kişi yani Grasya Nasi, aslında ailesi içerisinde asimilasyonu savunur, “biz bırakalım bu Yahudiliği” der. Abisini de suçlar. Abisi direnişin önde gelen figürlerinden birisi, doktor. Aynı zamanda saray doktoru bir yandan da suikast işlerine falan bulaşıyor. O enteresan bir tip yani. Entelektüel ama gizli örgüt yöneticisi. Aynı şekilde baharat tekelinin başındaki Mendesler de öyle. Abisiyle tartışması var mesela, kız kardeş şunu savunuyor, “siz böyle yaparak Yahudileri tehlikeye atıyorsunuz” diyor, “bizi tehlikeye atıyorsunuz. Artık tamamen bırakalım Hıristiyanlığı kabul edelim. Bakın burada bize dokunmuyorlar”. Hakikaten Portekiz’in öyle bir dönemi var. Portekiz 1492 göçünde Osmanlı dışında Yahudilere kucak açan bir ülke. Ben şöyle biliyordum, bizim Osmanlılar çok muhterem insanlar, Yahudilere kucak açmışlar, çok büyük iyiliklerde bulunmuşlar. Evet, böyle bir bakış açısı var, devletle diplomatik ilişkileri kurmak, ilişkileri güvenilir kılmak için böyle bir söylem kullanılıyor tabii ama tarihsel toplumsal bakış açısıyla durum farklı, muhtemelen aynı zamanda Yahudi sermayesini Osmanlı topraklarına çekmek için. Hakikaten Osmanlılar da dinsel ayrımcılık var ama soykırımcı, etnik temizlikçi zihniyet yok. Bu çok önemli. Avrupa’da var ama. Avrupa birbirini yiyor. Sadece Yahudileri yemiyor, birbirlerini de yiyorlar. Avrupa’nın tarihi çok kanlıdır. Osmanlı’da farklıdır. Osmanlı’da dinler meşru olarak yaşanabilir ama Müslümanlık üstte tutulur. Ayrımcılık vardır. Fiziksel saldırı yoktur. Bir insan şuna inanıyor diye fiziksel saldırı yoktur. Bu Aleviler bağlamında belki tartışılabilir ama o bile aslında İran tehdidi, Şia tehdidiyle gelişen bir olaydır. Avrupa’daki katliamcılık, soykırımcılık yoktur bu topraklarda geleneksel olarak. Sonradan girmiştir.

Grasya Nasi, sağduyulu bir şey söyler gibi gelebilir eğer milliyetçi bir bakış açınız yoksa. Abisi itiraz eder ama aralarındaki diyalog yumuşaktır, çünkü şu nedenle yumuşaktır. Oyunda Grasya Nasi’nin birkaç tane çok temel özelliği güzel bir şekilde çizilir. Bir tanesi okur-yazar, çok ciddi bir okur-yazar olması, İbraniceyi öğrenmesi, araştırması; entelektüel bir kadın olarak kendini yetiştirmesi ki orada kız kardeşiyle bir zıtlık kurulur. Kız kardeşiyse evliliğine hazırlanan, “kiminle evleneceğim” diye düşünen, güzel giyinen, süslenen, naif bir portre olarak çizilir. Ama öbür tarafta hırslı ve entelektüel bir genç kız karşımıza çıkar. Zaten oyunun başlarında dadıyla geçen sahnede şunu görürüz, bir yönetici kimliği vardır, yani genç kızlık havası içerisinde biraz espriyle “ben Kraliçe olacağım” der. Kız kardeşiyle sohbetinde cadı terimini kullanır kız kardeşi ama mizahi bir dille, cadılık da aslında kadının sınırları zorlaması anlamına gelir. Normal Yahudi ailesinde bir kadının haddine düşmüş değildir bu şekilde gizli gizli alsın kitaplar okusun, iddialarda bulunsun, bayağı etkin bir insani özne olarak davransın. Bunlar aslında meşru sayılan, gelenekten meşru sayılan şeyler değil. Ama bu özellikleri bir şeyin habercisidir yani evet bu kadının başına bir şey gelmezse bu iddialı biri, altyapısı olan biri, becerikli biri, hırslı biri, atak biri, korkusuz biri, böyle özellikleri kavramaya başlarsınız. Abisinden ayrıştığı noktada da bir dönüşüm yaşayacaktır. Kitapta benim gördüğüm iki tane temel dönüşüm var. Birincisi bir şövalyeyle flört ilişkisi yaşıyordur. O şövalye de Hıristiyan zaten. Yahudiler ise birbirleriyle evliliği teşvik ediyor. Ama Grasya Nasi bu geleneği reddediyor. Yalnız Hıristiyan kendisine şöyle bir iltifatta bulunur: “ne kadar kanımda olmayan Arap ve Yahudilerden nefret ediyorsam, seni de o kadar seviyorum” der. Öpüşürler. Grasya Nasi’nin dudağı kanar, herhalde hırslı bir öpüşme. Dolayısıyla şövalyenin ağzına kanı gelir ve şövalye onu yutar. Bunun üzerine Grasya Nasi karşısına geçip der ki “Maalesef senin damarlarında dolaşan aynı zamanda bir Yahudi kanı”. Meydan okur burada.  Bunu bilinçli olarak yapmaz. Bir tepkiyle yapar. Bunun üzerine skandal patlar zaten. İhbar edilir, Yahudiliğini terk etmemiş bir Marano olduğu ortaya çıkar. Öldürülecektir, yoktur çaresi. İlk dönüşümü bu olur ve kendi kendine sorar “ben bunu neden yaptım, nasıl oldu” diye. Orada bir buhran sahnesi vardır Beki Hanım’ın yazdığı. O buhran sahnesinde bir yandan İsa’yı ve Hıristiyanlığı düşünürken, kafası karışıktır, bir kabus gibi yaşar, yani gelgitlerle yaşar. Ve en sonunda Müslüman kültürdeki “eşhedüenla ilahe illalah” dediğimiz lafın benzerini yani “Efendi Tanrı’dır, Tanrı tektir” lafını telaffuz eder ve Yahudi kimliğinden kurtulamamış olur. Bunu çıkarmış olur. Bir önemli olay bu. Bu kendi soyuna karşı, o soydan kurtulma, o soyu bırakma eğilimini yok eder. Çünkü ırkçılık o kadar yaygındır ki bir Hıristiyan’la evlendiği takdirde, yani gerçek bir Hıristiyan’la evlendiği takdirde bu ırkçı yargıdan kurtulamayacaktır. Burada bir aşkın terk edilişi ile toplumsal nedensellik ilişkisini kurabilmiştir herkes. Irkçı kültür bir Hıristiyan’la normal bir aşk ilişkisi yaşamayı engelleyen bir faktöre dönüşmüştür ve Grasya Nasi’nin de Hıristiyanlığa bütünüyle katılma projesi batar. Ama cabbar bir kadın, “sen bana hakaret mi ettin” deyip o da yapıştırıyor lafı. Bu çok güzel bir şey çünkü çelişkili bir karakter çiziliyor.

