Zehra İpşiroğlu ile Gençlere Mektuplar Üzerine bir söyleşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Songül Kaya Karadağ

Geçtiğimiz haftalarda E Yayınları tarafından yayınlanan Gençlere Mektuplar adlı kitap bir kitap değil aslında. Bu Zehra İpşiroğlu´nun gelişme çağındaki tüm insanlara yazdığı yaklaşık 250 sayfalık bir mektup. O mektubunda her nekadar “Sevgili okuyucum“ diye 16-17 yaşındaki gençlere hitap etse de mektubu okuyan herkesin anlatılanlardan kendine de bir pay çıkarması mümkün.

Kitabı bir çırpıda hiç elimden bırakmadan okudum. İçinde olanlar hiç duymadığım, yeni öğrendiğim şeyler değildi aslında. Sözkonusu anlatımlarda sürükleyici, insanı nefes nefese heyecanlandıran, macera tadında olaylar da yok. Kitabı bir çırpıda okutan dürtü bunun bir mektup olması. Yani benimle-okuyucuyla konuşması. Nasıl iyi bir dostunuzdan aldığınız bir mektubun yarısını bugün öbür yarısını ertesi gün okumaya kıyamazsanız, bu da öyle bir şey işte.Şimdi kitapla ilgili Zehra İpşiroğlu ile yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz.

Zehra Hocam kitabın gerek yazılış biçimi, gerek kitaptaki hitap dili gerekse daha ilk bölümde okuyucuların size ulaşabilmesi için verdiğiniz elektronik posta adresi bu metin türünün sıradan herhangi bir kitap olmadığını gösteriyor. Kitabı kısmen de olsa mektuplaşarak yazdınız, bütün mektuplaşmaları lise çağındaki okuyuculara gönderiyorsunuz ve yine sizi tanıyan tanımayan her okurdan mektup beklediğinizi belirtiyorsunuz. Sizin de ara ara belirttiğiniz gibi enteraktif bir yaklaşım sözkonusu. Gençlere Mektuplar´ı yazmak için neden böyle bir yöntemi seçtiniz?

Aslında kitabın yazılış süreci interaktif gelişti. Hem mesleğim gereği gençlerle birlikte yaşamanın getirdiği gözlemlerim ve deneyiminden, hem de doğrudan onların bana yazdıklarından ve anlattıklarından yararlandım. Yani farklı katmanlardan gelen gençlerin yaşadıkları çok somut sorunlardan yola çıktım. Bu nedenle de kitaptaki örnekler bir çok gencin yaşadıklarına ışık tutuyor. Bizim kültürümüzde sorunları görmezden gelme, bastırma, yokmuş sayma ya da yuvarlak ve hoş sözcüklerle geçiştirme geleneği vardır. İşte bu bence en kötüsü, çünkü insanları ikiyüzlülüğe yönlendirdiği gibi sorunların da çözümüne değil de tersine giderek büyümesine yol açıyor. Bunun altında da bir çok genç, özellikle de genç kızlar çok eziliyorlar.

Bu bağlamda kitapta kuşaklararası değerler çatısmasından, medya kültürüne, okuma ve yazma kültüründen modern yaşamla geleneksel yaşam arasındaki çatışmaya, birey olma savaşımından aileye bağımlılığa değin çeşitli sorunların yanı sıra tabular üstünde de duruyorum. Nedir bizim tabularımız ve bizleri nasıl ve ne kadar engelliyor? Tabuların kırılması mümkün mü, nasıl? Tabu konusu gündeme geldiği anda kadın erkek eşitliğini kesinlikle kabul etmeyen, genç kızları da bu nedenle daha küçücük yaşta belli rollere yönlendiren geleneksel değerleri de sorgulamaya başlıyoruz.

Geçenlerde bir çocuk yuvasında çalışan genç bir öğretmen anlatıyordu. Çocuklardan biri gözyaşları içinde kendisini sımsıkı kucaklamış. Öğretmenin tırnaklarına oje sürdüğü için cehennemde yanacağına öylesine üzülmüş ki.Çocuğa ne diyeceğini, onu nasıl teselli edeceğini şaşırmış öğretmen. Bir damla çocuğun yaşadığı karabasını düşebiliyor musunuz? Son yıllarda dinsel değerlerin çocuk hakları, kadın hakları gibi evrensel değerleri kıyasıya yok ederek giderek güçlenmesiyle birlikte çocukların ve gençlerin üstündeki baskılar da doğal olarak arttı. Bu da sorgulanıyor bu kitapta. Köln’den İstanbul’a giderken havalanında gördüğüm en fazla üç yaşındaki siyah çarşaflı küçük kız da gözümün önünden gitmiyor. Bir an duraklayıp cüce olup olmadığını anlamak için dikkatle baktım. Frederico Fellini’nin bir filminde miniminnacık bir rahibe gösterilir, cücedir, zaten çocuk olabileceğini aklınıza bile getirmezsiniz. Ama çarşaflı kız kocaman siyah gözlü kırmızı yanaklı yaşam dolu bir çocuktu. Olduğu yerde zıplayıp hoplayarak, dans ediyordu ve gülüyordu, tıpkı diğer çocuklar gibi.

