Esin Afşar'ın Anısına…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun web sitesinde, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz ses ve tiyatro sanatçısı Esin Afşar’ın ardından yayımlanan yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Geçtiğimiz günlerde popüler müziğimizin önemli isimlerinden biri olan Esin Afşar’ı kaybettik. Sanatçı, 14 Kasım 2011’de tedavi gördüğü hastanede hayata veda etti.

Esin Afşar, Leyla Gencer ve Maria Callas gibi ünlü opera sanatçılarına öğretmenlik yapan Madam Hidalgo ve Madam Böhm’den şan dersleri alarak çocuk yaşlarda müziğe başlamıştı. 1940’lı yıllarda piyanist olarak girdiği Devlet Tiyatrolarında, Muhsin Ertuğrul’un da desteğiyle 12 yıl oyuncu olarak da görev yaptı.

Ankara Meydan Sahnesi’nde konuk oyuncu olarak çalışırken, tekrar müziğe yöneldi. Önceleri dönemin popüler müziği olan “aranjman” denemeleri yapıp “Türkçe sözlü hafif müzik” dalında çalışırken, daha sonra Ruhi Su’nun da etkisiyle “Çağdaş folk müziği” diye nitelendirdiği müzik türünde emek harcayarak bu akım üstünde söz sahibi oldu. Özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda dillere dolanan çok sayıda türkünün ya da şarkının yorumcusu olan Afşar, seslendirdiği “Yoh Yoh” türküsü nedeniyle yıllarca sadece Türkiye’de değil, dünyada da “Bayan Yoh Yoh” olarak bilindi. “Zühtü”, “Sanatçının Kaderi”, “Madenci”, “Tahir ile Zühre” gibi çalışmaları da kendisiyle özdeşleşti ve yıllarca dillerden düşmedi.

1969’da “diplomatik sanatçı” tanımlamasıyla Macaristan’a konser için giden Esin Afşar, sonraki yıllarda bu sıfatla da anıldı. Yurt içinde ve yurt dışında birçok yerde konserler verdi, çeşitli ödüller kazandı…

Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllar, popüler müzik adına önemli adımların atıldığı yıllardır. Halk şarkılarını Batı’nın popüler enstrümanlarıyla icra etmenin, Doğu ve Batı enstrümanlarının bir arada kullanılmasının, halk şiiri örneklerinin Batılı formlarda bestelenmesinin, Batılı çalışmalara Türkçe söz yazılmasının yıllarıdır aynı zamanda bu yıllar. Bütün bu denemelerin ve çeşitli “sentez” çalışmalarının yarattığı tartışmalar, müzik hayatımızda önemli bazı değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bunları araştırıp ortaya çıkarmak adına BGST Yayınları’ndan 2006 yılında çıkan “60’lardan 70’lere 45’lik Şarkılar” (Yayına Hazırlayanlar: Ayhan Akkaya – Fehmiye Çelik) adlı kitabımız vesilesiyle kapısını çaldığımız Esin Afşar, o çalışmamız esnasında bizleri büyük bir misafirperverlikle evinde ağırlamıştı. Bizlere hem arşivini hem sofrasını açtı. Adından haklı olarak sıkça söz edilen o dönemleri bir bir anlattı. Yaşadıklarını, tanıklıklarını kendi durduğu yerden ama tüm samimiyetiyle paylaştı. “

60’lardan 70’lere 45’lik Şarkılar” adlı kitabımızın arka kapak yazısında şöyle demiştik: “Unutmaktan mıdır, alışmaktan mıdır bilinmez; sık sık geçmişi gözden yitiririz. Oysa geçmiş, bir yere gitmez. Yanına, “bugün”ü de alarak “yarın”a akar.” Esin Afşar’ın emek verdiği çalışmalar da asla bir yere gitmeyecek… Bizlerle söyleştiği o gün çok teşekkür etmiştik kendisine, bugün de sonsuz kere teşekkür ediyoruz. Hem anlattıkları için, hem de uğruna nice emek verdiği sanatıyla geriden gelenlere ön açıcı olduğu için…

Aşağıdaki söyleşi, 2005 tarihinde, Esin Afşar’ın evinde gerçekleştirilmişti. O gün kendisiyle yaptığımız bu söyleşimizi kitabımızda yayınlamıştık, şimdi de geride bıraktığı aziz hatırası adına bir kez daha sizlerle paylaşmak istiyoruz.

ESİN AFŞAR

‘Teksesliliğe Karşıyım!..’

Söyleşi: Evren Bay, Fehmiye Çelik, İlkem Balseçen

Uzunca bir dönem tiyatroyla ilgilendiniz; ama sonrasında ağırlığı müziğe verdiniz. Sizi profesyonel anlamda müziği tercih etmeye iten etmenlerden bahsedebilir miyiz?

Ankara Devlet Konservatuvarı’nda piyano bölümünde müziğe başlamıştım. Şan hocalarından Madam Böhm, bir gün konservatuvarın koridorunda konuşma sesimi duymuş. Konuşma tonumdan, bende iyi bir ses olduğuna karar verip ille de dinlemek istemiş. Kendisi çok sert bir kadındı! Açıkçası, ben de korkmuş, odasına gitmek istememiştim; ama yaka paça attılar beni içeri! Madam Böhm, baktı sesime: “Koloratif sopranosun. Sen artık her gün geliyorsun bana!” dedi. Ve kendi öğrencilerine verdiği ders sürelerinden beşer onar dakika kırpa kırpa, bana her gün ders vermeye başladı.

