Tiyatroda Çokkültürlülük, Çokkültürcülük, Polikültürcülük

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Fırat Güllü

Geçtiğimiz hafta Osmanlı’da yaşanan çokkültürlü tiyatro deneyimi hakkında konuşmak üzere Perafest kapsamında düzenlenen bir panele davet edildim. Daha önce farklı organizasyonlarda bu konu üzerine konuşmakla beraber Perafest’te farklı bir seyirci grubuna ulaşabileceğimi düşünüyordum –ki görebildiğim kadarıyla gerçekten de farklı bir toplumsal arka plana sahip küçük fakat ilgili bir seyirci grubu söz konusuydu. Yaptığım hazırlık gereği aşağı yukarı şu minvalde bir konuşma yapmayı planlamıştım:

  1. Çokkültürlülüğü aynı toplumda farklı kültürlerin birarada yaşaması olarak tanımlayabiliriz. “Homojen toplum ideali” bir yanılsama olduğuna ve toplumlar zaten mutlaka çeşitlilik içereceğine göre aslında tüm toplumlar çokkültürlüdür. Asıl sorun bunun algılanış ve toplumsal alanda yansıtılış biçimiyle ilgilidir.
  2. Çokkültürcülük, doğası gereği çokkültürlü olan toplumun organizasyonuyla ilgili bir kavramdır ve aynı toplumda yaşayan farklı kültürlerin her bakımdan eşitlik ilkesi üzerine kurulu bir düzenle biraraya gelmesi gerektiğini savunur. Toplumsal yapdaki iktidar ilişkilerine dair net bir gönderme yapmakla birlikte bu kültürlerin iç dinamiklerini ve birbirleriyle olan ilişkilerinin niteliğini çok fazla gündeme getirmez. Bu bağlamda kültürlerin net sınırlarla birbirlerinden ayrılmış, kendi içinde sabit yapılar olduğu yanılsamasının oluşmasına yol açabilir.
  3. Polikültürcülük ise kültürlerin sadece eşit değil, aynı zamanda geçişken, hareket halinde ve içiçe geçmiş yapılar olduğunu savunur. Bu bağlamda kültürler hakkında genel geçer değerlendirmeler yapmak da zordur çünkü sürekli olarak yeniden oluşmaktadırlar.
  4. Zaman zaman anakronik olmayı da göze alarak -kimi yerli ya da yabancı düşünürlerin iddia ettiği gibi- Osmanlı çokkültürlülüğünün günümüz açısından gerçekten bir model olup olamayacağını ülkede modern tiyatronun inşası bağlamında tartışmayı deneyelim. Öncelikle Osmanlı’nın bugün birçok Batılı aydın tarafından yere göğe sığdırılamayan geleneksel çokkültürlülüğü üzerine bir tespit yapmak durumundayız: Evet, Osmanlı eski tip bir imparatorluk olarak çokkültürlü bir toplumsal yapıya sahipti ama bu kültürler hiyerarşik bir biçimde konumlanmış (millet-i hakime ve millet-i mahkume) ve geçişkenlikleri net bir biçimde sınırlandırılmıştı. Bir nevi “otoriter çokkültürlülük”tü bu ve tüm cemaatleri patriarkal bir Sultan figürünün gölgesinde biraraya getiriyordu. Modernite Osmanlı ülkesine giriş yaptığında toplumsal yapı aşağı yukarı böyleydi.
  5. Bu bağlamda Ermeni aydınlarının, ulusal bir aydınlanma hareketine hizmet etmesi için ülkeye taşıdıkları modern teatral anlayış, ağırlıklı olarak Ermeni milletinin de diğer milletlerde aşağı kalır bir yanı olmadığını savunuyor ve dolayısıyla eşitlik taleplerini kitlelere ulaştırmayı amaç ediniyordu. Ancak Ermeni aydınların bu çokkültürcü talepleri de günümüzdeki çokkültürcülüğün sınırlılıklarına sahipti: Kendi kültürlerini dışa kapalı bir biçimde tasarlıyor ve her ulusçu hareket gibi onu homojenleştirmeye çalışıyorlardı. Farklı kültürlerin iç içe geçmesi ve üretken bir ilişkilenme yaşaması yolunda çok belirgin bir girişimleri söz konusu değildi, hatta taşıdıkları politik misyon gereği bunu fazlaca arzu etmiyorlardı. Ortaya çıkan ilk teatral literatür, daha çok Ermeni mili tarihini konu edinen, parçalı bir biçimde çok geniş bir coğrafyaya yayılmış durumdaki cemaatleri ortak bir dil geleneği temelinde birleştirmeyi amaçlayan ve sıklıkla okullarda oynanmak üzere kaleme alınmış yapıtlardan oluşuyordu.
  6. Hagop Vartovyan’ın (Güllü Agop) Tiyatro-i Osmani Kumpanyası ise Ermeni aydınlanmasının bu kapalılık halini sonlandırıyor ve yeni bir kültür-sanat endüstrisi oluşturma perspektifi içerisindeki bir kumpanya patronunun güdülerinden hız alan farklı bir açılımın ortaya çıkmasına vesile oluyordu. Bu kumpanya dahilinde Müslüman ve Hristiyan unsurlar ortak bir entelektüel ve sanatsal üretim alanında bir araya gelerek geniş Osmanlı kamuoyuna seslenmenin olanaklarını araştırıyorlardı. Ancak ortaya konan oyunlar çokkültürcü tezler içermediğinden ve sadece kadro yapılanması çokkültürlü olduğundan bu ilk bakışta politik bir model olarak görünmüyordu. Ermenice pek çok oyunun Türkçeye, az miktarda da olsa bazı Türkçe oyunların Ermeniceye çevrilmesi; Hristiyan ve Müslüman oyuncuların aynı anda sahnede yer alması; repertuvarın çokdilli olması gibi göstergeler acaba bir polikültürcü modelle karşı karşıya mıyız diye düşünmemize yol açsa da, Osmanlı’nın kendine has çokkültürlülüğünden devralınan iktidar modelleri buna izin vermiyordu. Kumpanyanın patronu bir Ermeni olmasına rağmen, çoğu aynı zamanda devlet memuru olan Müslüman aydınlar kurulan bir Edebiyat Heyeti’nin faaliyetlerinden de anlaşıldığı gibi kimin hakim ve kimin mahkum olduğunu her fırsatta ortaya koyuyorlardı. Bu bağlamda Vartovyan’ın sadece on yıl süren Tiyatro-i Osmani serüveni Osmanlı’nın otoriter çokkültürlülüğüne alternatif bir model olma şansını daha baştan kaybediyordu.