Ama kitabımda şu iyidir bu kötüdür gibi tepeden bakan bir değerlendirme yapmıyorum. Sadece sorunları gençlerle birlikte alımlamaya ve ardında yatan ideolojileri ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Sorunlarla yüzeysel bir biçimde değil de sorgulayarak ve derine inerek hesaplaşma, onları dile getirme, üstünde tartışma yalnız gençler için değil, hepimiz için önemli. Bir de şu var, geleneksel değerleri eleştirmek kolay, ama onların yerine ne koyacağız?

Çünkü modern dünya ve tüketim toplumunun sundukları da çok iç açıcı değil. İslami hareket de buna tepki olarak çıkıyor zaten. İşte bunun üstünde de önemle duruluyor bu kitapta.. Kısa bir süre önce Avusturya’da göçmenlere yönelik bir programda bu kitap tanıtırken özgürlük kavramı gündeme geldi ve çok tartışıldı. Sadece diskoteğe gitmek, mini etek giymekle özgürlük olmuyor, özgürlük kazanılması gereken bir değer. Belli bir uğraş ve çaba istiyor. Bu da kolay değil elbette. Ama gençlerin çoğu, özellikle de aşırı baskı altında yetişmemiş olanlar özgürlüğün ne olduğunu çok iyi biliyorlar. Göçmenlerle söyleşiden sonra yanıma gelen on dört yaşındaki bir kızın bana bu kadar yaşlı olduğum halde bu kadar genç olmamdan ve gençlerin haklarına böylesine içtenlikle sahip çıkmamdan çok etkilendiğini söylemesi de beni çok duygulandırdı. Şu bir gerçek ki kırk yaşın üstündekilerin çoğu kendi çocukluklarını ve gençliklerini unutup “başkaları ne der“ kalıpları içinde tıkanıp kalıyorlar.

Uzun yıllar üniversitelerde öğretim üyeliği yaptığınız halde kitabınızda bir öğretmen ya da bir teorisyen gibi yaklaşmak istemediğinizi belirtiyorsunuz. Ayrıca kitabın adını seçerken de Amerikalı yazarların kitaplarına benzeyebilir kaygısıyla bazı kelimeleri kullanmaktan kaçındığınızı dile getiriyorsunuz. Bu aslında eğitim alanındaki bir duruşu da göstermiyor mu? Yani gerek insanın kendi gelişimi gerekse toplumsal ilişkilerine yardım açısından alternatif bir eğitim anlayışı diyebilir miyiz?

Yıllar boyu üniversitede öğretim üyeliğini sürdürürken, kendimi ne kuramcı olarak gördüm, ne de öğretmen. Sadece bir araştırmacı ve düşünür- yazar olduğumu söyleyebilirim.

Yani kuramsal bilgiler düşünmeme aracı olduğu sürece beni ilgilendiriyor. Bu nedenle de üniversitelerin bir çok alanlarında sürdürülen yaşamdan kopuk soyut bir bilim anlayışına karşıyım. Öğrenciye belli bilgileri aktaran klasik bir öğretmen olarak da görmüyorum kendimi. Öğretim üyesi- öğrenci ilişkisi birlikte düşünmeye ve üretmeye yani karşılık diyaloğa dayanmalı benim gözümde. Ama bu söylediğim sadece üniversite için geçerli değil. Diyalog daha ilk okulda, dahası yuvada başlıyor.

Bu duruşum ister istemez Gençlere Mektuplar‘da yansıdı. Yani amacım yukardan bakan bir tavırla gençlere bir şeyleri öğretmek değil, tersine onlarla birlikte düşünsel bir yolculuğa çıkmaktı. Bu yolculuğa katılma sabrını ve cesaretini gösterebilecek olan bir çok gence ya da diyelim yüreği genç olanlara da bu kitabın yararlı olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan ben de yazar olarak gençlerden çok şey öğrendim. Onlar olmasaydı, bu kitabı da yazamazdım.