Derken sonra, operaya geçmek istedim; ama piyano hocam bırakmadı. Sonra da Muhsin Ertuğrul’un genel müdür olduğu dönem, Devlet Tiyatroları’na piyanist olarak atandım. Fakat Muhsin Ertuğrul, benim tiyatrocu olmamı istedi. Bana, bir oyunda rol verdi. “Aman hocam, etmeyin!” demeye kalmadan, “Yok,” dedi, “bunu oynayacaksın!” Ondan sonra tiyatroya aldılar. Devlet Tiyatrosu sanatçısı olarak çalıştığım süre, on iki yıl kadardır. Bu arada konservatuvarda hem şan, hem piyano, hem de bale çalıştım. Tabii bunların hepsinin bir araya gelmesi, sahnede bana çok şey verdi.

Fakat sizin gönlünüzde yatan müzikti galiba, öyle değil mi?

Tabii ki müzikti. Devlet Tiyatrosu sanatçısıyken de müzikallerde oynadım. Ondan sonra da, “Gel şarkı söyle.” dediler ve yakama yapıştılar. Aslında, önceleri dört sene boyunca direndim ve kabul etmedim.

Neden?

Bilmiyorum! Tiyatroyu mu bırakmak istemedim acaba? Ne oldu bilmiyorum. Fakat sonradan tabii ki başladım şarkı söylemeye.

Hangi şarkılarla başladınız?

Tabii ben de o dönem, diğer birçok şarkıcı gibi, şarkı söylemeye İngilizce, Fransızca, İtalyanca şarkılardan oluşan karışık bir repertuvarla başladım. İhsan Sabri Çağlayangil İçişleri Bakanı’ydı ve kendisi tiyatroyu çok severdi. Ben de o dönem Kerim Afşar’la evliydim. Çağlayangil, tiyatrocu olarak Kerim’i çok beğenirdi ve benim de tiyatrocu olarak devam etmemi istiyordu. Hatta bir keresinde, “Niye şarkı söylüyorsun? Para için mi?” diye sordu. “Bakın,” dedim, “bunun cevabını ben size burada veremeyeceğim. Şurada şarkı söylüyorum, lütfen gelin ve beni dinleyin!”.

O sırada da ben Ruhi Su ile modern folk çalışıyordum. Sabri Çağlayangil, şarkı söylediğim yere geldi, dinledi ve çok memnun kaldı. “Ben yanılmışım!” dedi. “Seni, parlamenterlerle birlikte Macaristan’a yollayayım, ister misin?” diye de sordu. Kabul ettim ve benim için bir macera da böyle başladı. Ardından “diplomatik sanatçı” ünvanı verildi bana. Her yerden çağırmaya başladılar. Başarılı oldukça da tebrik telgrafları geldi. Böyle böyle devam etti.

O dönem yabancı orkestralar ve şarkıcılar Türkiye’ye gelip konserler verirmiş.

Bu bahsettiğiniz dönemler, benim müziğe başlamamdan çok daha öncedir. Yani o sıralar, ben de gidip onları dinliyordum. O dönem hakikaten Türkiye’de Türkçe şarkı kesinlikle yoktu. Tamamen yabancı orkestralar, yabancı solistler getirilir  ve şarkılar onlara söyletilirdi.

Zaten o dönem, Batı eğilimli popüler müziğin Türkçe sözlerle icra edilemeyeceği yönünde bir düşünce de var, bildiğimiz kadarıyla.

Evet, aranjmanlar üzerine bu tür tartışmalar yapılırdı. Aslında ben de, açık bir şekilde olmasa da, aranjmana karşı çıkanlardan biriydim. Bir kere isim yanlıştı. Aranjman demek, düzenleme demektir ve her müziğin düzenlemesi vardır. Çok yanlış bir tanımlama! İnanılmaz bir yanlışlık aslında! Ancak, aranjman adıyla radyolarda bol bol çalına çalına, bu çalışmalar popüler oldu ve hayatımıza yerleşti. Bu şekilde, birtakım yabancı şarkılar, her yerde Türkçe sözlerle söylenmeye başladı.

Yine aynı dönemlerde türküler moda oldu, türkülerde çokseslendirme çalışmaları başladı. Gerçi bizden önce, Tülay German’lar yapmışlardı bu tür çalışmaları; ama ondan sonra unutuldu bunlar. 1969’da benimle birlikte tekrar başladı bu çokseslilik olayı. Atatürk’ün 1934 nutkunda söylediği, “Kendi müziğimizi, halk müziğimizi çağdaşlılaştıralım; ancak o zaman dışa açılabiliriz!” sözünden yola çıkılarak türküler çokseslendirilmeye başlandı.

Ben de bu tür çalışmalar yaptım; ama türküyü o çok bilinen haliyle, türkücüler gibi söylemedim hiçbir zaman. Formunu bozmadan, kendi yorumumu getirmeye çalıştım. Çünkü bu türküleri dejenere etmeye de hakkımız yok; ama bir türkücü gibi de söyleyemem. Tavır olarak daha çağdaş söyleme tarzım var.

