“Hey Çağdaş İnsan, Yazık Sana!”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Bianet’ten Emel Gülcan’ın Şahika Tekand ile gerçekleştirdiği söyleşiyi yayınlıyoruz.)Studio Oyuncuları, Şahika Tekand’ın 25 yıllık mucizesi. Sponsorlara ihtiyaç duymuyor. Muhalifliği bırakmıyor. Tekand, uzun yıllardır oyunculuk, yönetmenlik, yazarlık ve hocalık yapıyor.

Bugüne kadar 4 binden fazla öğrenci yetiştirmiş. Derslerde öğrencilerini tavanda yürüttüğü konuşuluyor. O, sınırları kabul etmeyenlerden. Bize gönüllü olarak kendimizi sisteme mahkûm edişimizi anlatıyor, bizi silkeliyor.

-İzleyiciler oyunda neyle karşılaşacak?

Prometheus söylencesi üzerine bir çağdaş oyun yazılacaksa, bu ancak Prometheus gibi olmayı göze alamayan insanlar için yazılabilirdi. O nedenle sistemin mahkûmu olmak yerine, gönüllü olarak kendini sisteme mahkûm eden insanların tragedyası bu. Kendilerine bir statü vaat edilen insanların, o statüyü elde edebilmek için bir çeşit eğitim sürecinden geçmeleri ve o statüyü elde edince başlarına gelenler anlatılıyor.

-Antik Yunan metinleriyle uğraşma sebebiniz nedir?

Tragedyalarda bedel ödeme, ölçüyü kaçırma ve acı çekmeyi görürsünüz. Bunların hepsi, birer yeti aslında. Çağdaş insan bedel ödemeyi bilmiyor, ne bedel ödediğini fark etmiyor. Hatta o bedeli ödül zannediyor. Mesela kapısında koruması ve standart konforu olan bir sitede oturduğunda, bunu emeklerinin karşılığında verilmiş bir ödül olarak kabul ediyor. Hâlbuki bu, onun hayatını ortalama ve korkular içinde bir hayata dönüştürüyor.

Acı çekmeye gelince, artık başkasının acısını kendi acımızmış gibi yaşama yetisini kaybettik. Bunu televizyon da yapıyor. Evde güzel güzel kahvenizi içerken haberleri izlediğinizde, “İyi ki benim başıma gelmedi” diyorsunuz.

Tragedyalar 2500 yıl önceden bu güne taşındığında, “Hey çağdaş insan, yazık sana! Yaşanacak çok şey var. Yaşanacak şeylerin arasında acı çekmek de var. Acı çekmek yetenektir” demek için harika araçlar.

“Sahnede olmak var olmak demek”

-İşin mutfağında da varsınız. Sahnede olmak nasıl?

Sahnede olmak gerçekten var olmak demek. Her şeyden arındırılmış bir varlık alanı orası. Hepimiz adrenalin ve endorfin bağımlısıyız. Orada o performans kaygısının üstesinden gelebilmek çok önemli.

Hele çağdaş tiyatroda rolün arkasına gizlenmediğiniz için, kendiniz olarak değerli olduğunuz, aldığınız nefesin bile vazgeçilmez hale geldiği tek yer sahne. O nedenle tiyatro sahnesi çok önemli bir gerçeklik alanı.

-Sinemadan neden vazgeçtiniz?

Sinemanın bir oyuncuya tiyatronun verdiği zevki vermesi mümkün değil. Sinema benim için mesleğimin gereklerinden biriydi. İyi de yaptım. Ama tutku duymadım. Sinema, tiyatroya göre daha medyaya yakın ve yapılması daha kolay geliyor bana. Sinema tiyatro gibi bir gerçeklik alanı değil.

-1988’de Studio, 1990’da da Studio Oyuncuları’nı kurdunuz. Farkı neydi?

Aslında başlangıçta performans sanatı topluluğu olarak kurulduk. Okulu bitirip sinema yaptığım dönemde, performans sanatına merak sardım. O zamanki konvansiyonel tiyatro yönelişlerine mesafeliydim. Çağdaş bir söyleyiş bulmak gerekiyordu. Buna kapıyı açan da performans çalışmaları oldu. Fakat kısa sürede performans sanatının samimiyetinden kuşku duymaya başladık. Çalışmalarımız giderek tiyatro disiplinine evrildi. O nedenle 1990’da yeniden tiyatro yapmaya başladık.

-Performans sanatının samimiyetinden neden kuşkulandınız?

Hiç de iddia edildiği gibi muhalif bir sanat hareketi olmadığını, aksine sisteme entegre bir muhalifçilik oyununa dönüşme tehlikesi barındırdığını tecrübe ettik. O zaman performans sanatının sunduğu kadar gerçek ama tiyatronun disipline ettiği kadar da sanatsal bir yol aramaya başladım. Bunun üzerine performatif sahneleme ve oyunculuk yöntemi ortaya çıktı.