Yaşama sanatını gündeme getiren çok satar Amerikanvari kitaplarda yüzeysel bir biçimde belli kalıplar aktarılıyor, yöntemler gösteriliyor. Sözgelimi pozitif düşünme gibi….

Benim kitabım böyle kolay bir kitap değil. Çünkü hiç bir şey öğretmiyor, sadece okuyucuyu düşünsel bir yolculuğa çıkartıyor. Ama okuyucu okuma süreci içinde hem kendisine hem de çevresine dair çok şey bulacaktır bu kitapta. Yakalayacağı ipuçları belki de onun çıkmazda olduğu bir çok sorunu daha iyi görmesini ve anlayabilmesini sağlayacak, her şeyden önemlisi de kendini keşfetmesine yol açacaktır.

Kitabın içeriği ve kapsamı bence oldukça derin. Sihirli ayna, sihirli gözlük, kayık örneği, roller oyunu, sorun çözerken önerdiğiniz doğaçlama tekniği, kendim ve ben gibi semboller okuyucuda kendi yaşamını sorgulama, eleştiri yeteneğin gelişmesi, bağımsız düşünebilme, kendi gizil gücünü keşfedebilme gibi önemli olguların açıklığa kavuşmasına yol açıyor. Ama bütün bunlardan önce beni etkileyen positif düşüncenin bu derece desteklenmesi ve bunun aslında her insanın doğasında olduğunun defalarca vurgulanması oldu. “Öfkeli tepki vermeden sorunlar daha kolay çözülür.” diyorsunuz. Uzak doğu sporlarından ve dengeli bir dövüşten bahsediyorsunuz. Bu dengeli dövüşmeyi öğrenmenin yolu sadece deneyimden yani yaştan mı geçiyor?

Bazen bir şeylerin üstünde imgelerle düşünmek daha kolay Ben de çocuksu bile gelse, sihirli ayna ve sihirli gözlük imgelerini kullandım. Sihirli ayna ve sihirli gözlük , kendimizi ve çevremizi daha iyi alımlamamızı sağlayan araçlar sadece. Sihirli gözlükle bakmayı değil, görmeyi öğreniyoruz. Olguların özüne inmeyi, sorgulamayı, anlamayı ve tek bir noktaya saplanmadan çözüm üretmeyi. Bu kolay değil, çünkü bizler genellikle polemik yaratarak düşünüyoruz. Sanki hiç bitmeyen bir savaşın içindeyiz. Öyleyse iyi ve kötünün katı çizgilerle birbirinden ayrıldığı, ötekileştirmenin doğal sayıldığı bir dünyada kendimizi nasıl bulacağız?

Sihirli aynada ise kendimizi görüyoruz, sadece şu an ki dış görünüşümüzü değil, geçmişimizi, geleceğimizi, yaşayabileceklerimizi, korkularımızı, hayallerimizi, her şeyi…Yani sihirli ayna bize bizi başkalarının bizi gördüğü gibi değil, olduğumuz gibi gösteriyor, değerlerimizi, gizilgücümüzü gözler önüne seriyor, bize yepyeni bir güç ve enerji veriyor. Sihirli aynaya bakmayı bilen birinin kendine güvenmeyi öğrenmesi, kendi kararlarını kendisinin alması hiç de güç olmayacaktır.

Sihirli gözlük ve ayna ezberimizi bozuyor, kullanmasını başarabilirsek farklı bir duruşu benimseyebiliyoruz yaşamda. Yaptığımız en büyük yanlış aynamıza bakıp kendimizi görmeye çalışacağımıza, hep başkalarının bize tuttuğu aynaya bakmamız ve başkalarının gözüyle çevremizi irdelememiz…

Dikkatinizi çekmiştir mutlaka , bizde toplumun geniş kesimlerinde çocuklarla konuşulurken çocuğa hitap eden kişiye göre “annecim“, “babacım“, “abicim“, “ablacım” denir. Çocuğun kendi adı söylenmez nedense. Çocuğa adını söyleyeceğinize “annecim“ dediğiniz anda, aranızdaki sevgi dolu ve korumacı ilişkiyi vurgulamış oluyorsunuz. Bu güzel bir şey gibi, ama bir de madalyanın öteki yanına bakın. Yetişkinlerin bir birey olarak çocuğun kendisini değil de onunla olan ilişkilerini önplana alarak çocuğu iyice sarmalamaları acaba çocuğun üstünde nasıl bir etki yaratacaktır?

Adı ne bu çocuğun? Kim bu çocuk? Daha bebek yaşta annecim, babacımlarla büyüyen çocuk aynaya baktığı zaman gene kendini hep anneciğimin, babacığımın gözüyle görmeyecek midir?