Türkülerin dışında, tabii kendi bestelerim de vardı. Ya da işte çağdaş bestecilerden de söyleyebiliyordum. Mesela Nazım Hikmet şiirleri besteledim; Mevlana, Ahmet Yesevi şiirleri besteledim…

Bu, aldığınız müzikal eğitimle de ilgili bir durum aslında, değil mi? Batı müziği eğitimi aldığınız için mi bestelerinizi bu yönde yapıyordunuz?

Hayır, türkü formunda da beste yapıyordum. Mesela Yunus Emre’leri türkü formunda besteledim. Bir ara, bir Fransız şarkıcı da merak salmış Yunus Emre’ye, şiirlerini bestelemiş. Zaten, Yunus Emre, dünyanın ilk hümanistlerinden biri olarak kabul edildiğinden, Paris’te de çok iyi bilinir. Sorbonne Üniversitesi’nde de ders olarak okutuluyor. Menajerim bu albümü getirdi bana. Mistik olduğunu bildiği için müziğin içine mistik bir şeyler koymuş Fransız; ama bizim Yunus Emre, sıradan bir Fransız chansonundan öteye gidememiş. Mümkün değil ki! Benim bestelerimde, içgüdüsel olarak o mistik hava kendiliğinden çıkıyordu zaten. Ben Türk’üm ve bunu hissederim; ama o bir Fransız, hissedemez ki!

Aranjmanları olumlamamanızın sebebi de, bu şarkıların aslında bizim kültürümüze ait olmamalarından mı kaynaklanıyor?

Öyle tabii. Gerçi Fransa’da şarkı söylediğim zaman, ben de bazı Yunus Emre şarkılarını Fransızcaya çevirtip söylüyordum. Mesela Yunus Emre’den, “Bana Seni Gerek Seni”yi Abidin Dino çevirmişti.

Tabii ki yetenek ve ses de çok önemli, ses kalitesi çok önemli; ama ben gidip orada Fransızlara tamamen Fransızca şarkılar söyleseydim, böyle olmazdı. Çünkü ses ve kalitenin yanı sıra, bir de tabii ki değişik bir şey arıyorlar. Bu anlamda türkülerimiz çok ilginç, çok değişik.

Nitekim Fransa’da bir konservatuvarın hocası, benim LP’mi dinlemiş ve “Drama Köprüsü” çok ilgisini çekmiş. Onlar, herhangi bir aksak ritim, mesela 5/8’lik bir ritim kullanmıyorlar; bilmiyorlar çünkü. Bu türküyü dinledikten sonra, bana menajerim aracılığıyla telefon açtı. “Ne olur şu ‘Drama Köprüsü’nün sözlerini, fonetik olarak yazın, öğrencilerime öğretebileyim!” diyor. Tabii türkülerimiz çok ilgi çekiyor. Biliyorsunuz, bizim folklorumuz, dünyanın en zengin folkloru. Şarkılar olsun, danslar olsun… Cahilce, “Aman şu folklor da, tu kaka!” deyip abuk sabuk şeyler yapmanın alemi yok! Hatta Eurovision için de benim bütün önerim, folklordan yola çıkarak çağdaş bir şeyler yapılması yönündeydi. Anlatamadım kimseye. Nitekim, geçtiğimiz yıllarda bu yapıldığı için birinci olundu!

’60’lı ve ’70’li yıllara dönecek olursak, o dönemde kulüp ortamlarının meşhur olduğu söyleniyor. Nasıl ortamlardı kulüp ortamları, ne tür müzikler icra ediliyordu, biraz bahsedebilir misiniz?

Ben, o dönem Ankara’da oturuyordum, pek fazla bir şey yaşamadım açıkçası. Çatı’da, Tülay German çıkıyordu yanılmıyorsam. Kulüp ortamlarına dair benim bildiğim, Ankara’da Bulvar Palas vardı. Buranın özelliği de, herkesin içeri alınmamasıydı. Üst sınıfa ait bir yer de değildi aslında; ama önüne gelen herkesin giremeyeceği, belli kişilerin alındığı bir yerdi açıkçası.

Erkan Özerman’ın da ısrarıyla, bir yılbaşı gecesi Ankara’da Bulvar Palas’ta çıkıp şarkı söylemiştim. Ama karışık bir şeyler söylüyordum, İtalyanca, İngilizce, Fransızca gibi… O dönem Kerim Afşar’la evliydim. Kerim’in, Ruhi Su’nun, İlhan Selçuk’un yönlendirmeleriyle, kendi türkülerimizi çoksesli yapalım düşüncesinden yola çıkarak Ruhi Su’yla çalışmaya başladım. Ve Ruhi Su’nun bana verdiği türküleri çalıştım. Yavaş yavaş onları söylemeye başladım.

Daha sonra Ankara Bulvar Palas’ta, Ruhi Su ile de program yaptık. Dario Moreno’nun da geldiği, dışarıdan bir sürü önemli isimlerin de geldiği, çok hoş bir gece kulübüydü orası.

Ondan sonra, Atatürk Orman Çiftliği’nde, Marmara Oteli yapıldı. Otelin, çok şık bir gece kulübü vardı. Yani ben Avrupa’da bile o kadar güzel bir gece kulübü görmedim. Orada da şarkı söyledim. Kulüp ortamları çok nezih, çok hoştu doğrusu.

Kulüplerde ne tür şarkılar söyleniyordu?

Her türlü müzik söyleniyordu. Türkülerin dışında, caz da söyleniyordu. Bir tek alaturka müzik olmuyordu.

