Yolculuğun Anlatısı, Anlatının Yolculuğu

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Arjantin, Türkiye ve Araf’ta Bir Dünya Nehrin Genişlemesini Beklerken

Barış Yıldırım

Belki de bütün anlatılar yol hikayesidir. Zaman yüzünden olabilir bu; Bergson ne derse desin, hep ileriye doğru akan, bir doğrunun üzerinde ilerleyen zamanla. Yalnıza zaman, zamanda ilerleyen yaşamımız ve yaşamdan seçip anlatıya döktüğümüz olay kümeleri değil, anlatılarımız da zaman doğrusu üzerinde yürür. Hepsi başlar, sürer ve biter.

Anlatıcılar, her çağın masalcıları, çağlar boyunca anlattıkları olayları çeşitlendirerek farklı öyküler var etmeye çalıştılar. Ama modern zamanlarla birlikte eserin içeriğinin yanı sıra, hatta giderek onun ötesinde, malzemesi, biçemsel tasarrufun ilgisi haline geldi.

Desenden ziyade boya, metinden ziyade sahne, ezgiden ziyade tını derken edebiyatçılar da anlatılarını oluştururken kullandıkları malzemelere göz çevirdiler. Anlatının belki de en içkin malzemesi zaman da böylece oyun alanı olmaktan çıkıp oyuna katıldı.

Arjantinli yazar Tomás Eloy Martínez, 76 yıllık ömrünü tamamlamadan iki yıl önce, 2008 yılında yazdığı son kitabı Araf’ı bir zaman oyunuyla başlatır. Dante’den bu yana yayımlanan birçok Araf’la karışmasın diye, “Sonsuz Öğle Vakti”ni alt başlık olarak koyduk çeviri metne. Bu, roman boyunca sadece birkaç yerde karşımıza çıktığı halde romanın zamanı ve fikri açısından eksen önemde bir kavram çünkü.

Araf, 30 yıl önce Arjantin darbesi tarafından kaybedilen Simón’u, bir gün çalıştığı lokantada 30 yıl önceki haliyle bulan karısı Emilia’nın; Emilia’nın babasının da “şahin” bir kanaat önderi olarak baş suçortaklarından olduğu faşist darbe altında inleyen Arjantin’in; ve tüm bunları bir romana dökecek olan ölmek üzere romancının romanıdır.

Sonsuz öğle vakti imgesi, ilk olarak ikinci bölümün sonunda karşımıza çıkar.

Koltuğunun altında küçük bir karatahtayla bahçede bir ileri bir geri yürüyen bir yazar vardı. . . . Tahtaya bir çember çizmişti, kenarından bir teğet çıkarmıştı. Hastalar güneşlenmek için bahçeye çıktıklarında tahtayı onlara gösterip şöyle diyordu: Şimdi benimle birlikte sonsuz öğle vaktine gelin. Açıkladığına göre çember zamandı, durup dinlenmeden dönüyordu, teğetin dokunma noktası ise hareketsiz olan şimdiki zaman. Biz hareketli olana bakma eğilimindeyiz, ama şimdiki zamana gözümüzü dikerek bir anlığına da olsa duramasaydık, öğle vakti sonsuz olurdu.

Roman, Emilia’nın kocası kaybedildikten sonra takılıp kaldığı bu teğetin, bu sonsuz öğle vaktinin etrafında döner. Ancak yazar hiçbir an, Emilia’yı kendi sanrıları içinde yaşayan bir şizofren olarak tanımlamaz. Emilia’nın öyküsünü dinleyen ve romanını/bu romanı yazan yazar da bunu bir sanrı olarak damgalayıp kenara çekilmez. Fantastikle katı gerçeğin tam sınırında durur roman; birinci bölümün başlığı da bu yüzden Dante’nin Araf’ındandır: “Katı sandığıma göre gölgelerimizi…”

*

Roman kendini sonsuz öğle vaktinin çevresinde örerken kendisi de zaman zaman teğetin dokunma noktasında sabit kalır. Bu teğet durumu, İspanyolca anlatıda geçmiş zamandan (aynı zamanda büyük ölçüde şimdiki zaman da olan) geniş zamana geçişte somutlanır.