Gençlerin yaşadıkları sorunları irdelerken sihirli ayna ve gözlük imgeleri yol açıcı oldu. Ben herkesin sihirli bir gözlüğü ve aynası olduğuna inanıyorum, ama insanlar çoğu kez bunun farkına bile varmıyorlar. Ya da çok geç varıyorlar. Aslında erken geç diye bir şey de yok umut yaşadığımız sürece hep var. Geçen ay İstanbul’da yapılan T. Saylan sempozuyumunda Türkan dizisindeki Türkan rolünü sevgili T. Saylan’ın yapıcı duruşunun özünü kavrayarak büyük bir başarıyla oynayan sevimli genç oyuncu Pınar Öğün dikkatimi çekmişti. Tiyatro oyuncusu olmak istediğini ama ailesinin buna şiddetle karşı koyduğunu, o da ailesine karşın bütün olanakları seferber ederek kendi yolunu bulmaya çalıştığını anlatmıştı. Bu çok güç ve sancılı bir süreç. Mücadeleci, kavgacı bir ruhu mu gerektiriyor? Bence hayır, sadece ve sadece şu sihirli aynaya bakmayı bilmeyi, kendine inanmayı ve kararlılığı koşulluyor. Hepsi bu. Bu güç hepimizde var, ama kullanmasını bilmiyoruz.

2009 da işci edebiyatı ödülü alan Özgürlük Yollarında’da da (Çınar Yayın) göçmen kökenli gençleri sorunlarından yola çıkarak benzer sorunları gündeme getiriyorum. Gençlerin kendi yollarını bulmaları, kendilerini arama süreci, karşılaştıkları inanılmaz engeller, çatışmalar anlatılıyor bu kitapta. Öyle olaylar yaşanıyor ki, her şeye rağmen nasıl başarabildiklerine şaşırıp kalıyorsunuz.

Mektuplar‘da Uzakdoğu felsefesinden de etkilendiğim doğru. Anı yaşama, farkındalık, duyumsama ve görme yetilerinin çok gelişmiş olması, kendine güven, iç dinginlik, kendini karşısındakinin yerine koyma, ona öykünme yetisi, polemik yaratmadan bütünü görme, kuşkusuz yaşam boyu edinebileceğimiz bütün bu yetiler hem çevremizi alımlamamızda, hem de ben’lik arayışımızda bize çok yardımcı olabilir. Ama bu da ezberlenecek bir şey değil, deneyerek, yaşayarak öğrenilecek bir şey, yani yaşam karşısında bir duruş.

Bir iki gün önce uzak doğu sporunu içeren yeni bir kitap okudum “Shaolin, kazanmak için savaşman gerekmiyor“. Bu kitapta üç temel nokta üstünde duruluyor. 1.Kendi ayaklarının üstünde durmak, 2.İletişimde güçlenek 3.Kazanmayı öğrenmek. Kendi ayaklarının üstünde durabilmek için an’ı yaşayabilmek, farkındalık, kararlılık ve bir şeye sahip olma hursından arınmak gerekiyor.Güçlenebilmek için içdinginlik, ağırlık (aceleci olmamak), Öykünme kendini karşındakinin yerine koymak), fırsatları değerlendirmek ve esneklik gerekiyor.Kazanabilmek için içhuzurun yarattığı kendine güven duygusu, önyargılardan arınmak ve kendini tanımak gerekiyor. İşte bütün bunlar benim kitabımda da çok somut örneklerle gündeme geliyor.

Yani bu mektupları yazarken çiçeği değil çiçeğin tohumunu vermek istiyorsunuz. Hayatı daha bilinçli yaşayabilmek için bazı yöntemleri tartışıyorsunuz.

Evet bunu çok güzel dile getirdiniz. Hepimiz hazırcılığa yatkınızdır, yemek önümüze konulsun isteriz. Ama önemli olan bizim pişirebilmemiz. Üstelik de hazır yemek reçeteleriyle değil de kendi yaratıcılığımızı da katarak. Yani herkes kendi yolunu kendi koşullarına ve yapısına göre yolunu kendisinin bulması gerekiyor. Ben politik örgütlenmenin ve kendi haklarını aramanın temel koşulunun bireysel bilinçlenme olduğuna inanıyorum. Ne kadar çok bilinçli insan örgütlenmenin içindeyse bir şeyleri elde etme şansı da o kadar artacaktır.

O halde mektuplar ve bu söyleşi için tüm okurlar adına teşekkürler.

Evrensel Kültür Mayıs 2011

Paylaş.

Yanıtla