Alaturka müzik, özel bir nedenle mi olmuyordu?

Bilemiyorum. Ben kendi adıma, alaturka müziği pek sevmem. “Esin Alaturka” diye de bir albüm yaptım aslında; ama o da, benim yorumumla bir alaturkaydı. Yani alaturka müzik belki öyle yapılsa, benim için güzel olabilirdi. Çünkü teksesliliğe karşıyım ben!

1972’de, Sovyetler Birliği turnesinde iken, Bakü’de Fikret Emirof adında bir müzisyenle tanıştım. Nazım Hikmet de onu çok severmiş, hatta onun için bir şiir de yazmış “Emir Fikret, Nazım sana hasret!” diye. Dostlukları da varmış. Çok kıymetli bir müzisyendi. İşte Fikret Emirof, bana demişti ki, “20.yy’da çeyrek sese saplanıp kalmak bir cinayettir. Siz kendi müziğinizi çoksesli yaparak ülkenize ne büyük bir hizmet ettiğinizin farkında mısınız?”. Ben de içimden, “Ben farkındayım da, bazıları Sultan Ahmet Parkı’nda!” demiştim.

Neyse, bu işin hoş tarafı! Hem folklorunuzu koruyacaksınız, hem de onu çokseslendirerek ileriye taşıyacaksınız. Aman dokunmayın, diye bir şey yok! Kendi folklorundan faydalanıp çoksesli yapacaksın, senfoni yapacaksın. Bir klasik besteci olan Fikret Emirof’un operası var, senfonisi var; ama bu arada “Dağlar Kızı Reyhan”ı da var. Bizde, bir klasik Batı müziği kompozitörüne, bestecisine desen ki, şu türkü, hemen küçümser. Halbuki onu da yapmak lazım ki daha bir değer kazansın, değil mi?

O dönemin sanatçılarıyla ortak projelerde buluştuğunuz oldu mu?

Arkadaşlıklarımız vardı, görüşüp konuşuyorduk. Mesela Tülay German’la 1960’larda Paris’e yerleştiğinden beri, ben Paris’e her gittiğimde görüşüyorduk. Erdem Buri’nin ölümünden sonra,  kabuğuna çekildi, insan içine çıkmaz oldu. Sonra çok güzel kitaplar da yazdı, anılarını yazdı; ama elini eteğini de çekti her şeyden.

Âşık müziği ile de ilgilendiniz. Mesela Âşık Veysel’in birçok eserini seslendirdiniz, değil mi?

Benim Âşık Veysel’le dostluğum vardı zaten. Ben konservatuvarda öğrenciyken, o geldi sazıyla türkülerini söyledi ve ben de aynı gün orada onun şiirlerini okudum. Derken yıllar sonra “Güzelliğin On Para Etmez”, “Kara Toprak”la başlayarak, Âşık Veysel’in türkülerini çoksesli yapmaya başladım ve de aynı sahneyi paylaştık. Beni çok severdi, “Aferin Afşar, ağzına sağlık!” derdi. Çokseslilikten yanaydı, ileri görüşlü de bir ozandı!

Bir gün Âşık Veysel’e demişler ki, “Esin Afşar, Hümeyra, Fikret Kızılok senin türkülerini başka türlü söylüyorlar.”. O  da,  “Valla kimi elmayı dalından koparır öyle yer; kimi de alır kompostosunu yapar!” demiş. Çok esprili de bir ozandı. Ben o zaman, kendisi için ‘yaşayan en büyük ozan’ derdim.

“Zühtü” adlı türkünüzü dinlediğimiz zaman, “İşte yürekli bir kadın ağzı türkü daha!” diye düşünmüştük. Türküyü, “Şimdi geldi sarılmanın zamanı, Zühtü!” deyip çapkın bir dille seslenen bir kadının ağzından söylüyordunuz. Sonra, “Sandığımı Açamadım” diye, yine bir genç kızın ağzından yazılmış şarkınızla karşılaştık. Acaba, dedik, bu tür şarkıları okumak, bilinçli bir tercih miydi?

Ben, bir hapishane türküsü olan, “Drama Köprüsü”nü de söylüyordum. Yani erkek ağzı türküler de söylüyordum. Hatta hiç unutmuyorum, yorumculuğumda Ruhi Su’nun güçlü etkisi nedeniyle, bana, ‘Dişi Ruhi Su’ da diyorlardı. Mesela Ruhi Su konserlerinde -bu ister halk konseri olsun, ister gece kulübü olsun, gazino olsun- kimse konuşamazdı. Aynı tavır, benim konserlerimde, gösterilerimde de vardı.

Hiç unutmuyorum, bir gece kulübüydü, adamcağızın biri çatalını yemeğine batırmış, tam ağzına götürürken bir baktım, öylece  kalakalmıştı. Gürültü yapacak bir durumu yoktu. Çatalı ne indirebildi, ne ağzına sokabildi! Öyle bir elektrik de verdim insanlara. Şarkıları kırıla döküle mi söyleyeceğim! Her şeyi içeriğine göre yorumlamak lazım.

Mesela “Yoh Yoh”, bir türküdür. Ama ben bu türküyü, teatral bir anlayışıyla söyleyince çok tutuldu ve nereye gittiysem bu türkü üstüme yapıştı. Hâlâ da söylüyorum. Türkiye’de ismim “Bayan Yoh Yoh”, Fransa’da “Madame Non Non”, Sovyetler Birliği’nde “Madame Niyet Niyet” oldu.Yani her yerde yapıştı üstüme.