Yazının başında farklı yerlerde birçok kez yaptığım bu sunumu farklı bir seyirci grubu önünde tekrarlamak istediğimden bahsetmiştim. Ancak akademik bir toplantıdan ziyade samimi bir sohbet havasında geçen etknilikte konuşurken, aynı gün Perafest kapsamında bir filmi sergilenmiş olan ve panelde ilk sırada konuşan yönetmen Korhan Yurtvesen sözümü kesti ve bana konuşmamın 1915’e kadar uzanıp uzanmayacağını sordu. Bana göre bu sadece nezaketsiz değil, aynı zamanda Almanya’da yaşayan Türkiyeli entelektüellerin, orada geliştirdikleri tepkisel bir milliyetçiliğin Türkiye’nin son dönemini anlamalarına ne denli düşünsel bir engel oluşturduğunu açıkça gösteren  bir davranıştı. Üstelik konuşan kişi, filmleri nedeniyle Türkiye’de iktidar tarafından baskı görmüş, arşivlerine zarar verilmiş, daha rahat çalışabilmek için Almanya’ya gitmiş ve orada da gizli milliyetçiliğin muhattabı olmuş birisiydi. Toplantının yöneticisi olan Vecdi Sayar’ın sakin ve olgun bir tavırla yaptığı müdahaleler olmasa tartışmanın farklı bir yöne gitmesi mümkündü.

Bu örnek de göstermekteydi ki Osmanlı çokkültürlülüğünün Avrupalı bir entelektüel olarak Slovoj Zizek için, Almanya’da yaşayan bir Türk entelektüeli olarak Korhan Yurtsever için ve Türkiye tarihi hakkında artık cansıkıcı olmaya başlayan bir takım resmi tezlerden bıkmış bendeniz için algılanışı oldukça farklıydı. Bu tür durumlarda Hans-Lukas Kieser’in çalışmasına verdiği bir başlık aklıma gelir: Iskalanmış Barış. Ben tarihimize baktığımda, oradan öğrenilecek şeyler olduğunu düşünen Zizek ve bunu daha çok bir ihanetler tarihi olarak gören Yurtseven’den farklı olarak ıskalanmış bir barış şansı görüyorum. Bunun izlerini, normalde oldukça kibar birisi olan Yurtseven’in panel esnasındaki tavrında bile görmek mümkündü. Bizim tiyatro tarihimizde 1870-1880 arasında yaşanan kimi girişimlere (özellikle Vartovyan’ın çabalarına) bu gözle bakmayı tercih ediyorum. Peki ya ıskalanmamış olsaydı? Ertesi gün dedeleri Gaziantep’ten sürülmüş, kendisi Lübnan’da doğmuş ve bir Rum Lisesi’nde eğitim almış, üniversite eğitimini Erivan’da, Oxford’da ve Sorbonne’da tamamlamış,  ABD’de Harvard ve Michigan Üniversiteleri’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış Prof. Kevork Bardakjian’la beraber, İstanbul’da herhangi bir eseri İBŞTT tarafından ilk kez Türkçe olarak sergilenen Osmanlı entelektüeli Hagop Baronyan’ın Şark Dişçisi adlı oyununu izlerken kafamda hala bu soru vardı.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Fırat Güllü

Yanıtla