Boş Sahne’de Labirentler

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Beril Boz

Sessiz sedasız bir akşamüstü, sessiz sedasız kurulan bir tiyatro topluluğu olan Boş Sahne’nin İTÜ Maçka Kampüsü’nde oynanan ilk oyununa gittim. “Henüz kurulduk.” diyor Boş Sahne ekibi, oyunun tanıtım broşüründe. “Sahne sanatlarında performans kuramına ilişkin kafa karışıklığı yaşanan bir dönemdeyiz. Biz dramaturgiyi temel alan, yoğun ve ayrıntılı çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak gösteriler paylaşmayı amaçlıyoruz.

Bu amaçla çalıştıkları ilk oyun Ursula K. Le Guin’den bir öykü uyarlaması: Labirentler.[1] “ ‘Labirentler’ biraz eski bir hikâye. ‘Kadın Kocasını Anlatıyor’ daha yenilerden. Bana göre ikisinde de ortak olan şey, ikisinin de birer ihanet olması. İki hikâye de alışılagelmiş ve beklenene karşı basit ama sert tersinlemelerdir. Beklenenin etkisi o kadar güçlü ki, dinleyicilere okumadan önce, ‘Kadın Kocasını Anlatıyor’un kurt adamlarla, ‘Labirentler’in de sıçanlarla ilgili bir hikâye olmadığını önceden açıklamam gerektiğini öğrendim artık.” demiş yazar, yine oyunun tanıtım broşüründen okuduğumuza göre.[2]

Bu vesileyle biz de Labirentler adlı oyunun sıçanlarla ilgili olduğunu söylemiş olduk. Deneylerde kobay olarak kullanılan sıçanların bir temsilcisi olarak, sahnede karşımızda labirentlerin içinde doğru yolu aramaktan yorgun, hatta bitap düşmüş bir sıçancık duruyor. Bomboş bir sahnede, içine konulduğu labirentin yollarında gezinip duvarlarına tosluyor. İçine düştüğü bu durumu anlamaya çalışıp bir yandan da deneyimlerini bize anlatmaya başlayınca, kendisine bu deneyi yapana yardım etmeyi düşünecek kadar iyi niyetli ve yardım sever bir sıçanla tanışıyoruz. Fakat bu iyi niyeti kimi zaman öfkeye dönüşüyor. Tüm çabalarına rağmen kendisiyle hiç iletişim kurmayan ve bir de üstüne üstlük onu cansız bir eşya gibi kullanıp bedenine ruhsuzca ve izinsiz olarak dokunan “yaratık”a çok kızıyor ve böyle anlarda oyunbazlığını kullanarak deneyin kurallarını zevkle çiğniyor. Tabii hemen akabinde, zekâsına bir hakaret niteliğinde olan en basit yapıdaki labirente konularak bu yaptığının cezasını çekmeye mahkûm bırakılıyor “yaratık” tarafından ve bu onu gittikçe umutsuzluğa götürüyor. Oradan çıkma hayali gittikçe silikleşiyor, duyuları ve algıları zamanla dumura uğruyor. Fakat yine de, son gün gelip çattığında, o zamana kadar ona her gün merakla tepesinden bakmış olan “yaratık” bilmese de, o hayatının son dansının nedenini ve anlamını biliyor. İletişim kurma çabalarının sonuncusunu da, var oluşunun en güzel ve en anlamlı ifadesi olan dansı aracılığıyla “yaratık”a sunuyor.

Eylemin labirentlerde geçiyor oluşu, yaratığın fiziksel anlamda deneylere maruz kalması öykünün oyunlaştırılmasına; yaratık tarafından anlatılması ve yaratığın kendini tiyatrodaki oyuncu-seyirci ilişkisine benzer bir şekilde diğer yaratığa beğendirme isteği bu anlatının bir oyuncu tarafından temsiline olanak sağlıyor.” demiş Boş Sahne ekibi. Yaratık ve seyirci arasında kurulan ilişkiye ilginç bir gönderme yapıyor bu sözler. Çünkü oyunu seyrederken hem bir “yaratıkla” neredeyse dost olmanın garip hazzını yaşıyoruz hem de onu bu kadar hırpalayan diğer “yaratıkla” aynı türden oluşumuzun hüznü çöküyor üstümüze. “İnsan” düşünmeden edemiyor, kendisiyle bu kadar açık yüreklilikle iletişim kurmaya çalışan kimleri yaratık yerine koyup onu bir takım garip testlere maruz bırakarak onlara bilmeden acı çektirdiğini. Ya da diğer taraftan yine düşünmeden edemiyor “insan” bir sıçanın gözünde neye benzediğini ve bir sıçanın gözünden bakıldığında dünyanın nasıl görüneceğini. Belki de sandığımız kadar ürkütücü ve rezil bir “yaratık” değildir, ürkütücü ve rezil muameleler gösterilecek kadar. Deneylerde kobay olarak kullanılan bir sıçan için bu hassasiyeti göstermek gülünç derecede saçma gelecek belki, ama yaklaşık 45 dakika boyunca bomboş -dekorsuz, müziksiz, aksesuarsız, ışık oyunsuz- bir sahnede o sıçanla baş başa kalınca mümkün olabiliyor bütün bunlar.