Yine benim sesimle meşhur olan “Zühtü”, bir Kastamonu türküsüdür. Bir ara Timur Selçuk bana, “Nedir bu Zühtü? Olur mu, yakışır mı sana?” dedi. Ben, “Bu, hakiki bir türkü!” dedim, “Öyle uyduruk bir beste değil!”. Aranjör Norayr Demirci vardı, çok güzel bir düzenleme yaptı bu türküye. Hatta o dönem insanlar diskoteklerde dans ediyorlarmış bu müzikle. Türküleri modernize ederek söyledim sahnede, tiyatroculuğumun da yardımıyla yorumladım, büyük ilgi gördü.

Peki, “Sandığımı Açamadım” türküsünün hikâyesini öğrenebilir miyiz?

Kerim Afşar ile evli olduğum zamanlar, Kerim vermişti bu türküyü bana. Hatta iki türkü getirmişti. “Lambaya Püf De” ve “Sandığımı Açamadım”. “Lambaya Püf De”yi rahmetli Barış’a verdi. Hatta bana niye vermedi diye de kızmıştım. “O bir erkek türküsü.”  dedi.  “Sandığımı Açamadım”da Barış Manço ile beraber çalıştık. Yani türkünün düzenlemesini Barış yaptı.

Sizin, şarkı söylerken ellerinizi kullanışınız da çok meşhurdu değil mi?

Evet. O el hareketlerinde Marie La Foret’den esinlendim. Marie La Foret’yi de filmlerinden biliyorum; ama şarkı da söylüyordu. Çok hoş bir kadındı! Sahnede ellerimi öyle kullanmayı ondan öğrendim; çünkü onda gördüğümde çok hoşuma gitmişti.

Arjantinli Susanna Renaldi’nin de sahnesi çok iyiydi. Yani sahnesi çok iyi olan insanlardan bir şeyler alıyordum ben. Bu arada plakları dünya çapında ünlü; ama kendisi sahnede başöğretmen edasıyla kazık gibi duran solistleri de izledim. Onların sadece plaklarını dinlerim daha iyi. Mesela Nana Mouskuri! Fener Rum Patriği, Nana Mouskuri’yi getirmişti. Ben de o dönem, Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği ikinci başkanıyım. Şimdi bir defa sahnede, sahneden korkan bir kadın var. Onca senenin, dünya çapında ünlü olmuş bir ismi ve sahneden korkuyor! Ürkek, sürekli kulise bakıyor beni kurtarın der gibi. Aklım almadı!

Ben, festivallerde, konserlerde o kadar çok ünlüyle bir araya geldim ki! Bu, benim için çok büyük bir şans oldu. O kadar çok anım da var ki… Bunları, yazdığım kitaplarda da anlattım. Mesela Paris’te bir ödül töreni düzenlenmişti. Dario Moreno anısına. Biliyorsunuz, Fransız vatandaşıdır; ama İzmir doğumlu bir Musevi’dir. Fransa’dan en iyi şarkıcı Jacques Brel, Türkiye’den de ben seçilmiştim. Ödüller de gümüş birer Hitit heykeli. Hürriyet’in Paris muhabiri Gökşin Sipahioğlu ve yine bir muhabir arkadaş Can Ok, beni uyardılar. “Jacques Brel, törenlere geç kalır, kravatsız gelir ve beş-on dakika kalıp hemen kaçar. Kendini hazırla, sakın üzülme!” dediler. Tüm o laflardan sonra ne oldu biliyor musunuz? Törene ben beş dakika geciktim ve tören yerine geldiğimde Jacques Brel oradaydı ve beş dakika ne demek? En az iki saat kaldı, uzun uzun sohbet etti benimle. Kravat da takmıştı, ceket de giymişti. Ama tabii ki bu durum, Dario Moreno’ya olan sevgisinden de kaynaklanıyordu.

Ben birçok ödül aldım; ama benim için en büyük ödül bu oldu. Çünkü ben bir Jacques Brel hayranıyım. Aslında Jacques Brel, Belçikalı’dır biliyorsunuz; ama Fransızlar onu kendilerine mal etmişler. Büyük bir ozan, kendi bestelerini seslendiriyor. Çok donanımlı, muhteşem bir adam. Fotoğraflarında falan çirkindir; ama yakından inanılmaz güzel. Kızıl saçlı, masmavi gözlü… Hatta ölümünden sonra “derin mavi gözlü Jacques…” diye yazmıştım bir yazımda.

Yani o ödül töreni, yaşamımın en mutlu anlarından biridir. Jacques Brel’le uzun uzun sohbet ettik. Mirelle Mathew’u bile çekiştirdik. Mirelle Mathew’u, Edith Piaf ile kıyaslamışlardı. Hiçbir ilgisi yok! Ben hiç kabul etmedim. Jacques Brel de bu kıyaslamaya karşı çıkmıştı.

Neden böyle düşünüyordunuz?