Aslında çok derin ve çok anlamlı, çok bilgilendirici bir hikaye. Ben kabaca geçiyim. Nihayetinde Grasya Nasi, Yahudilik anlamında kendi soyundan birisiyle evlenir. Baharat kralıyla, Mendes ailesinin bir büyüğüyle evlenir. Bu onu nereye taşır? Onu bir kere etkili bir konuma taşır. Yani Yahudi elitinin içerisinde doğrudan yer alır. İlerleyen hikayenin nasıl hazırlandığını görüyoruz. Orada hala “biz ne yapıp edip yine de Hıristiyan olalım” fikri devam etmektedir. Ama kendi soyunun içine girmek zorunda kalır. Orada esas baht dönümü dediğimiz nokta gündeme gelecektir. O da bir deprem nedeniyle yaşanan Yahudi katliamıdır. Abisi depremde yaralananlara yardım etmek için gider meydana ve katliamın bir kurbanı haline gelir. Orada olay biter, abisini de kaybeder. Katliamlar da başlamıştır artık. Ve bunun üzerine “ben bu davaya kendimi adıyorum artık” der. Kutsal dava diye geçiyor. Ve orada artık Yahudi toplumu için, yani “hayatımı artık bunun üzerine kuracağım” şeklinde bir tavır alır. Dönüşüm böyle tamamlanır. Ondan sonraki bölüm Yahudi toplumun iç sorgulaması açısından çok önemlidir. Buraya kadar daha çok dış baskı ve Grasya Nasi’nin dönüşmesi vardır. Yahudi toplumunun kendi içinden sorgulanması aşaması gelir. Oyunun ikinci bölümünde kız kardeşinin ihanetine uğrayacaktır. Kız kardeşi bunu mülk davasında ihbar eder, İtalya’da ikamet ederken. Ve onu ilişkilerin iyi olduğu Osmanlı Hanedanlığı, Kanuni Sultan Süleyman kurtaracaktır. Birincisi başına bu olay gelir. Bu çok daha önemli bir olay, kız kardeşi aile mülkünü tehlikeye atar, halbuki aile mülkü tamamen Yahudi direniş hareketine, halka adanmıştır. İşte kız kardeşiyle orada çelişki yaşarlar ve bu bir ihanete dönüşür. İki, İtalya’da Ancona’da başlayan galiba, onu tam anlayamadım tarihsel olarak bakmak lazım, gene bir Yahudi soykırımı, katliam var. Ve İtalya’yla ticareti ama özelde Ancona limanı ile olanı boykot etme çağrısı yapar Senyora. Bu bir direniş hareketidir ve papalığı maddi olarak kayba uğratıp, katliamdan vazgeçirmeye çalışır. Bu çok önemli tarihsel harekete Yahudi cemaati tam olarak sahip çıkmaz. Önce sahip çıkar sonra din adamları ve zenginler birleşir ve bu boykotu kırmaya karar verirler. Orada “öyleyse yıkıl Sezar” olur Senyora. Yani ikinci olay da Tiberya projesinin yani Yahudi yurdu açma projesinin ki Kanuni’nin izni olduğu söylenir oyunda ya da o anlam çıkar, o projenin batmasıdır. Ama bu halkı suçlamak için değildir aslında, Senyora’nın bir trajedisi vardır, bir halkın trajedisi vardır, algılayamamaktan, geleceği görememekten kaynaklanan bir trajedi vardır. Ve o noktada Pudu Hepa’ya benzer yani başarısız kalmıştır, Pudu Hepa da başarısız kalmıştır. Senyora da başarısızdır ama geleceğe dönük mesajları doğrudur gibi bir finalle biter oyun. Ben süreyi çok aştım bitireceğim o yüzden. Yoksa üzerine çok sohbet edilebilir. Teşekkür ederim.