-Sistemin içinde muhalifmiş mi gibi yapıyor?

Hijyenik ve korunaklı ortamlarda muhalifmişsiniz gibi davranıyorsunuz, herkes sizi alkışlıyor, işleriniz en önemli galerilerde yer alıyor. Ama sistemin en çok işlediği yerler oralar. Siz gerçekten muhalif olsanız, sistem size MoMa’da, Tate’de kapıları açacak kadar demokratik mi? Ben çok geri kafalı ve sisteme lüzumsuz paranoyayla yaklaşan biri de olabilirim. Ama ben o sistemin hala insanların canını acıttığını düşünenlerdenim.

-Uyanık bir bakış diyelim.

Çünkü öyle muhalif olmayı kabul ederseniz, popüler olmak kolaylaşıyor. Ben o yolu seçmedim. Sanat insan için yapılır. Hayattan memnun değilim ki sanat yapıyorum.

Hayattan memnun olsam, sanata ihtiyacım olmazdı. O nedenle bu sisteme entegre olmaya çalışmaktansa, ona ayak diremeyi iyi bir varlık yolu olarak görüyorum.

“Yöntemimize ve söylediklerime çok güveniyordum”

-1990’larda kendi tiyatro topluluğunu kurmak, cesur bir hareket değil mi?

Bunu, 1990’larda sinema oyunculuğu yaparken, bir gazeteci arkadaşım söylemişti. “Şu anda şansın varken böyle bir yolu neden seçiyorsun? Kültür sayfalarına sıkışıp kalacaksın” demişti. Kültür sayfalarına sıkışıp kalmak, kültür sayfalarına nasıl bakıldığının da bir göstergesiydi.

-Sonuçta oyunculuk yapıp keyfinize bakabilirdiniz.

Doğrusu haklısınız. İstanbul’un ilk küçük tiyatro mekânıyız. Ben yöntemimize ve söylediklerimize çok güveniyordum. O yöntemin çağdaş hayata cevap vereceğini biliyordum. Studio Oyuncuları’nı kurduğumuz senelerde Kumpanya Tiyatro’su kuruldu, Mahir Günşiray, Tiyatro Oyunevi ile küçük mekânlarda tiyatro yapmaya başladı, Bilsak devam ediyordu. O sırada birkaç küçük topluluk tiyatroyu inatla savunmaya ve yapmaya devam ettik.

-Karşılığını gördünüz mü?

Hepimiz gördük. İşin güzel tarafı hala yapmaya devam ediyoruz. Demek ki bu bir anlayış sorunu. Biz 25 yıldır tiyatro yapıyoruz. Yaptığımız tiyatro yaşlanmadı. Bu iş hayata muhalif olmakla alakalıydı. Sadece biz değil Naz Erayda, Nihal Koldaş, Mahir Günşiray, hepimiz iyi işler becerdik ve ayak diredik. O sırada bizi görmezden gelen konvansiyonel tiyatrolar vardı. İstanbul Tiyatro Festivali’nde öteki tiyatro kapsamında gösterilerimizi yaptığımızda, diğer topluluklar rahatsız olmuştu.

-Studio Oyuncuları 25 yıldır nasıl ayakta duruyor?

İlk seneler sinemadan kazandığım bütün parayı tiyatroya yatırdım. Şimdi bizde tiyatroyu öğrenip oyuncu olan arkadaşlarım da bana destek oluyor. Ben çalışıyorum ve sakınmadan neyim varsa buraya ait.

-Kaç öğrenci yetiştirdiniz?

23 yaşımdan beri eğitimciyim. Dışarıdaki workshoplar’la beraber, kişisel çalıştığım oyuncu adayı sayısı 4 bini geçti.

-Mezunlarla ilişkileriniz nasıl?

4 bininin ismini de yüzünü de hatırlarım. Buradan yetişenlerle bağımız hiç kopmadı. 25 sene önce yetiştirdiğimiz oyunculara bile, oyunda oynaması için telefon açtığımda koşa koşa gelirler. Sanki dün ayrılmışız gibi devam ederiz. Benim için en değerlisi bu.

-Oyunculukta ekol yarattığınızı düşünüyor musunuz?

Estağfurullah. Performatif sahneleme ve oyunculuk yöntemi, yeni bir oyunculuk. Biz bile hala her oyunda yeniden çalışıyoruz. Bu anlamda oyunculuk yöntemi olarak bir yenilik getirdi Ama konservatuarın, üniversitedeki bölümlerin alternatifi değiliz. Belki oradan mezunların da çalışması gereken bir oyunculuk stüdyosuyuz.

Eğer oyuncular böyle bir yolu aklına koyarsa, burada yeni bir oyunculuk öğrenirler. Bu oyunculuğun yeni avantajları var. Normalde bütün konvansiyonel oyunculuk yöntemlerini bir araç olarak kullandığımız için bizden çıkanlar hiç yorulmadan, eteğinin ucuyla dizi oyunculuğu yapabiliyor.