Öyle tabii. Edith Piaf’la kıyaslanır mı? Çünkü Edith Piaf, gerçekten çok büyük bir solisttir. Sonra bir gün benim menajerim anlattı; Mirelle Mathew, sahnede Edith Piaf’ın bir şarkısını söylerken sözleri unutmuş! Ezilmiş, büzülmüş… Salon buz gibi olmuş. Şimdi sen, Edith Piaf’la kıyaslanacak kadar büyük bir solistsen, bu tür durumları ne yapar eder, solistliğinle, sahnenle kurtarırsın. Size biraz megalomani gibi gelecek; ama belki tiyatroculuğumun getirdiği bir rahatlıktı, bilemiyorum, ben söz unuttuğum zaman öyle bir şey yaparım ki salonda alkış kopar! Çoğu zaman da durumu bir espriye bağlarım. Mesela bir keresinde Bursa Kültür Merkezi’nde bir konser yapıyoruz. Başladım türküye, “Bugün ayın ışığı… Bugün ayın ışığı… Bugün ayın ışığı…” Gerisi yok sözlerin. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Son bir kez daha girdim, “Bugün ayın ışığı… E ama sevgili dinleyiciler, daha kaç kez gireceğim türküye? Söylesenize!” dedim. Bütün salon “Elinde bal kaşığı” diye söyledi, kurtardık!

1970’te yılın sanatçısı seçiliyorsunuz ve o yıllar aslında dönemin siyasal ortamının iyice keskinleştiği; toplumda çatışmaların kutuplaşmaların yaşandığı yıllar. Pek çok müzisyen, “Yok, bu ülkede müzik falan yapılamaz!” deyip yurtdışına gitmiş. Sizin müziğinize nasıl bir etkisi oldu bu ortamın?

Şimdi tabii o yasaklı, çatışmalı dönemin ardından yükselen arabesk müzik, pek çok müzisyende kırgınlık yarattı. Bir ara benim de “Lanet olsun!” diyesim geldi. Fakat ben mücadele ettim. Kaçmak kolay yol, bırakmak kolay yol, diye düşündüm. Benim bir sigarayla savaşım vardır, bu konuda konferanslar veririm, bir de arabeskle!

Arabeskle çok uğraşmışımdır. Benim “Arabeske İnat” diye bir bestem de var, biliyorsunuz değil mi? Bilgesu Erenus da bir konserime gelirken yolda öyle rasgele satın aldığı bir arabesk kaseti, bana hediye diye getirmiş ve üzerine de yazmış: “Esin’e inat!” diye.

Bir dönem, Tınaz Titiz, kültür bakanıydı. Onunla konuştum, “Çok yoz bir müzik!” dedim. Vaktiyle Atatürk teksesli diye alaturkayı bile yasaklamış. Kendi dinliyomuş, seviyormuş o ayrı. Arabesk, hiç olmaması gereken bir müzik türü. Zaten yasaklanması gereken bir müzik.

Tınaz Titiz ile görüştüm. Bir komite oluşturduk ve ben her hafta Ankara’ya taşınıyordum. Nasıl bir çözüm yolu bulabiliriz yönünde toplantılar yapılıyor. Sonra benim olmadığım bir toplantıda hem de müzikolog olan bir kadın, hayrettir ki, “Arabeskin iyisi.” diye bir laf ediyor. Arabeskin iyisi olur mu? Bu ne demektir? Ondan sonra türkücünün biri çıktı. Genelde bıyıklı, suratsız falan olurlar ya, bu bıyığını kesmiş; ama gene aynı! Sonuç olarak gene arabesk okuyor. Yani başarıya ulaşamadık bu konuda; ama ben çok mücadele ettim.

Televizyonda, bir tartışma programında arabeske karşı olanlar ve de taraf olanlar şeklinde bir oturum düzenlenmişti. Siz, karşı olanlar tarafındaydınız ve orada da çok sert konuşmuştunuz. Aslında benzer görüşleri olmakla birlikte, Timur Selçuk, kendisiyle yaptığımız söyleşide, genel olarak arabesk müzikten yana olmadığını; ama Orhan Gencebay’ın yaptığı müziği farklı bir yere koyduğunu belirtmişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
 
Ben, pek öyle düşünmüyorum. Hatta bir dönem, bu müziği ilk Orhan Gencebay başlattığı için, “Bu adamı Taksim meydanında asmalı!” diye bir laf etmiştim. Fakat sonra, Orhan Gencebay’ın kendisini tanıma fırsatım oldu. Çok kültürlü bir adam, çok okuyan bir adam. Ben böyle bir insan olduğunu bilmiyordum.

MESAM’da telif haklarıyla ilgili bir meclise çıkmamız gerekti ve tesadüfen onun arabasına binmek durumunda kalmıştım. Arabada konuştuk, sohbet ettik. Fiziğe, kimyaya meraklı! Baktım ki hakikaten çok okuyan bir insan. Çok iyi de bağlama çalıyor, halk müziğini, türküleri çok iyi biliyor. İşte bütün bunları gördükten sonra iyice kızdım. Böyle bir insan, buraya bu türden bir müziği soktu diye hâlâ affedemiyorum. Yani hakikaten arabesk müziğe tahammül edemiyorum. Bu donanımlı bir adam, eğitimli bir adam. Eğitimli bir adamın bunu yapmasını daha çok yanlış buluyorum. Keşke yapmasaydı öyle bir şey. Değerli bir insan; ama bence bunu yapmamalıydı. Arabeski Türkiye’ye sokan kişidir. Yani bu müzik, insanları karamsarlığa götüren, intihara kadar götüren bir müzik. Biz zaten karamsar bir milletiz!