Uluç Esen: Şimdi panelistlerimizin başka söyleyecekleri varsa alalım yoksa soru cevap bölümü ile devam edelim. Sorusu olan var mı?

Fırat Güllü: Ben şunu soracağım, biz oyunlarının sergilenişi sırasında seyirciyle iç içe bulunma şansı yakalamadık ama Beki Bahar’ın oyunlarını sergileyen ve seyirciyle paylaşan insanlar var burada. Seyirci arasında algılanışı nasıl oluyor bu sergilediğiniz oyunların? Nasıl tartışmalar yarattı cemaat içerisinde?

İzzet Bana: Benim söylediğim bir şey var bu tip soru geldiğinde, biz kendi toplumumuzda yapmış olduğumuz oyunlarda her zaman sabun köpüğü oyunlarla karşılaşıyorduk normalde. Gerek hanımların oyunlarında, gerek diğerlerinde ve de Bayan Beki Bahar’dan istenen oyunlar da hep bu tip oyunlardı. Bayan Beki Bahar da böylesine tarihi oyunlar içinde yüzen bir kişi olma sıfatıyla bunlara tabii ki sıcak bakmıyordu.

O kendi yönünde yazardı ve gün gelir sipariş hazırlanır ve bizim dernekteki kişilere gelirdi “hadi buyurun” diye. O yönetici kişiler, tiyatrodan pek anlamayan ama “tamam hadi yapalım” diyen kişiler, oyunu oku oku sonunda “bu bizim oynayacağımız oyun değil” derlerdi tamam mı? Öyle bakarlardı bu oyuna. Böyle şeylerle karşılaştık çok defa. Ve sonra bir daha giderdik Bayan Beki’ye ve “Bayan Beki ne olursunuz şurasını biraz daha hafifletelim, hafiflettirebilir miyiz?” diye sorardık. “Şurasını biraz daha halk diline döndürebilir miyiz? Birazcık komedi yaratamaz mıyız buralarda?” Bayan Beki kızmazdı ama kibarca “Nasıl olur? Burada komedi olur mu?” diye bizi yönlendirirdi sağ olsun. Halen yönlendirir. Böyle şeylerle karşılaştık.

Fırat Güllü: Peki, seyirciye ulaştığında?

Selim Hubeş: Valla Türkiye’de herkes her şeyi alkışlar, dolayısıyla beğenip beğenmediğini anlamazsınız. Türkiye’de bütün oyunlar alkışlanır yalnız bizimkiler değil. Yani herhangi çok sevmediğiniz bir oyunda, bütün oyun boyunca uyuduğunuz oyunu uyandığınız zaman alkışlarsınız. Dolayısıyla hiçbir seyircinin ne düşündüğünü anlayamazsınız. Eleştirmenlerin bazıları da çok derinden eleştirir onu da anlayamazsınız dolayısıyla tepkinin ne olduğu pek anlaşılmaz Türkiye’de. Biz de Türkiye Yahudisiyiz. Haldun Taner’in bir lafı vardır “Her ülke kendi Yahudisini yaratır” der, biz de Türk Yahudisiyiz yani ayrı görmeyin bizi. Türkiye’de neler yaşanıyorsa bizde de aynısı yaşanıyor.

Fırat Güllü: Yani şu sebeple bunu sordum. Biraz önce oyunla ilgili bir analiz yapıldı, oyun Yahudi tarihine dair çok ciddi bir tartışma yürütülüyor.

Ömer Faruk Kurhan: Ama bu oyun oynanmamış cemaat içinde.