O boş sahnedeki labirentler içinde böyle garip ve tekinsiz bir yolculuğa bizi hiç ürkütmeden, hatta tanık olduğumuz hikâyeyi sorgulamamıza engel olmayacak kadar da tebessüm ettirerek çıkaran Boş Sahne ekibine teşekkür etmek isterim. Labirentler oyunu acımasız ve hüzünlü bir hikâyenin naif ve sevimli bir tasviri gibi. Açık yüreklilikle bizi kendisini dinlemeye davet ediyor. Zulme baş kaldırmanın, öncelikle iletişim kurmak için el açarak da yapılabildiğine dair, hem yazar hem yönetmen hem de oyuncu tarafından yapılan güzel bir ispatını oluşturuyor.

Metnin doğrudan seyirciye hitap eden dili, oyuncunun bomboş bir mekânda beliren ve yavaş yavaş her yeri yumuşak fakat oldukça yoğun bir dalgayla saran oyunu, kostümün oyunun amacına hizmet eder nitelikteki sade estetiği, bu ispattaki hakikat payıyla baş başa bırakıyor bizi. Fakat oyun çıkışında bir iki tane soru da seyirci olarak hafıza mekânımı boş bırakmıyor.

Oyunun tümüne hâkim olan ritim, tek düze olma riskiyle zaman zaman hikâyeyi takip etmeyi zorlaştırdı sanırım. Oynanan metnin uzunluğu da bu takipte oluşan boşlukları tamamlamaya yardımcı olamadı maalesef ve sonuç olarak hikâyedeki olay örgüsünün bazı ilmekleri açıkta kaldı.

Tüm bu izlenimler ve sessizliği saran tekinsiz bir emniyet içinde, girdiğimiz gibi sessiz sedasız ayrıldık salondan. Bu tekinsiz emniyet, boş bir sahnenin sunduğu en güzel nimetlerden biri olsa gerek. Dilerim Boş Sahne ekibi de, ilk oyunları olan Labirentler’de olduğu gibi nice güzel oyunlarla bu nimetten payına düşeni fazlasıyla alır

Labirentler

Yazan: Ursula K. Le Guin

Çeviren: Ümit Altuğ

Oynayan: Filiz Bozkuş

Yöneten: Saim Güveloğlu

Makyaj: Duygu Dinçer

Kostüm: Handan Çelik

Görsel İletişimsel Tasarım: B.Cana Özgür.


[1] Gülün Günlüğü adlı eser, 8. öykü

[2] Broşürdeki alıntılar Ursula K. Le Guin’in Kadınlar, Rüyalar ve Ejderhalar isimli kitabından ve 2004 yılında yazarla yapılan bir söyleşiden alınmıştır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Beril Boz

2 yorum

  1. selim Tarih:

    kesinlikle benzersiz bir tiyatro deneyimiydi.güzel yazınız için çok teşekkürler Beril Hanım.Boş sahne uzun ve güzel bir yolun yolcusu.kendi dilinde,sade ama teatral.zorlu bir metnin tüm katmanları naif bir sükunetle buluşuyor bizimle.Filiz Bozkuş kendine has (bazan birazcık abartıya kaçsa da) üslubuyla yazıda bahsi geçen kobayı hem felsefi hem maddi derinliğiyle var ediyor sahnede.Yönetmen oyuncu ilişkisi birlikte yürüyen sessiz bir ikili gibi. birbirini dinleyen, anlayan, birlikte çoğalan ama birbirine karışmayan bir ikili… güzel yazınız vesilesiyle Boş Sahne ve size saygılarımla.

Yanıtla