“Simple Is Not Easy” – Keersmaeker

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Anne Teresa De Keersmaeker’in Four Movements to The Music of Steve Reich’ine Dair[1]

Bilge Serdar

Bu başlık aslında orijinal bir başlık değil, daha önce tiyatroyla ilgili okuduğum bir makalenin alt başlıklarından biri. Aynı zamanda minimalist sanatın öne çıkan görüşlerinden biri. Bu sene beşincisi düzenlenen İDANS kapsamında ülkemize gelen Anne Teresa De Keersmaeker’in 1982 yılından beri, otuz yılı aşkın bir süredir sergilediği Fase, Four Movements to The Music of Steve Reich’ini izlediğimde bu cümle yeniden anlam buldu: ‘Simple is Not Easy’. Bu gösteri aslında sadeliğin yoğunluğunun sahnede vücut bulmuş hali gibi. Ve hatta bu gösteri basitlik kelimesinin içinde barındırdığı olumsuz anlamı dahi arındırma gücüne sahip bir gösteri. Bu yüzden bu gösteriyi değerlendirmeye çalışmak, aslında bu sadeliği oluşturan özenle yapılandırılmış ince bir çalışmanın katmanlarını tek tek zarar vermeden kaldırmaya çalışmaya benziyor.

Bu gösteri de yoğun dekor kullanımı ve belirgin öne çıkan kostümler yok. Sadelik ve yalınlık her bir ayrıntıda kendini gösteriyor. Kostümler hemen her bölümde pastel tonlarda tercih edilmiş, birinci ve üçüncü bölümlerde düz abartısız elbiseler, ikinci ve dördüncü bölümlerde gömlek ve pantolon Keersmaeker’in tercihi olmuş. Işık belki de en önemli teknik detay. Çünkü ışık zaman zaman dansçıların gölgesini oluşturarak müzik ve bedenler arasındaki ilişkiyi vurgulaması açısından önemli bir görev üstlenmiş. Ama bu gösteride yukarıda da sözünü ettiğim sadeliğin yoğunluğunu oluşturan iki temel katman var: müzik ve onun eşlikçisi beden. Aslında belki de beden ve onun eşlikçisi müzik de denebilir. Çünkü performansı oluşturan her bir bölümde müzik bedenleri harekete geçiren ilk itki gibi görünse de her bir bölümün ilerleyen safhalarında bedenler müzikten aldıkları bu enerjiyi aşarak onu kendi eşlikçisi konumuna getiriyor. Minimalist müziğin öncülerinden bir olan Steve Reich’in yapıtlarında ön plana çıkan yalınlık ( ki bu yalınlık yoğun duygusallık uğruna yaratılan biçimsel karmaşadan uzak olan bir yalınlıktır), Keersmaeker’in aynı özellikleri taşıyan kısa, keskin ve tekrarlı hareket cümleleriyle paralellik gösteriyor. Müzik ve bedenler arasındaki paralellik sürekli bir uyumdan çok zaman zaman değişen ve hatta bozulan bir uyumsuzlukla dengelenmiş. Bu uyumsuzluk yaratılarak oluşturulan denge sadece bedenler ve müzik arasında değil, aynı zamanda iki beden arasında da kendini gösteriyor. Bedenlerin birbiriyle ve müzikle birlikte yaptıkları hareketlerde bedenler bir süre sonra müzikle bağlarını inceltiyorlar. Daha sonra müzik ve bedenler arasındaki uyumsuzluk bir üst noktaya taşınıyor ve bu seferde iki farklı dansçı birbirleriyle olan senkronlarını bozuyorlar. Ancak bu uyumsuzluk sahne de bir karmaşa yaratmaktan çok, her bir bedenin müzikle olan bireysel etkileşimini yansıtıyor. Şöyle de söylemek mümkün olabilir: her bir beden müzik eşliğinde kendi ritmini buluyor.