Peki, ’70’lerle birlikte arabesk müzik de yükseldi. Bir yandan ’70’lerin o toplumsal hareketliliği de sürüyordu. Sol, fraksiyonlara ayrılmış durumdaydı, gazetelerde her gün, arananların ya da çatışmalarda ölenlerin listesi veriliyordu. Böylesi bir ortamda, siz neler yapıyordunuz?

Ben de politik olarak sol yumruğumu havaya kaldırıyordum. Grev gözcülüğü yaptım. Ankara Sanat’ın önünde grev gözcüsü olarak gömleğimi giyip oturma eylemine katıldım. Birçok arkadaşım, salon sosyalisti denir ya, masa başından konuşurlar; ama hiçbir eyleme katılmazlardı. Ben eylemlere de katıldım.

Gözaltına alındınız mı ya da tehditler aldınız mı?

Çok tehdit aldım. Ben bir de din konusunda yaptığım konuşmalardan dolayı tehditler aldım. Erdal İnönü, bir toplantı yapmıştı, beni de davet etmişlerdi. Müzik, dil ve din üzerine konuşmuştum. Din konusunda, benim çocukluğumda camilerin insana mistik bir duygu verdiğini söyledim. Çünkü ezanları, Kur’an-ı Kerim’i çok güzel sesi olan müezzinler okurdu. Harika ve mikrofonsuz sesleriyle, o doğal sesleriyle. Hakikaten güzel bir şeydi. Fakat bugün özellikle seçilmiş gibi, hem de avaz avaz, insanın başına vurur gibi, çok kötü sesli müezzinler var. Gerçek dindarı bile dininden imanından edecek kadar rahatsız edici bir durum. Ben, böyle olmamalı gibi bir açıklama yaptım. Ertesi gün sabahtan itibaren telefonlar başladı, seni öldüreceğiz diye. Ben önce anlamadım ne olduğunu. Meğer Zaman gazetesi de o toplantıdaymış ve söylediklerimi, çarpıtıp yazmışlar. Şöyle manşet yapmışlar: “Esin Afşar ‘Ezan kaldırılsın!’ dedi.”. Şimdi ne alakası var, ben geri zekâlı mıyım? Müslüman bir ülkede, Müslüman bir insan ezan kaldırılsın der mi? Ama şu ezanı en iyi şekliyle sunun insanlara, benim çocukluğumda olduğu gibi. İnsanların kafasına vurarak, sabahın beşinde yatağından zıplatılarak, kötü sesli müezzinlerle değil! Özellikle mi seçiyorlar! Buna itina edilsin dedim sadece. Bir ay tehditlerle yaşadım. Koruma gönderildi, evden çıkamaz oldum. Kimi köşe yazarlarınca zındık ilan edildim, kimi köşe yazarlarınca kahraman oldum! Böyle bir dönem de yaşadım.

Şarkılarınızda, şiirlerinden beslendiğiniz şairler daha çok Nazım Hikmet, Yunus Emre…

Nazım Hikmet, Yunus Emre, Mevlâna Ahmet Yesevi… Yunus Emre’yi ben başucu kitabım yaptım. İlhan Başgöz’ün Yunus Emre kitaplarını, iki cilttir onlar, okuduktan sonra iyice Yunus Emreci oldum. Sonra Amerika turnesi yaptığım zaman, İlhan Başgöz kalktı geldi konserime, orada tanıştık onunla.

Ben Türkçeyi ilk kullanan kişiyi, 13.yy’da Yunus Emre sanmıştım. Ama yanılmışım. Bunu da, Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’ten öğrendim. O da kitabını yolladı ve bunları besteleyin, dedi. Meğerse 12.yy’da Türkçeyi ilk kullanan kişi, Ahmet Yesevi imiş. Yunus Emre’nin de yolunu o açmış aslında. O bakımdan Ahmet Yesevi, çok değerli bir insandır. Türkçe çok önemli. Çünkü bir millet, dilini kaybederse her şeyini kaybeder.

Sanat alanında olsun, politik ortamlarda olsun, kadın olmaktan dolayı birtakım sıkıntılar yaşatıldı mı size?

Yok, öyle bir durum olmadı. Hem ben zaten farklı bir yerdeydim, müzik piyasasının içinde değildim. Mesela ben albümlerimi Unkapanı’ndan çıkartmıyordum. Belli yerlerle anlaşmışımdır. Mesela Kültür Bakanlığı’yla yapmışımdır plaklarımı ya da Yapı Kredi finanse etmiştir.

Şimdi benim Türkiye’de menajerim de yok. Ben çok zorlanıyorum. Aslında bugün, gerçek anlamda bir menajer de yok. İşte, bir zamanlar Erkan Özerman vardı, ilk menajerim de o oldu. O gerçek bir menajerdi; ama bugün onun gibisi yok. Organizatörler var, onlar da para kazandıran insanların peşindeler. Ben para kazandıran bir insan değilim ki!

Bir de bana diyorlar ki, siz kendi çizginizde teksiniz. Niye bu çizgide başkalarını yetiştirmiyorsunuz? Diyorum ki, ben bir idealistim, para kazanan bir sanatçı değilim. Eğer benimle çalışacak insanlar idealistse buyursun gelsin, ben de destek olayım. Ama para kazanmak istiyorsa, tabii ki, bu konuda bol para kazanabilen diğerlerine gitsin.

