Birlikte Oldukları Süre İçinde Her Şey Yolundaydı: Yanık

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

İstanbul Devlet Tiyatrosu inançların arkasına gizlenip, silahlarından ölüm püskürtenlerin cehenneme çevirdikleri Lübnan’da, 1975-1991 yılları arasında yaşanan onca olaydan, onca dramdan kesit olarak da tanımlanabilecek bir oyunla perde açmakta. Yönetmen Cem Emüler (1962), Lübnan Asıllı Fransız Yazar Wajdi Mouawad’ın (1968) sanatın acımasızlığının somut örneğini verdiği “Yanık” başlıklı oyununu sahneye taşımış.

Aslında belki de yanlış ifade ettim, bu sanatın acımazlığı değil, bir anlamda tiyatronun ayna görevinin somut örneği. Esas acımasızlık insanoğlunda… Çocukların bile acımasızca katledildiği ortamda, “yanık” temeli Lübnan’da kazılmış bir tür trajedi. Nevval adlı kadının, ikizlerine bıraktığı vasiyet ve mektuplarla başlattığı bilinmeze yolculuğun vardığı noktada, insan olanın tüyü tüsü dineliyor.

İşkencelere rağmen, şarkı söyleyerek dik durmayı başaran savaş mağduru bir kadının gizemli anılarına yapılan yolculuk, deşildikçe barındırdığı pislikleri açığa çıkaran acımasız gerçekleri ortaya saçıyor. Geçmişe dönüşlerle gelişen konuyu Wajdi Mouawad farklı zaman dilimlerinde o denli ustalıkla birleştirmiş ki, iç içe geçen yaşamlar yansıtılırken öykünün bütünlüğü hiç etkilenmemekte! Ali Cem Köroğlu’nun sahne arkasındaki fon perdesine yansıttığı Lübnan’daki iç savaşın başlangıç günlerini veren sahnelerse oyuna iç yakmak pahasına katkı sağlıyor.

Siyasi oyunların acımasızlığı, ekonomik nedenlerle başlayıp sonrasında göçmenlikle tetiklenen Müslüman-Hıristiyan çekişmesi, bundan çıkar sağlayanların ülkeyi yangın yerine çevirmesi, bir savaş fitilinin ateşlenmesi… Wajdi Mouawad, bütün bunları olanca yalınlığıyla ve çıplaklığıyla, hem de hiç mi hiç taraf tutmadan aktarıyor. Hüzünlü bir arayış öyküsü, kurgusundaki doğallık ve anlatımındaki akıcılıkla izleyeni oyunun hemen başında ortamın içine çekiyor, sarıp sarmalıyor. Hırsın, insanlığın önüne geçişi bu! Bilgi vermekten kaçınanların, korkanların öfkesiyle, nesilden nesle aktarılan kin… Yüreklerde saklanan masumiyetin günahla yoğrulması, nefretin sevgiyle buluşması, yaşamlardan yola çıkılarak bir artı birin nasıl bir ettiğinin kolay betimlenemez anlatımı…

Nerede Baba, Ağabey Nerede

Cem Emüler, çok kolay yaslanılabilinecek duygusallık duvarına sırtını dayamadan, oyun sonunda ıslak mendillere gerek bırakmadan, izleyiciyi ağına düşürüp ağzını şapırdatma kolaylığına kaçmadan durumun sadece trajikliğini öne çıkarmış. İşkenceyi, tecavüzü izleyenin gözüne sokmaktan titizlikle kaçınmış, sadece olayın vahametine odaklanmış.

Cem Emüler, bir yandan ölmüş olarak bildikleri babalarını ve varlığından daha önce bihaber oldukları ağabeylerini aramak üzere Kanada’dan Lübnan’a giden ikiz kardeşler Janine ve Simone’un arama sergüzeştini sahneye yansıtırken; diğer yandan da annelerinin vasiyetinde kendini böyle bir isteğe yönlendiren nedenlerin altını çizmek istemiş, pek de iyi etmiş. Bir yandan kardeşlerle beraber “nerede baba, ağabey nerede” sorularına ortak olurken, bu soruların annenin yaşamına nasıl girdiğine üst sahneyi kullanarak izleyiciye de tanıklık ettirmiş. İç içe geçmiş kurguları çözümlemiş, izleyiciyi zorlamamış; ama basite de kaçmamış. Kimi yerde önce soruyu sorup yanıtını vererek, bazen de yanıttan soruyu çıkararak tabloları başarıyla kurgulamış.