Fırat Güllü: Yok oynanmıyor, yani bu oyundan yola çıkarak genel anlamda bu tür tartışmalar nasıl oluyor? Sadece bu oyunda değil de diğer oyunlar üzerinden de düşünülebilir.

Uluç Esen: Belki İki Yüz Bininci Gece özelinde konuşmak mümkün olabilir yani oyunun nasıl algılandığı çerçevesinde.

Selim Hubeş: Seyirci bütün bu işlere dışarıdan bakıyor bizde. Yani sanmıyorum ki herhangi birisi bu tekstleri arkadaşımız [Ömer F. Kurhan’ı kastederek] kadar derinlemesine okuyup bu yorumları yapsın. Bu oyunlarla ilgili olarak böylesine ben şu anda ilk defa rastlıyorum.

Ömer Faruk Kurhan: Ben seyretmedim oyunları.

Selim Hubeş: Seyretmeyerek, bir teksti sadece okuyarak bu kadar derinlemesine analiz etmek, hatta Yahudi yaşamına ilişkin bazı şeyler söyledi ki ben bilmiyorum yani. Buyurun bir arkadaş daha var.

Uluç Esen: Boğos abi buyrun.

Boğos Çalgıcıoğlu: Ben de bir azınlık oyuncusu olarak, Ermeni Berberyan Tiyatrosu’nun bir oyuncusu olarak size bir şey sormak istiyorum. En son konuşmanızda kullandığınız bir tabirle “sabun köpüğü gibi oyunlar tercih ediyoruz” dediniz ve bildiğim kadarıyla daha çok dernek çatısı altında oynuyorsunuz ve tamamen Yahudi cemaatini seyirci olarak kabul ediyorsunuz. Hatta derneklerinize Yahudi olmayanların veya derneğe üye olmayanların girmesi yasak olduğu için seyirci olarak bile girebilmek biraz zor. Biz de derneklerde oyunlar yapıyoruz, Ermeni derneklerinde. Şunu sormak istiyorum. Neden illa ki suya sabuna dokunmayan oyunlar yaptınız? Dünya edebiyatında, dünya tiyatro tarihinde çok önemli yerler işgal eden bir takım oyunlar var. Biz Ermeniler bu oyunlardan birçoğunu sahneledik. Yapabildiklerimizi yaptık. Evet dediğiniz çok doğru, dernek yöneticileri ne hikmetse çok fazla sanata yakın insanlardan oluşamıyor. Kafası çok çalışanın parası olmuyor, parası olanın da kafası çok çalışmıyor. Dernekte amatör sistemlerle, teberrularla ayakta durulduğu için yönetim kurulundaki insanlar da teberru yapabilecek, teberru toplayabilecek insanlardan seçilmeye çalışılıyor. Bizim cemaatimizde de aynı sorun var fakat biz diretiyoruz. Elinizde bu kadar kıymetli bir yazar varken niye illa ki sabun köpüğünde ısrar ediyorsunuz?

Bazı slaytlarda gördüğümüz üzere çok güzel dekorlarla inanılmaz sahnelerde, bizlerin hayal bile edemeyeceği bir maddi destek gereken dekorlar ve kostümlerle oyunlar da yapmışsınız. Niye sabun köpüğünde ısrar ediyorsunuz da daha evrensel oyunlar yapmıyorsunuz? Biz Ermeniler çok eski tarihlerde tiyatro yapıyorduk ama Yahudiler de yapıyordu. 1820’lerde Sulye sirkinde Yahudi oyuncular vardı. Jonglörler, cambazlar, ateş yutanlar bunların hepsi Yahudiydi. Ermeniler bu Sulye sirkindeki Yahudileri kendilerine örnek alarak Aramyan sirkini kurmuşlardır daha sonra. Bu kadar köklü bir geleneğiniz varken neden sabun köpüğünde ısrar ediyorsunuz?

Selim Hubeş: Ben size cevap vereyim. Birincisi biz İstanbul’da özellikle tiyatroların yoğunlukta bulunduğu bir semtte yoğunuz. Burada bütün sizin söz ettiğiniz bu klasikler hem Devlet Tiyatroları hem Şehir Tiyatroları ve bazı özel tiyatrolar tarafından ustaca oynanıyorlar. Bizim kalkıp bunları oynamamız bir yerde bir nevi taklit yani kötü neticeler oluşturabilecek oyunlar olacaktır. Şimdi Yıldız Kenter’in oynamış olduğu bir oyunun aynısını kendi sahnemizde oynamak, bana göre pek uygun değil, Yıldız Kenter’in oynadığı kadar oynayamazsınız ya. Dolayısıyla biz kendi oyunlarımızı yapmak istedik. Sabun köpüğünden kastı arkadaşımın o olabilir. Biz kendi oyunlarımızı yaptık. Zaman zaman böyle suya sabuna dokunur kabareler de yaptık. Dediğiniz gibi parayı verenler bu tür eleştirel şeylerin yapılmasını pek istemiyorlar. Belki haklılar belki haklı değiller.