Biraz o dönemin kadın müzisyenleri ve seslendirdikleri kadın temalı şarkılar üzerine konuşacak olursak, mesela Fikret Şeneş’in sözlerini yazdığı ve Ajda Pekkan’ın seslendirdiği “Hür Doğdum Hür Yaşarım” şarkısını, siz o zaman nasıl bir bakışla dinliyordunuz?

Ben o dönem -belki de tutucuydum- Ajda’yı çok eleştiriyordum. Gerçi ben o günlerde, ne bileyim, Elvis Presley’e de tahammül edemezdim; ama bugün bakıyorum, harika! Dolayısıyla Ajda’yı da çok eleştirirdim; ama bugün bakıyorum o da harika! Çünkü daha iyisi çıkamadı ki.

Mesela o dönemler Ajda Pekkan’ın özgün besteler söylemesini, Türk bir besteciden bir şeyler söylemesini dilemiştim; hani oralardan bir yere varılır diye düşündüğümden. Ajda Pekkan, genellikle yabancı şarkıları Türkçe sözlerle söyledi. Şimdi bakıyorum, gerek sesi, gerek sahnesi çok iyi! O günkü gibi değerlendirmiyorum bugün, şimdi takdir ediyorum. Dediğim gibi, daha iyisi de çıkmadı zaten.

Bir de o dönemde Altın Mikrofon, Altın Ses gibi şarkı yarışmaları var. Bugün de Popstar türü yarışmalar var. Nasıl değerlendiriyorsunuz o dönemlerdeki yarışmalarla, bugünün yarışmalarını?

Altın Mikrofon yarışmalarından kimler öne çıkmıştı o dönem, açıkçası pek hatırlamıyorum. Ancak bugünkü Popstar yarışmaları tam bir felaket! Ben seyredemiyorum. Kendimi sıkıp bir bakayım diyorum, yabancı olmayayım, belki de o kadar kötü değildir; ama yok! Bir de duygu sömürüsü yapılıyor, o çocuklar ağlatılıyor, jüri kendi kendini eğlendiriyor… Rezalet! Bilmiyorum, bana çok kötü geliyor.
   
O dönem Türkiye’de popüler müzik alanında önemli denemeler yapılıyor ve birikimler elde ediliyor. Fakat bu denemelerden, bu birikimlerden bugün müzikle uğraşan insanların büyük bir çoğunluğunun haberi yok! Bu alanda okullaşmaya da gidilememiş…

Doğru. Tabii ki çok yönlü bir eğitim olması lazım. Mesela müzik okutuluyor; ama çıkıyor bizimki sahneye, sesi var sahnesi yok! Olmaz öyle şey! Mesela Ankara Devlet Konservatuvarı, sabahtan akşama kadar eğitim yapar. Orada akrobasi dersi de vardır, eskrim dersi de vardır, hepsi vardır. Nitekim Şehir Tiyatrosu’na bir oyun konmuştu. Akrobasiye de dayanan bir oyundu. Kolunu bacağını kırdı insanlar. O esneklik yok ki kimsede, o eğitim olmayınca olmuyor. Dediğim gibi bunun da okulu olmalı. Hatta hafif Batı müziğinin de okulu olmalı bence. Bir ara Müjdat Gezen’in okulunda ders vermemi istediler. Ters geldi, zor geldi. Ama tabii yapmak lazım. Bir de öğretmek başka bir şey!

Bundan birkaç sene önce de Ankara’da bir stüdyoya girdim. Plak çalışmam vardı. Bir genç kız, benim oraya geleceğimi duymuş, kalkmış gelmiş Zonguldak’tan. Elinde gitarı, genç bir kız. “Ne olur beni dinler misiniz?” dedi. “Tamam.” dedim. Başladı ve “Benim sevdiğim yarim / Zonguldak’ta madenci” diye bir şarkı söyledi. Hem sözünü yazmış, hem müziğini yapmış. Dayanamadım ve ağlamaya başladım. Kız çok genç, çok güzel ve şarkıdan çok etkilendim. Çok yoksul da bir kız, gitarını bile emanet alıp gelmiş. Aldım getirdim İstanbul’a. Konservatuvara da soktum, konserlere de çıkardım, tanıtımını da yaptım. Adı, Aysun Timurcan’dı. Çok da güzel işler yaptı. Yani hiç kalitesini bozmadı. Konservatuvardan insanlarla bir grup kurdu. Tabii para kazanamıyor, o ayrı!

Bu tür insanlar, bugün çok zor çıkıyor. Yahu bizim gençliğimizde güzel şeyler yapılıyordu. Şimdi abuk sabuk! Benim yandığım nedir biliyor musunuz? Benim zamanlarımda konservatuvar çıkışlı hemen hiç kimse yoktu. Bir ben vardım, Timur Selçuk vardı, Ali Rıza Binboğa vardı. Başkasını bilmiyorum. Oysa bugün ortalık konservatuvar çıkışlı olanlarla dolu! Dolu da ne oluyor peki? Böyle seviyesiz işler yapacaksanız, niye okuyorsunuz kardeşim o zaman?  Bir Cem Karaca, konservatuvar çıkışlı değildi; ama çok kaliteli işler yapıyordu. Ben halkı hiç suçlamıyorum. Yani halkı; kültürsüz, seviyesiz işlerle, bilinçli bir şekilde, sistemli bir şekilde aşağıya çekiyorlar. Özellikle yapılıyor bu. Yazık, çok yazık…

BGST

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.