Emilia’nın bugünde Simón’la geçirdiği düş mü, sanrı mı, gerçek mi olduğu kesin olarak saptanmayan, ama yalnızca geçmişte yaşanan çeşitli olay ve durumlara referansla, ‘üst-belirlenmiş’ şekilde karşımıza çıkan sahnelerde kullanılan bu zaman kipi, hem şimdi ve burada hem de her zaman olan olayları aynı anda ifade etme kapasitesiyle tam da zamanın çarkına teğet duran bir ‘sonsuz öğle vakti kipi’dir (bu yüzden de bu zaman farklılığını, okurda ortaya çıkaracağı tuhafsama duygusunu göze alarak çeviriye de olduğu gibi yansıtmayı tercih ettik.)

Freud’un rüyaların yaşamın doğrudan yansıması olmadığını, birçok yaşam “kalıntı”sının birleşerek rüyaları ortaya çıkardığını açıklamak için kullandığı “üst-belirlenim” kavramı Araf’ın anlam kapılarından en önemlisi belki de.

Althusser’in Marksist toplum çözümlemesine bir katkı olarak altyapının üstyapıyı belirlemediği, üst-belirlediği tespitiyle birlikte düşünüldüğünde, üst-belirlenim sadece –gerçek hayatın karşıtı olarak– düşlerle ilgili bir şey değil.  Araf’ta geçmiş sadece bugündeki yansımasıyla değil, Emilia’nın Simón’la birlikte yaşadığı, yahut Simón’u düşlediği –yoruma göre değişir– o teğet anları karmaşık bir dolayımla belirlemesiyle de aslında romanın şimdisidir.

Araf’ta Emilia’nın günlük yaşamının, teğet anlarının ve romancının zamanları romanın karmaşık ama bütünlüklü Zaman’ını yaratırken sanat ve edebiyat tarihinin zengin unsurları da Simón ve Emilia’nın yaşantılarından bütün dokuya sızar. Müzikler, mimari eserler, sinema filmleri, anlatılar, hatta eski haritalar bir araya gelip postmodern bir metinlerarasılık oluşturur, fakat ortaya çıkan şey bir yamalı bohça değil, klasik sanatla karşılaştırılabilecek bir bütünselliktir.

*

Bu ülkenin nabzına “zamansız bir Araf’a”, sonsuz bir öğle vaktine hapsedilmiş binlerce yüreğin, binlerce Emilia’nın zayıf vuruşları kan taşıyor. Çünkü bu ülkenin sokaklarına, Arjantin’dekilerin sınıfsal soydaşları, -faşist generale o çok yakışan adla- Yılanbalıkları, oluk oluk kan taşıdı.

Birbirleri ardınca kaybedilen iki oğulun babası Osman Efeoğlu, Eylül ayında, kayıp yakınlarının Cumartesi eyleminde kendisini pek gönülsüz dinleyen dünyaya, içine doğan bir karanlıktan sesleniyordu:

Çok yoruldum çok…. Artık mecalim kalmadı. Oğlum Ayhan ve Ali’nin akıbetine ulaşmak artık sizin göreviniz. Ne yaparsanız siz yaparsınız. Ben görevimi buraya kadar yaptım. Artık konuşacak, içimi dökecek bir şeyim kalmadı. 19 yıldır içimi döke döke sıvası dökülmüş duvara döndüm. Ben yaşayan bir duvar gibiyim.

Sonsuz öğle vakti, içlerini dökemedikleri için sıvası dökülmüş yaşayan duvara dönmenin, daha doğrusu, o duvar olmanın adı.

*

Belki de bütün anlatılar yolculuktur. Çünkü hepsi başlar, sürer ve biter. Ve bittikleri zaman biz artık başka kişiyizdir, yol artık başka yoldur. Araf’ın son cümlesinde dendiği gibi, bizim için genişlemiştir nehir. Hiçbir anlatı, o nehrin teğeti de çemberi de paramparça edeceği günün öyküsü kadar güzel olmayacak. Çünkü o zaman ülke başka ülke, dünya başka dünya olacak. Yolculuk da ancak ondan sonra başlayacak.

Çevirenin Notları: Yazar ve Romana Dair[1]

Arjantinli yazar, gazeteci ve film eleştirmeni Tomás Eloy Martínez, 1934’te doğdu. Tucumán Üniversitesi’nde İspanyol ve Latin Amerika Edebiyatı eğitimi gördükten sonra Paris Üniversitesi’nde mastır yaptı.