Ayrıca sadece cemaat içinde oynadığımız ve dışarı çıkmadığımız doğrudur. Son on yıla kadar bizim için bir tabuydu dışarı çıkmak, dışarıda oynamak. Kişi olarak da, cemaat olarak da tabuydu. Biz böyle yetiştirildik. Başka türlü görmedik. Zaten tiyatro yapmak ayıptı. Biz gerçekten Ermeni cemaatini kıskanırdık. Operada beş altı tane adamları var. Arkadaşlarımızın düğünlerinde kiliselerine giderdik öyle bir korolar dinlerdik ki kulaklarımız bayram yapardı. Dolayısıyla biz her zaman geriden takip ettik. Yani cemaat olarak geriden takip ettik ama asla bu gerideydik demek değil. Geride değildik ama takibimiz hep daha yavaş daha temkinli olmuştur. Belki de bu bizi son yüz yıldır yönetenlerin bir tercihiydi. Doğru muydu yanlış mıydı burası yeri mi değil mi bilmiyorum.

Rivka Bihar: Ben de bir şey ekleyebilir miyim müsaadenizle? Ben Selim Bey’in söylediğine katılıyorum yani hakikaten Yıldız Kenter’in oynadığı bir oyunu neden biz tekrar yapalım çünkü dediğiniz gibi bir teberru var ve aslında o kadar da cüzi rakamlar değil bu oyunlara gitmek. Orada kardeşinizi, akrabanızı seyretmek için gidiyorsunuz. Belli bir noktada destek olmak için gidiyorsunuz. O yüzden profesyonellerin işini belli bir noktadan sonra profesyonellere bırakmak gerekiyor.

Demin İzzet Abi’nin size gösterdiği ve bahsettiği bu Moiz serisine belki sabun köpüğü diyoruz, güldürü diyoruz ama orada da aslında Türk Yahudi toplumunun çok ciddi eleştirisi var. Moiz bir aile reisi ve onun oğlu tahsile diye gidip orada Broadway’e kaçar, sanata yönelir. Diğer Moiz oyunlarında da yine eleştiri var. Aslında evet seyirciler gülüyorlar eğleniyorlar ama belli bir noktadan sonra kendilerini görüyorlar.

Tabii bunu nasıl sunduğunuz da çok önemli. “Dan” diye suratına vurmuyorsunuz izleyicinin ama belki bir noktadan sonra eve gidip düşünen ya da birbirleri arasında konuşan insanlar oradaki eleştirileri algılıyorlar ve sindiriyorlardır diye düşünüyorum. O yüzden çok da aslında sabun köpüğü olduğuna da ben inanmıyorum. Ortada geri dönüp baktığımızda bir Yahudi toplumunun analizini bulabiliriz diye düşünüyorum, bir 15-20 senelik zaman dilimi içerisinde.

Boğos Çalgıcıoğlu: Bir şey daha ekleyebilir miyim? “Yıldız Kenter’in yapmış olduğu oyunu niye biz yapalım, onlar profesyonel, biz onlar gibi olamayız” mantığına ben kesinlikle katılmıyorum. Ben de alaylıyım. Kırk kusur yıllık alaylıyım. Tiyatroda profesyonelle amatör arasındaki tek fark para. Bunun dışında eğer ben Yıldız Kenter kadar veya Müşfik Kenter kadar, verdiğiniz örnek onlar olduğu için onları söylüyorum, iyi oynayabileceğimi düşündüğüm anda o sahneye çıkarım, çıkmam da gerekir. Çıkmadığım zaman biraz önce Bayan Rivka’nın dediği gibi sadece arkadaşların birbirlerini görmek için tiyatroya gelmesi durumu ortaya çıkıyor. Bu dernek mantığı tiyatroyu hep geriletiyor maalesef. Bizim derneğimizde de hep aynı problemler var. Komedi olmadığı zaman gelmiyorlar. Davetiye dağıtmakta çok büyük zorluklar çekiyoruz ama bizim belki sizden bir farkımız bizde sekiz, on tane ekip var, her nabza göre şerbet veren. [Gülüşmeler] Bizim şu anda 2010 yılı itibariyle sahneye çıkan amatör oyuncu sayımız 150 falan.

Selim Hubeş: Çok güzel. Bir de daha kalabalıksınız bizden. Elli bin tane Ermeni var. [Gülüşmeler]

Boğos Çalgıcıoğlu: Kaç Yahudi var dediniz?

Selim Hubeş: Yirmi bin diyorlar. Biz de yalnızca erkekler doğumda kaydedilir, kadınlar evlenince kaydediliyor, onun için yanlış olabilir.