“Yanık”, bir noter bürosunda başlıyor. Dekor tasarımını yapan Ali Cem Köroğlu, mekanı sanki tarafsızlığın mekanı olarak tasarımlamış. Cem Emüler ise noterin karşısındaki ikizleri bir halin iki ayrı yüzü gibi, yani erkek ile kadın, ağlayan ile gülen, asi ile uyumlu, cahil ile eğitimli; birbirini tamamlayarak tekleşen, “1 + 1 = 2 değil, 1 + 1 = 1” olan biçiminde yorumlamış. Nefret ve aşkı savaş ikileminde bir güzel yoğurmuş.  Gel gelelim, üç saatlik oyunun ikinci perdesi olamazcasına sarkmış. Savaşların/iç savaşların/siyasi çatışmaların/toplumsal yıkımların yanında bireysel yıkımlarda da insan yaşamlarının nasıl etkilendiğinin anlatılması, giderek yinelemelerle ilerler hale gelmiş. Birinci perdenin dinamizmi yerini giderek gevelemeye, karışıklıklara bırakmış. Özellikle Sevda’nın ikinci perdedeki tiradı kısmen makaslanamaz mı, bazı tablolar kaldırılamaz mı, karışmak haddim değil elbette, ama bana bütün bunlar olmazsa olmaz gibi gelmiyor.

Nihat Neden Yaşlanmıyor!

Dekor tasarımına imza atan Ali Cem Köroğlu, karakterlerin iç dünyasında olup bitenleri simgesel boyutta görüntüleyen, bu görüntüleme dışında ekspresyonist bir anlatım aracı da sayılabilecek sahne tasarımıyla Cem Emüler’in yanında yer almış. Kırık sütundan akan kumun mezar oluşturması gibi mükemmel üstü yaratıcılıklara imza atmış. Yani oyunun başarısında Köroğlu’nun katkısı asla yadsınamaz.  Oyuna giderseniz (ki mutlaka gidiniz) Akın Yılmaz’ın neredeyse kusursuza yaklaşan ışık tasarımını özellikle alkışlamalısınız. Gülhan Kırçova’nın giysi tasarımında (ne yazık ki) eleştirecek bir yön bulamadım (vah, vah). Koray Kahraman’ın hem de canlı icra ettiği müzikleri fevkalade iyi, ama kendisinin neden sahnenin sağında pencereye mum ışığında oturtulduğunu, orada icra-i sanat eylediğini bir türlü anlayamadım. Kahraman, oyun boyunca rol çalıyor ayol!

Oyunculukları tırmalamaya sıra geldiğinde Nihat-Vahap, Elham-Sevda, Nevval-Cihan, Nevval-Nezire karakterlerine neden birer oyuncu can veriyor, (düşün taşın) anlamış değilim. Nitekim Nevval karakteri üç oyuncu tarafından 20, 40, 60 yaşlarında canlandırılırken, Nihat karakterinin yaşlanmaması illüzyonun içine ediyor. İstanbul Devlet Tiyatrosunda yetenekli oyuncu kıtlığı mı var ne!

Neyse!

Atilla Can Çelebi, temel kurallara uygun bir yorumla Antoine’ı yukarı çekmiş. Vedi İzzi’nin isteklerindeki kesintisiz patlamalar dizisinin, canlandırdığı karakterlerden ilki olan Vahap’ta yaratıcı iradesini aralıksız devindirdiğini söyleyebilirim. Gökçe Erinç, Elham’da, ama özellikle Sevda’da içsel yaşam akışını çok iyi kuruyor. Fatma Öney, sanatsal arzu ateşini oyun boyunca bu kere de korumakta. Özellikle Cihan’da çok başarılı… Fatih Sarı, Şemsettin’e derinlik eklemiş. Veda Yurtsever İpek, büründüğü Janine karakterinin yaratıcı duygularını aktarmak için her şeyi, ama her şeyi, sesini, sözcüklerini, jestlerini, yüz ifadesini mükemmel kullanıyor. Tansel Öngel, Simon’un fiziksel ve psikolojik yönelimlerini iyi kavramış. Repliklerini biriktirmiş olduğu tüm içsel malzemeyle billurlaştırmasıyla dikkat çekiyor. Rolü yaşama sürecinin rol için bir çizgi yakalamak, bir üstün yönelim ve bu üstün yönelimin kesintisiz aksiyon çizgisi aracılığıyla etkin bir biçimde elde edilmesinden oluştuğunu biliyor, kutlanması gereken bir oyunculuk örneği veriyor. Deneyimli oyuncu Emel Göksu Keleş’e, gerek kafa karıştıran rol Nezire’de, gerekse 60 yaşındaki Nevval’de içsel hareket noktasını yeniden incelemesini, Nevval’de haklılık temelini oluşturan sağlam öğeleri bulmasını önereceğim, başka da bir şey demeyeceğim.