Bu performans Piano Phase (Piyano Bölümü), Come Out (Dışarı Çık), Violin Phase (Keman Bölümü), Clapping Music’ten (Alkış Müziği) adlı dört bölümden oluşuyor. Birinci Bölüm olan Piano Phase yukarıda sözünü ettiğim matematiksel olarak da hesaplanmış hissi veren dengeli uyumsuzluğun en belirgin hissedildiği yer. İki piyanonun kısa müzik cümlelerini tek bir piyanoymuşçasına tekrarlamasıyla oluşan müzik, bir süre sonra değişerek iki farlı piyano sesinin ayırt edilmesiyle devam ediyor. Benzer bir durum dansçılarda da yaşanıyor ve dansçılar arkalarına yansıyan gölgelerinin eşliğinde kısa hareket cümlelerini tekrar ederek, başlangıçta uyumlu, ama daha sonra her birinin bir piyanoyu takip etmesinden ötürü bozulan bir senkronla dans ediyorlar. Danslar sahneyi paralel olarak kesen üç düzlemde benzer biçimde tekrarlanıyor. Sahnenin arkasında başlayan dans, sahne ortasına, daha sonrada sahne önüne taşınır. Benzer biçimde sahne ortasına ve tekrar geriye giderek başladığı yerde son buluyor. Bu bölümdeki hareket cümleleri çizgisel düzlemde kendi etrafında dönen yoğunluklu olarak keskin kol kullanımına dayanan hareketlerden oluşuyor.

Come Out adını taşıyan ikinci bölümde de kendi etrafında dönüşler ve yoğun kol ve baş kullanımı yer alıyor. Ama bu sefer dansçılar yörüngelerini tabure üzerinde oturarak, sadece kendilerini aydınlatan birer lokal ışık altında çizerler ve yaratılan atmosfer, bir önceki bölümden daha karanlıktır. Oturmanın verdiği hareket kısıtlılığı, kolların kullanımını keskinleştirmiş gibidir, çünkü hareket bedenin yer değiştirmesi yoluyla değil, baş ve kol kullanımı ve kendi etrafında dönüşlerle oluşturuluyor. Hareketin bu şekilde kısıtlanması, ya da bir anlamda indirgenmesi diyebiliriz buna, anlamı aslında gösterinin bütününe yayılmış olan minimalizmin altını daha da çizer, anlam oturan bedenin kısıtlı yörüngesinde, kol, bacak ve baş hareketlerinde yaratılıyor. Bedenlerin değişen uyumsuz dengeleri burada da söz konusu. İki bedenin birlikte hareketi yani uyum bölümün başında ve sonunda yakalanıyor.

Üçüncü bölüm Violin Phase’de ise tek bir dansçı sahnede müzikle olan düetini gerçekleştiriyor. Birinci bölümdekine benzer bir biçimde pudra renklerde sade bir kıyafetle karşımıza çıkan Keersmaeker bize adeta müziğin insan bedeninde yarattığı yoğunluğu yansıtıyor. Ancak buradaki yoğunluk, bize bilindik duyguları çağrıştıran yoğun bir duygusallıktan çok, mesafesini koruyan, dansçının müziğe karşı ve harekete karşı tavrında yatan alışık olmadığımız türde bir yoğunluktur ve biz seyircilere belki de tutku olarak tarif edebileceğimiz bir şekilde geçiyor. Kemanla çalınan sade bir müziğin, yine kısa ve karmaşık olmayan hareket cümleleriyle yapılan bir dansla birleştiğinde seyirciler üzerinde böylesine güçlü bir etki bırakması şaşırtıcıdır. Ancak ajite etmeden yaratılan bu duygunun bize geçmesindeki en temel sebeplerden biri belki de sade müzik ve hareket cümleleri olduğu kadar müziğin dansçının bedeniyle buluştuğu andaki tüm ayrıntılara tanık oluyor olmamızdır. Öyle ki dansçının her bir hareketi yaratırken harcadığı efora, alıp verdiği nefese, bedeninden çıkan sese tanık oluyoruz. Sadece lineer değil, dairesel hareketler ve sahneyi çapraz olarak da kullanarak yaratılan bu hareket cümlelerinde, yine tekrarlardan oluşsa da dansçı bizde hep aynı hareketi izliyormuşuz hissini yaratmıyor. Her defasında hareket dansçının bedeninde yeniden üretiliyor.