Boğos Çalgıcıoğlu: Bundan yıllar önce Anton Çehov’un İnsan Denen Garip Hayvan adlı oyununu oynadık. Sanıyorum ‘80 kusurlarda oynadık. Daha sonra Kenter Tiyatrosu aynı oyunu sahneye koydu ve benim rolümü Müşfik Kenter oynuyordu.

Selim Hubeş: Şimdi bakın böyle olursa iyi. O sizden sonra oynamış. Eğer sizden önce oynasaydı [Gülüşmeler] o zaman çok kötü

Boğos Çalgıcıoğlu: Yalnız sizin derneklerinizde Bir Delinin Hatıra Defteri’ni bile oynamaya cesaret eden oyuncularınız oldu.

Selim Hubeş: Oynadık. Hem de İspanyolcasını oynadık. Judeo-İspanyolcasını.

Boğos Çalgıcıoğlu: Müşfik Kenter’in benim rolümü oynayacağını duyduğum anda arkadaşlara “Yahu çocuklar ben gelmeyeyim” dedim.  “Yahu Boğos abi olur mu, sen de gel” dediler. Utana sıkıla girdim. Sanki salonda Kenter Tiyatrosu’nda herkes beni tanıyordu ve herkes beni parmağıyla suçluyordu. Sen ne hakla gibi. Ama çıkarken daha diktim. Müşfik Kenter’e yakın, hiç olmazsa onu rezil etmeyecek kadar iyi oynamışım. Bunu fark ettim. Ve bu gurur beni bir adım daha cesaretlendiriyor, bir adım daha ileri gitmeme neden oluyor. Yani susup oturmaktansa fısıltı halinde bile olsa konuşmak hep iyidir. Teşekkür ederim.

Uluç Esen: Evet Alişan

Alişan Akpınar: Burada çok dillendirilmedi ama belki biraz açmak lazım “Vatandaş Türkçe Konuş”, “Varlık vergisi”… Yani söylediğiniz gibi bu ülkedeki azınlıkların çok fazla dışarıya açılmaması bir tercih olsa gerek gibi gözüküyor. Ben öğretmenim epeyce de Ermeni öğrencim var. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra birçoğu benimle konuştu. Babaanneleri, evdeki büyükleri diyorlarmış ki “söylemiştik, bu ülkede ortalığa hiç çıkmayacaksın, çıkarsan böyle seni vururlar evladım, gördünüz işte, aman ha, bunları konuşmayın sağda solda”. Dolayısıyla Türkiye’deki azınlıkların en azından Ermenilerin ve Yahudilerin kendi içlerinde kapalı kalmaları, dışarıya çok açılmamaları aslında zorunlu bir tercih yoksa bu insanlar “aman biz kimseyle görüşmeyelim, konuşmayalım” demiyorlar, böyle bir tercih var.

Benim sorum şu olacak, merak ettim, bu tür kapalı toplumlarda ister istemez toplumsal hafıza belli şekillerde aktarılır. Mesela ben de Aleviyim, Kürt Aleviyim, bizde de Dersim olayları falan ulu orta konuşulmaz ve bize küçüklükten beri şu söylenir “aman sakın sağda solda bu tür şeyleri konuşmayın, Alevi olduğunuzu söylemeyin”. Ama öte yandan babaannelerimiz de bize habire anlatırlar “başımıza şunlar geldi, şöyle öldürdüler, böyle öldürdüler”. Böyle büyürsün, nefret ede ede büyürsün, bir taraftan da gizlemeye çalışırsın. Kemal Kılıçdaroğlu bence enteresan bir örnektir o anlamda. Üzerine tartışılabilir bir örnektir. Ben şunu soracağım. Sizde bu toplumsal hafıza nasıl aktarılıyor? Merak ettim.

Selim Hubeş: Bakın size atasözü gibi bir şey söyleyeyim. Bu İspanyolca sentaksına uydurulmuş, “Hükümet işlerine karışma” diye bir atasözümüz var. Hükümet işlerine, devlet işlerine sakın ha karışmayın. Onun için devlet dairelerinde çok az Yahudi memur görürsünüz. Şimdi tabii üniversitelerde öğretim görevlilerimiz falan var. Ama dendiği gibi Türkiye’de 1935’ten beri Trakya olaylarıymış, arkasından 1941’de Varlık vergisiymiş sonra yirmi sınıf birden askere alınmaymış, ikinci dünya savaşında bu tip olaylar karşısında kalmış bir cemaatiz biz. Tabii ki bunun etkisi olmuştur. Bu anlatıla anlatıla gelir, bunlar kitaplarda yazılı kaçak gizli olan bir şey değil. Türkiye’deki entelektüel toplum da bunu biliyor. “Vatandaş Türkçe Konuş” hikâyesi vardır. Bunlar arka arkaya dizildiği zaman bir söylem ortaya çıkıyor. Neden sakınılması gerekiyor? Nelerin konuşulmaması gerekiyor?