Murat Karasu, Alphonse Lebel karakterine belli oluyor ki harekete, sese dayalı, anlatımbilimsel bir çalışmayla hazırlanmış. Performansını çok sınırlı özellikler halinde alışıldığı üzere parçalamamış. Parçalamamış ve böylece anlamın bütünlüğünü gözden düşürmemiş. Düşürmediği için de sahnenin bütününe ve bir parçası olduğu sahne düzenine kendini çok kaptırmaksızın, jestüeline, konuşma biçimine kendince tutturduğu ritme göre anlam yüklemiş. Genç oyuncu Iraz Yöntem, 20 yaşındaki Nevval’i canlandırırken tutarlığı ve bütünselliği koruyacak birimleri ve parçalama yöntemini mükemmel geliştirmiş. Devinim ve metni ya da devinim ve sesi birbirinden ayırmak yerine içlerinde daha sonra başka birimlerle birleşmesi olası, tutarlı ve uygun bir bütün oluşturarak bir araya gelen, birbirlerini destekleyen ya da uzaklaşan çeşitli ögelerin bulunduğu ayrıntıları başarıyla ayırmış.

Sonuç olarak demem gerekirse, İstanbul Devlet Tiyatrosu, örnek alınacak konusu, başarılı kolektif çalışmasıyla “Yanık” ile iyi iş kotarmış.


Madam’ı Torunları Andı

Ülkemizi bale sanatıyla tanıştıran ve öncü misyonuyla Devlet Balesi’nin ilk temellerini atan Dame Ninette de Valois, ölümünün 10. yılında onuruna düzenlenen özel bir karma programla Devlet Opera ve Balesi sanatçıları tarafından anıldı. İlk kez 1948 yılında Yeşilköy’de balenin temellerini atan ve daha sonra merkezi Ankara’da bulunan Devlet Konservatuarı bünyesine taşıyan bale sanatının Türkiye’deki öncüsü, proje yönetimi Yönetmen Deniz O. Yamanus tarafından üstlenilen gecede Türk Balesi’nin önde gelen koreografları ve yeni kuşak bale sanatçılarının yorumlarıyla sahneye taşındı.

O gece, Türk balesinin ilk koreograflarından (ışıklar içinde yatmakta olan) Oytun Turfanda (1947-2001), genç yaşta yitirdiğimiz Genç Koreograf Duygu Aykal (1943-1988) ile Geyvan McMillen, Merih Çimenciler, Aysun Aslan, Selçuk Borak, Mehmet Balkan, Beyhan Murphy, Uğur Seyrek, Sibel Kasapoğlu, Nil Berkan, Erdal Uğurlu, Berk Sarıbay, Yasemin Erkan, Altan Tekin, İhsan Bengier gibi koreografların imzasını taşıyan eserlerle Süreyya Operası salonunda geçmişten bugüne yolculuğa çıkıldı. Eserlere can veren onca yeni kuşak balet ve balerin (özellikle de Hüma Ersel ile Erhan Güzel) bağırlara basılarak alkışlandı. Dünyaca Ünlü Bale Hocası ve Koreograf Richard Glasstone, ilk bale eğitmenlerinden Angela Bayley, uluslararası Dans Eğitmeni Dudley Tomlinson anı plaketlerini alırlarken teşekkür çığlıkları atıldı. Fuayede Türk balesinin büyümesine katkıda bulunan Devlet Sanatçısı Primaballerina Meriç Sümen Kanan’a, ilk Kültür Bakanı Talat Sait Halman’a, Madam’ın ilk öğrencilerinden Yüksel Çapanoğlu’na, Sait Sökmen’e, İstanbul Devlet Opera ve Balesi Eski Başdekoratörü sahnelerimizde yer alan dekor-kostümlerin “Başbüyücüsü” Osman Şengezer’e ve adlarını sayamadığım diğerlerine yaklaşmanın, yakınlaşmanın, hatta onlara dokunmanın tadına varıldı.

Biraz uzun tutulan programın sonunda salondan çıkarken, en son 29 Nisan 2011 günü yazdığı köşe yazısında, böyle bir gecenin hazırlanması, Madam’ın göç edişinin 10. yılında şölen gibi bir programla anılması için Rengim Gökmen’i iyiden iyiye köşeye sıkıştıran Hıncal Uluç’a da teşekkür borcumuz olduğu aklıma takıldı.

O gece “sıradaşımdı”, ama söylemeye zaman olmadı.

Hıncal Uluç’a teşekkür, ister istemez bugüne kaldı.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla