Musevi Sanatçılar ve Türkiye…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Ahmet Sayın’ın 5 Ağustos 2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısını yayınlıyoruz.) Çağımızın en değerli piyanist ve orkestra şeflerinden Musevi sanatçı Daniel Barenboim’in Filistin sorunu üzerinde yapıcı bir kavrayış doğrultusundaki çalışmaları, yüreğimize su serpiyor. Okurlarımızın hiç kuşkusu olmasın ki, Barenboim’in Filistinlilere el uzatan evrensel hümanist özlemlerini destekleyen Türk müzikçiler de bulunuyor.

Geçenlerde hem siyaset hem müzik dünyası, beklenmedik bir olaya tanık oldu: Uzun yıllar boyunca Alman besteci Richard Wagner’in (1813-1883) yapıtlarını boykot eden İsrail, bu kez Almanya’daki ünlü Bayreuth Festivali’nin kurucusu Wagner’in bir eserini seslendirmek üzere, İsrail Oda Orkestrası’nı Bayreuth’a gönderdi. Dünya basınında genişçe yer alan bu şaşırtıcı olayın yorumuna, Cumhuriyet gazetesi de kültür servisinin hazırladığı “Wagner tabusu yıkılıyor mu?” başlıklı önemli değerlendirmesiyle katıldı. Bilindiği gibi Wagner, 1850 yılında yazdığı “Müzikte Yahudiler” başlıklı yazısıyla 19. yüzyılda şovenizmin sivri örneklerinden birini vermiş, ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra ise Hitler tarafından “Nazizmin köklerindeki büyük besteci” olarak tanımlanmıştır.

Bütün bunlar, Museviler tarafından günümüze değin hep göz önünde tutulmuş, örneğin İsrail’de Wagner’in ve yapıtlarının adı bile geçmez olmuştur. Söz konusu sırt çevirişin haklı nedenleri vardır: Kültürel kökleri Wagner’den de beslendiği vurgulanan Nazi rejimi, milyonlarca Museviyi katleden ve işkenceden geçiren, evden barktan, yurdundan eden bir canavarlığı tabii ki unutulmaz kılar.

Wagner’in ağır biçimde eleştirdiği Musevi bestecilere göz atalım: Bir bankerin oğlu olan Felix Mendelssohn, romantik çağ stilinin ilk kuşak bestecilerindendir. Üretken olmasına karşın, dönemin Schumann, Schubert, Chopin gibi bestecilerinin yanında ikincil planda kalmıştır. Yine bir Alman Musevisi olan Meyerbeer ise gösterişli, büyük, masraflı yapımları öngören Fransız “grand opera” stilinin temsilcisidir. İşte bu iki besteci, Avrupa’da hak etmedikleri kadar yüksek bir yere oturtulduğu için, kişisel duygularının da baskısıyla Wagner’in hışmına uğramışlardır.

Kitap çalışmalarımda Wagner’in yaşamöyküsündeki ayrıntılara eğilmek fırsatını bulduğum için, burada onun yaratıcı kişiliğine ve yaşamındaki bazı ilginç olaylara değinmek istiyorum:

Metnini de yazdığı operalarında besteci, konularını Alman efsanelerinden seçmiştir. Ben bu eserleri “senfonik müzik”miş gibi dinlerim. Çünkü Wagner, opera müziklerini gerçekten senfonik anlatım düzeyine yükseltmiştir. Onun bestecilik stilini belirleyen başlıca kavramlar arasında “Leitmotiv” (kılavuz motif), “Gesamtkunstwerk” (bütün sanatların bireşimi), “Unendliche Melodie” (sonsuz ezgi) ve “Wagner armonisi” vardır. Bu kavramların hepsi, daha önce olmayan, Wagner’in yaratıcılığına özgü yenilikleri içerir.

20 yaşından başlayarak Almanya’daki kasaba tiyatrolarında şeflik yapmaya başlayan Wagner, 1836’da tiyatro oyuncusu Minna Planer’le evlenmiştir. Ertesi yıl Riga Operaevi’nin şefliğine getirilen besteci, bu kentte dostlarından aldığı borçları ödeyemeyince 1839’da eşi Minna ile Paris’e yerleşmiş, bu kentte de yeni borçları yüzünden kısa bir süre hapis yatmıştır.

Anavatan Derneği üyesi

1848 Devrimi’nin yaklaştığı yıllarda Wagner’i, Almanya’da “Anavatan Derneği” adlı solcu bir örgütün üyesi olarak görüyoruz. Tutuklanacağı kaygısıyla ülkesinden kaçmayı planlayan besteci, Liszt’in desteğiyle eşi Minna’yla birlikte İsviçre’ye sığınmıştır. Bu ülkede, varlıklı bir tüccar olan Otto Wesendonk’un kendisine ayırdığı bir villada kalan Wagner, Wesendonk’un eşiyle ilişki kurmuş, bu ilişkiyi sezen eşi Minna, kocasını terk ederek Almanya’ya dönmüştür.

İzleyen yıllarda bestecinin kişiliğindeki düşkünlük iyice belirginleşir: Solcu olduğu için Almanya’dan kaçan Wagner, bir anda gericiliğin ve şovenliğin bayrağını sallamaya başlamış, Musevi bestecileri aşağıladığı makalesini de bu yıllarda yazmıştır. Ve sonuçta, dönekliğin ödülü olarak Almanya’da siyasal nedenlerle aldığı cezalar affedilmiş, besteci ülkesine gidebilmiştir. Bu sırada Bavyera Kralı II. Ludwig, dilediği bütün olanakları Wagner’e açmaya hazır olduğunu bildirmişti. Ne var ki besteci, yeni bir ilişki dolayısıyla bunalımlar içindeydi: Liszt’in kızı Cosima ile yasak bir aşk yaşarken Cosima’nın kocası ünlü orkestra şefi Hans von Bülow, Wagner’in yapıtlarını yönetiyordu. Öyle ki, Cosima’nın Wagner’den olan ilk çocuğu doğduktan iki ay sonra, Cosima’nın kocası Bülow, her şeyden habersiz olarak “Tristan” operasının ilk sahnelenişini yönetmişti.

Bu tatsız konuyu uzatmak istemiyorum. Okurlar, Wagner’in serüvenlerinden gereken sonuçları çıkarabilir.

Nesnel bakışı yitirmeyerek bir de madalyonun öteki yüzüne, Museviliğe bakalım:

Museviliğin tarihi, bir halkın hüsranlarını ve umutlarını simgeleyen acıklı bir tarihtir. Tek başına şu efsane bile, insanlık değerlerinin kalıcılığını ve derinliğini anlatmaya yeter: Musa Peygamber’in asasını kullanıp denizi yararak açılan geçitten kavmini denizaşırı bir ülkeye götürmesini ve böylece esenliğe kavuşmayı anlatan o müthiş efsane, aslında toplum olarak umutların gerçekleşmesini, İsrail kavminin zorbalıktan kurtuluş sevincini anlatır.

Tarih içinde bizim Musevilerle geçimsizliğimiz olmamıştır. Hatta onlar, çeşitli fırsatlarla bizim tarafımızdan korunmuştur. Musevilerin İspanya’dan kitlesel sürgün sonucu Osmanlı topraklarına yerleşmesinin 500. yıldönümünü 1992’de kutlamıştık. Türkiye, 1930’lu yıllardan başlayarak Nazi zulmünden kaçan Musevi sanatçı ve bilim adamlarına kucak açmayı görev saymıştı. Can derdindeki Musevilerin, kimi Türk diplomatlarınca kural dışına çıkmayı göze alarak kurtarılması ise bizde hümanizmin taçlandırdığı olaylardandır.

Öte yandan, 2011 yılında İsrail, Bayreuth Festivali’ne orkestralarından birini gönderip Wagner’in eserlerini seslendirmekle bu tür sorunları artık aştığı mesajını vermektedir. Tam da bu noktada Türkiye’nin aydınları olarak çok yadırgadığımız bir gerçeği burada dile getirmek durumundayız: Özet konuşayım: Çağdaş firavunlar olan Nazilerin canavarlığını yaşamış Musevilerin, benzer acımasızlığı Filistinlilere uygulamasını anlayamıyoruz.

Yalnızca bir örnek vermek istiyorum: Yıllar öncesi bir gün te- levizyonda, İsrail askerlerinin Filistinli bir militanın koluna taşla vurarak bu kolu nasıl parçaladığını, bu sırada Filistinlinin nasıl haykırdığını izlemiştim. Çok yönlü anlamı olan bu kıyıcılık, unutamadığım korkulu düşlerimin arasındadır.

Filistin’de olan biten, günümüzde dünyanın başlıca sorunlarındandır. Bir müzik eleştirmeni olarak bu soruna hümanist bir anlayışla bakmaktan başta umarımız yok. Ancak bu konuda büyük umutlarla desteklediğimiz bir insan var yanımızda: Çağımızın en değerli piyanist ve orkestra şeflerinden Mu- sevi sanatçı Daniel Barenboim’in Filistin sorunu üzerinde yapıcı bir kavrayış doğrultusundaki çalışmaları, yüreğimize su serpiyor. Okurlarımızın hiç kuşkusu olmasın ki, Barenboim’in Filistinlilere el uzatan evrensel hümanist özlemlerini destekleyen Türk müzikçiler de bulunuyor. Müzik, evrensel insanlık değerlerinin ortak bir parçası olduğuna göre, İsrail’le en azından bu noktada birleşiyoruz…

Cumhuriyet

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.