Clapping Music performansın son bölümünü oluşturuyor. Bu bölümde ikinci bölümdekine benzer pantolon ve gömlekten oluşan daha maskülen bir görünüm çizen dansçı ve yine onların gölgeleri müzikle beraber sahnede yer alıyor. Ancak bu sefer Reich’in müziği insan bedeni yoluyla oluşturuluyor. Yani aslında bu bölümde beden farklı amaçlara hizmet ediyor: sadece hareket üreticisi olarak değil, aynı zamanda müzik üreticisi olarak. Danslar yine sahne düzlemine paralel, lineer bir düzlemde geriye doğru ilerleyen adımlarla icra ediliyor. Bir önceki bölümlerde yaratılan mantığa uygun olarak önce uyumlu başlayan hareket biçimleri daha sonra bozuluyor ve bölümün sonunda tekrar senkron yakalanıyor.

Genel olarak değerlendirildiğinde her bir bölümde hissedilen ve daha önce sözü edilen bu yoğun sadelik ya da başka ve daha tamamlayıcı bir ifadeyle sadeliğin bu yoğunluğu gelişigüzel seçilmiş kısa hareketlerden çok, incelikle detaylandırılmış ve yapılandırılmış bir hareket ve müzik kavrayışının ürünü gibi görünüyor.

Performansın bu ince matematiğinin dışında bu performansı değerli kılan başka bir faktör daha var. O da bir seyirci olarak performansın bize yüklediği görev. Çünkü Fase bizi alışılmışın dışında bir yerde yakalıyor. Bize gündelik hayatımızın bilindik imgelerini, duygularını sunmuyor. Aksine bizi bir problemle karşı karşıya bırakıyor. Karşı karşıya kaldığımız bu problem çözmemiz gereken ya da tek bir doğru cevabı olan sıradan bir problemin çok ötesinde. Çünkü bu problem, performansın kendisinde değil ( her ne kadar performans bizi izlerken müzik ve hareket arasındaki matematiksel denklemi çözme çabasına soksa da). Bu performans apaçık, sade, gösterişten uzak ve fazlasıyla gerçek bir biçimde sahnede yer alıyor. Bu performans o kadar ayakları yere basıyor ki okları bu sefere kendimize yöneltmek zorunda kalıyoruz. Performans bizde kendi bakışımızı sorgulama zorunluluğu yaratıyor. İzlerken gördüklerimize anlam verme çabamızı, bu çabanın beyhudeliğini vurgulayarak yapıyor ve bizi bakış değiştirmeye zorluyor. Çünkü bu performansta bilindik bakış açımız performansı anlamlandırmamıza yetmiyor. Hikaye arayışımız boşa çıkıyor, bize günlük hayatta sunulan, hatta gözümüze sokulan, belirgin parlak göstergeler bulunmuyor, büyük çıkışlar inişler yer almıyor, hatta bu gösteri bize kendini sevdirmek için derin duygusal bağlar yaratarak bizi duygu bombardımanına sokma çabasına dahi girmiyor. Yaptığı sadece yalın müzik, yalın hareketler ve bu ikisinin incelikli bir biçimde yapılandırılması. Fazlasıyla soyut olan bu performansın aslında aşikar anlamlara götüren yönlendirilmiş göstergeleri bulunmaması bizi (belki de) tedirgin etse de, anlam ihtiyacımızı sorgulamamız için iyi bir vesile yaratabilir.


[1] Bu yazı İDANS kapsamında düzenlenen Kritik Çaba atölye çalışmaları kapsamında yazılmıştır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Bilge Serdar

Yanıtla