Bazı oyunlarımız var, yapalım diye düşünüyoruz, mesela gerçek bir hikâye var. 1941’de Romanya’dan kaçan Yahudi dolu bir gemi, Marmara’da bir buçuk aydan fazla bekletiliyor. Sonra geri dönüyor ki havaya uçuyor 800 kişi birden ölüyor bunun içinde. Bunun oyununu yapmayı düşünüyoruz mesela, bir müzikal yapmak istiyoruz. Bir kaç defa teşebbüs ettik ama cemaat buna pek sıcak bakmıyor “bunun yerine siz müzikalleri tercih edin” diyorlar. Mesela bir Roza Eşkenazi vardır, onu yaparsak kimse bir şey demeyecek biliyorum. Anlatabildim herhalde.

Alişan Akpınar: Peki toplumsal hafıza nasıl aktarılıyor acaba?

Selim Hubeş: Tabii ki aktarılıyor yani bunu herkes biliyor. Bilmeyen kimse yok ama belki benden sonraki jenerasyon çok farkında değil, ilgilenmiyor. Onlar artık biraz pop çağının çocukları, popla ilgileniyorlar ama yani ben ve benim yaşımda olanlar, 45’ler, 50’ler, 60’lar onlar biliyorlar, çünkü aktarılan bir şey. Aileden pek aktarılmıyor yani annelerden babalardan, daha çok okuyarak.

Alişan Akpınar: Bir de Beki Hanım’ın tarihi oyunlarından bahsetti Ömer. Bu oyunların çoğu cemaat içinde oynanmadı galiba, öyle demiştiniz. Peki, bu oyunlar okunuyor mu cemaat içerisinde?

Selim Hubeş: Hiç sanmıyorum bu oyunların okunduğunu. Cemaatin buna değer verdiğini sanmıyorum. Çünkü bizim insanlarımız okumaya pek meraklı değildir, içlerinde entelektüel insanlar da var ama bunu bir yüzdeye vurursanız çok ufak bir yüzdedir. Bugün yüksek okullardan mezun olmuş nice cahil mimarlarımız nice cahil mühendislerimiz,  uzmanlarımız var.

Alişan Akpınar: Cemaat içinde Beki Hanım’ın tarihi oyunları pek ses getirmiyor diyorsunuz.

Selim Hubeş: Hayır, herhangi bir Yahudiye sorarsanız Beki Hanım’ı bilmeyenler de vardır. [Gülüşmeler] Vardır. Çok vardır.

Ömer Faruk Kurhan: Bu içe kapanma, dışa açılma meselesi bana göre gizli bir anlaşma zaten. Yani onu görmemek imkânsız. Ama tabii Türkiye’de son yirmi yıl başlayan “dinler arası diyalog” ya da “nasıl çok-kültürcülükle müzakereye oturabiliriz” gündemi var. Bu konuda Fransa da çok zorlanmıştı, Türkiye çok daha fazla zorlanıyor. Gelgitli, tam da nereye varacağı belli olmayan, aslında kollanması da gereken bir süreç yaşanıyor. Böyle bir şey var ama ben tiyatro bağlamında baktığımda biraz zor. Panel etkinliği öncesinde Beki Hanım da belirtti mesela bu oyun, Senyora İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenecekmiş. Güngör Dilmen’le beraber oturmuşlar oyunu yeniden düzenlemişler. Kast yapılmış. Şu olmuş bu olmuş sonra aniden reddedilmiş. Ne oldu da reddedildi? Ön hazırlığı yapılan bir oyun oynanmamış. Bu ilginç.

Beki Hanım’ın şöyle bir özelliği var, Yahudi tarihini ve gerçekten bir Yahudi’nin yazabileceği kadar hakim olarak bir oyunu Türkiye’de sahneye çıkarmak gibi bir derdi var onu biliyoruz. Çok zorlamasa bile o kanallara başvuruyor en azından. Bu niye oynanmamış? Bilgi yok elimizde, dedikodu.