Ülkesinde ve Paris’te film eleştirmenliği, yazı işleri müdürlüğü ve muhabirlik gibi işlerde çalıştı. Madrid’de sürgün hayatı yaşayan eski Arjantin Başkanı Juan Domingo Perón’la  yaptığı röportajlar en bilinen iki eseri olan Perón’un Romanı (1985) ve Azize Evita (1995) romanlarına zemin oluşturacaktı.

1970’li yıllarda Arjantin’de darbeye karşı hapishanelerde ve dışarıda gerçekleşen ayaklanmaları gazeteci olarak takip etti. Resmi yalanların maskesini düşürdüğü için işinden atıldı. Sürgüne gitti. Silahlı tehditlerle karşılaştı, faşist çeteler tarafından üç yaşındaki çocuğunun başına silah dayandı.

1980’lerden sonra ABD’de çeşitli üniversitelerde Latin Amerika İncelemeleri programında öğretim üyesi ve çeşitli gazetelerde köşe yazarı olarak çalıştı. Tüm bu süreç boyunca yazdığı eserleri 50 ülkede yayımlandı. 2010 yılı Ocak ayının son gününde Buenos Aires’te hayatını kaybetti. Eserleri arasında yukarıda bahsedilenlerin yanı sıra şunlar vardır: Kutsal (1969), Efendinin Eli (1991), General’in Anıları (1996), Tango Şarkıcısı (2004).

Araf, yazarın 2008 yılında yayımlanan son romanıdır .1976 kışında, Arjantin’de kanlı bir diktatörlük yürüten askerler tarafından alınan Simón Cardoso bir daha asla ortaya çıkmayacaktır. Bundan otuz yıl sonra, karısı Emilia Dupuy, New Jersey’in bir banliyösündeki bir barda onun sesini duyunca donar kalır. Trajik kaybıyla yıkılan dünyası ışığına geri kavuşur.

Bu muammanın yaşandığı andan itibaren, Araf, kaybedilip yeniden bulunan aşkın kaygısıyla rejim tarafından yaratılan uğursuz gerçekdışılığın mahirane bir biçimde yeniden inşasını birbirine bağlar. Tomás Eloy Martínez sürgünde yaşadı; bu dokunaklı ve unutulmaz hikâyeyi de ele geçiremediği hafızasını ararken yazdı.

Gerçeklikle yanılsama arasındaki zayıf çizginin üzerinde ustalıkla ilerleyen roman, türün sınırlarının çok ötesine genişler. Tuhaf olduğu kadar alabildiğine gerçek bir öykünün hizmetine sunulmuş ölçülü bir dil, dünya eleştirmenlerince klasik olarak gösterilen bir yazarın en iyi eserini ortaya çıkarır.

*

Martínez’in (1934-2010) kişisel tarihi Arjantin tarihiyle iç içe geçti. Son kitabı Araf, bu iç içe geçmişliğin bir ürünü olduğu için, aslında her yazar, hatta her yurttaş için söylenebilecek bu genel geçer ifadeye gönül indirdim.

Romanın geçtiği mekânlar olan Tucumán, Buenos Aires, Rawson, Trelew, Caracas, Highland Park, hepsi yazarın hayatında önemli kilometre taşları. Romanın eksenini oluşturan gözaltında kayıp olayının yaşandığı Tucumán, onun doğum yeriydi. Simón’un eski sevgilisini aradığı Rawson ve Trelew, darbe döneminin katliamlarını bir gazeteci olarak dünyayla paylaştığı yerlerdi. Emilia’nın bir tür sürgün hayatı yaşayarak kayıp kocasını aradığı Caracas, yazarın sürgün yeriydi. New Jersey’deki Highland Park, yalnızca romanın kahramanı olan roman yazarı ve Emilia’nın değil, Martínez’in de yaşadığı yerdi.

Postmodernizm bizi kendi yazılma sürecini anlatan romanlara aşina kıldı. Bunların bir kısmında yazarın kendisi de bir kahraman olarak kitaba giriyordu. Paul Auster’dan Orhan Pamuk’a, bunun başarılı örnekleri var. Araf’ın kahramanı olan roman yazarı Martínez midir peki?

Bence, bu tarzdaki diğer kitaplar gibi bunun için de şu cevabı verebiliriz: Hem evet hem hayır.  Nasıl roman kahramanı romancının hayatı ile kahramanların hayatı kurgunun içinde birbirine geçiyorsa, Martínez’in hayatıyla romandaki romancı ve diğer kahramanların hayatları da öyle birbirine geçiyor.  Roman boyunca bir geçit resmi yapan çeşitli sanat ve edebiyat eserleri de bu hayatlara ve bu metne seslerini katarak çağrışımlı bir zenginlik ortaya çıkarıyor.

*

Martínez, ülkesi Arjantin’de ve sürgün olarak gittiği diğer ülkelerde hep bir muhalif olarak yaşadı.  Ülkesindeki faşizme karşı mücadele etti. Onun anti-faşizmi liberal bir damardan besleniyordu. Peronlar ve Peronizmle, biri Türkçe dâhil 32 dile çevrilmiş iki romana da kaynaklık eden ilişkileri, bu romanda da izini bulan bu liberal damarın beslendiği kandı.

Yazar, eklemlendiği geleneğin bir parçası olarak anti-komünisttir. Kitapta geçen dehşetli suçları işleyen faşiste bir paralellik aradığı zaman aklına ilk gelen Sovyet gizli polis şefi Beria’dır. Beria bu görevini İkinci Paylaşım Savaşı sonuna kadar sürdürdükten sonra Stalin’e karşı suikast gerçekleştirdiği iddiasıyla tutuklandı ve kurşuna dizildi. Romanda ise “Stalin’in cellatlarından biri” olarak tanıtılıyor.

Amerikan destekli bir darbenin dehşetini, önemli kısmı ABD’de geçen bir romanla anlatmaya çalışan romancının vahşet örneği aradığında Sovyetler Birliği’ne sarılması, bunu yaparken de eski KGB arşivlerinde bir takım “sırları” araştıran bir tarihçi karakterin “belgeleri”ne yaslanması ilginç bir ironi olsa gerek.

Yazar, darbenin ABD’ye rağmen yapılmış ve sürdürülmüş olduğu yanlış varsayımını roman boyunca aklında tutuyor. ‘Darbeler Dönemi’ olarak adlandırılan ve ülkemiz dâhil birçok yeni sömürgede bir dizi faşist cuntanın vahşi diktatörlüğü altında geçen yılların ABD’nin soğuk savaş yıllarındaki başat dış politikası olduğundan bugün artık çok kimse kuşku duymuyor.

Ama yazarın bu tarihsel çözümlemeyi bilmeye bile ihtiyacı yok aslında. ABD’nin 1976 darbesinden iki ay önce haberdar olması, Darbeler Dönemi’nin baş aktörlerinden ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’ın şansları ne olursa olsun darbecilerin desteklenmesi gerektiğini, bu yüzden de ülkesinin darbecileri rahatsız etmeyeceğini söylemesi,  ABD’nin resmi görüşme tutanaklarında bile okunabilecek ortamalı bilgiler. Kissinger’ın Arjantin generallerine talimatı şudur: “Ne gerekiyorsa hemen yapın.”[2]

Oysa yazarımıza bakılırsa ABD “insan hakları manyağı” büyükelçilere sahiptir, darbe rejimi “Kuzey Amerika imparatorluğunu arkasına almış dünyanın en büyük üçüncü gücüne karşı eşitsiz bir savaşın içinde”dir vb.

Perspektifteki bu tuhaf kaymaya rağmen, Araf bize çok tanıdık gelecek. Sadece kitleleri ve bireyleri çarkları arasında ezen faşist şiddet makinesiyle değil, mesela katil generallerin akıl hocası gazetecileriyle, halka düşmanlıkta sınır tanımayan anlı şanlı aydınlarıyla, yahut melodram kahramanlarına taş çıkartacak kadar kötü, fakat kendi ülkemizin deneyiminden de gördüğümüz üzere, bir o kadar da gerçek ‘kötü adam’larıyla…

Mesele Dergisi’nin 58. Sayısında (Ekim 2011) yayımlandı, yazarı tarafından web’de kolay okumaya yönelik düzenlendi.


[1] Çevirmenin kitap yanmetinleri olarak hazırladığı notlardan ve önsözden derlenmiştir.

[2] 2004 yılında açıklanan bu Ulusal Güvenlik Arşivi belgesi hakkında bkz. http://www.gwu.edu/~nsarchiv/NSAEBB/NSAEBB133/index.htm (Kısa URL: http://goo.gl/UNuji)

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

Yanıtla