Bana göre bu oyun sansür edildi. Şundan dolayı sansür yemiş olabilir ve ben bunu doğal karşılıyorum, yani doğal derken bu sistemde doğal karşılıyorum, siz tarihteki çok etkin, çok değerli bir kadın lideri ve bu bir Yahudi olacak, bunu sahnede cazip göstereceksiniz. Bir kere sempati duyacak seyirci. Bu ilginç bir karakter. Onu trajik bir algı içerisinde sunacaksınız bu direkt tırnak içinde Siyonist propaganda olarak algılanabilir. Ve eminim bunlar tartışılmıştır oralarda. Ya da burada bir yurt edinme fikri var. İşte bu da Siyonizm olarak görülecek, anlatabiliyor muyum? Yani ben bu oyun oynansa çok şaşırırdım. Hayretler içerisinde kalırdım. Oynanmaması normal bana göre. Ve oraya kadar nasıl gelmiş onu hiç algılayamadım. [Gülüşmeler] Bana göre Gencay Gürün muhtemelen birileriyle pazarlık yapmıştır sonra işin ucunu bırakmıştır diye düşünüyorum o dönemde. Çünkü Gencay Gürün de bir yandan “tiyatroya özgürlük getiriyorum” der daha liberal bir tarzı vardır, bir yandan da o yetkiyi aslında askeri cuntadan almıştır gibi ilginç bir kadındır. Bürokraside çok güçlüdür ama bir yandan da demokratikleşme projesine oynar gibi ilginç bir yönetim tarzı vardır.

Bu sonuçta Türkçe bir oyun. Tamam, İstanbul Şehir Tiyatrosu sahip çıkmadı, korktu. Devlet Tiyatrosu “aman” dedi, isim olarak bile öne çıkarmamaya çalışıyor, repertuarda ölüme terk ediyor. Ama özel tiyatro alanında bir teşebbüs yok bu çok ilginç. Amatör tiyatro alanında da girişim yok. Yani o zaman buradan denir ki “biz bu oyunu topluluk olarak çıkıp oynayacağız”, buyurun. Siyonizm propagandası yapacağız. Böyle algılanacak bu oyun ben bunun farkındayım. Çünkü burada Yahudi siyonizmin ne olduğu bile bilinmiyor. Siyonizm nedir? Arap katleden vahşiler gibi bir şey. Hâlbuki siyonizmin de kendi tarihi vardır. Sosyalist siyonist vardır, liberal siyonist vardır, şu vardır bu vardır. Herhangi bir ulusta yani bugün Kemalist kategoride de bunlar tartışılıyor, mesela Zülfü Livaneli biraz daha liberaldir de, öbürü bilmem nedir.

Beki Hanım daha laik ya da seküler diyebileceğimiz bir Yahudi cemaati toplumu savunusu içerisindedir. Genel olarak bir dünya sisteminden söz eder, tamam herkesin yurdu olsun ama bu yurtları da adil bir şekilde düzene sokacak bir yapı olsun. Tırnak içinde belki Birleşmiş Milletler gibi, biliyorsunuz Birleşmiş Milletler’in birçok iyi kuralı vardır ama pratikte uygulanamaz. Oyunun biraz da hümanist ve de dünyacı bir çerçevede etnik ve dinsel yorumladığını görmek mümkün. Pudu Hepa’da da var, burada da var. Senyora’ya söyletilen sözler bunlardır. “Biz Yahudi toplumunun kurtuluşunu aynı zamanda diğer ezilen toplumların kurtuluşu olarak görüyoruz” der Senyora’da mesela. Böyle bir yaklaşımı vardır. Yani Yahudi milliyetçisi bir oyun değildir. Irkçısı zaten hiç değildir. Milliyetçilik dozu da çok düşüktür. Ya da bir ezilen bir topluluğun milliyetçiliğidir en fazla, cemaatçiliğidir. Burada yapılması gereken bana göre hakikaten iyi, rezil edecek şekilde değil ama ciddiye alarak bu oyunun ele alınmasıdır.

Selim Hubeş: Yani arkadaşlarımızın haberi olsun.

Ömer Faruk Kurhan: Aynen öyle. Ben Boğos abiye öneriyorum mesela.

Selim Hubeş: Niye bunu denemesinler.

Ömer Faruk Kurhan: Hem Halkların Kardeşliği anlıyor musunuz? [Gülüşmeler]

Uluç Esen: İsterseniz ben hemen Beki Hanımdan bir şiir daha okuyarak bitireyim. Halkların kardeşliğini romantik bir bakış açısıyla ortaya koyan, bilinen bir şiiri bu.

Boğaz’da

Ortaköy’de Ezan… Çan.. Hazan

Bir ikilem

Bir kovalama

Bir kaçış

Bir göç

Bir akın…

Kimi ermiş muradına

Varmış Osmanlı’ya

Kimi sana bana kalmış

Denizler giz kuyusu

Yollar suskun.

Boğaz’da bir yerde

Ortaköy’de

Karaya basınca ayaklar

O an yere değmiş dudaklar

Kutsanmış toprak Yaratan adına

Gözlerde şükran Beyazıt Han’a

Bir ermiş ses duyulmuş,

Ezan.

Özgürlük yansıtmış haçın gölgesi

Çan!

Gönülden bir mezamire başlamış

Hazan.

Korku düğümü

Erinçte çözülmüş.

O zaman bu zaman

Yan yana

Üç beş adım arayla

Sevecen bakışır

Şehr-i İstanbul’da

Ezan,

Çan,

Hazan.

Paylaş.

Yanıtla