Öğrencilerini tavanda yürüten öğretmen

-Nasıl bir öğretmensiniz?

Herkes benden iyi olsun diye uğraşan bir eğitmenim. Boynuz kulağı geçmeli. İyi ve titiz iş yapmayı severim. Ama başkasının kötü olması, benim iyi olduğumu göstermez. Eğer genç oyuncular sizden iyiyse, kendinize ölme şansı tanımıyorsunuz.

Eve gidip çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Bu, insanı zinde tutan bir şey. Gençlerin gözünüzün önünde başka bir şeye dönüşmeleri tarif edilmesi zor bir zevk. Çünkü sıradan bir genç, elinizde bir sanatçıya evriliyor. Üstelik akıl akıldan üstün. Öğrenciler bana destek veriyor. Bu, müthiş bir geri besleme.

-Hakkınızda öğrencileri tavanda yürütür efsanesi var.

25 yaşındayken, dansçı arkadaşım Mehmet Sander Amerika’dan gelmişti. Tavanda yürütme egzersizi, ilk kez onunla yaptığımız bir egzersizdi. Evet, reel olarak insanları tavanda yürütüyoruz. Bu çalışmayı “Hiç yapmadığın bir şeyi yapmaya cesaret et” fikriyle düşünmek lazım.

Hayatta bir yaşınızdan itibaren yerde yürürsünüz. Buraya girdiğiniz anda, tavanda yürüyerek başlarsınız. Bu egzersizde insanlar yerçekimine karşı bir güç yaratıyor. Bütün oyuncuların birlikte yaptıkları harika bir çalışma bu.

İnsanın yapabileceklerinin sınırlarını, insan gücüyle genişletmeye çalışıyoruz. O yüzden buradan eğitim alanlarla bağımız sürüyor. Çünkü birbirimizin gücüne ve yapabilirliğine tanık olduk.

-Oyunculuk, yazarlık, yönetmenlik, hocalık… Hepsine nasıl yetiştiniz?

Yaşamayı seviyorum ama hayattan hiç memnun değilim. Yaşamayı bu kadar seviyorsam, hayatı değiştirmekle yükümlüyüm. Enerjimin tek kaynağı bu. İleride de hayattan memnun olmama yeteneğimi kaybetmemek istiyorum.

Hayat hatalı ve eksik çünkü. Bir şey zor olduğunda, ben hep “Kolay olacağını kim söyledi?” derim. Niye kolay olsun istiyoruz? Hep kolaylık peşinde koşarsanız sizi manipüle etmeleri kolaylaşır. O zaman da, güdülüyoruz diye ağlamamalıyız.

-Yeni sanat eğitimi nasıl?

Yeni sanat eğitimi en az emekle en çok sonucu elde etmeye yönelik. Hedef odaklı düşünme, davranma gibi laflar ediliyor. Dünyanın en berbat şeyi bu hâlbuki. Hedef odaklı davranırsan, süreci kaçırırsın. Oysa hedefe varacak süreci yaratmak üzere davranmak gerekiyor.

Burada, o üst üste konan süreçleri yaratmayı öğreniyoruz. İnsanlara bir başı, iki bacağı, iki kolu olan herkes oyunculuk yapabilirmiş gibi geliyor. Ama gerçekte en az pozitif bilimlerdeki eğitim kadar ağır bir eğitim gerektiriyor.

-Oyuncu adaylarına tavsiyeleriniz neler?

Hayat onların gözyaşları, aşk acıları, karın ağrıları, harika portreleri ve etkileyici bakışlarıyla idare edebilir. Tiyatro ve sanat bununla asla yetinmez.

En hızlı yoldan, en çabuk sonuç için uğraşmak yerine, oyunculuğun hiçbir zaman tam anlamıyla cevap vermeyecek bir sevgili olduğunu kabul etsinler. Ömür boyu bu aşkın peşinden koşmayı göze alamıyorlarsa, başlamasınlar.

-Merkezin dışında durduğunuz için mi oyunlarınız az sahneleniyor?

Merkezde olan, muhalif karakterini yitirmiştir. Muhalif yanımızı korumaya devam ediyoruz. Seyirciyle aramızdaki ilişki böyle değil. Seyircimiz her zaman çoktu, yaptığım oyunlar da her zaman anlaşıldı.

Çünkü tiyatro önce eğlendirmeli. Eğlendirirken, farkında olmadan çağdaş olanın hazmedilmesini sağlamalı.

Her yaptığımız oyun, bir sene ağır çalışma gerektiriyor. İki ayda prova yapıp, hiç oyun çıkarmadık. Türkiye’nin imkânlarıyla alakalı olarak, büyük oyunlarımız yurtdışında daha fazla oynadı.

Bu tiyatro, yurtdışında daha popüler. Bunun aksine de bundan sonra uğraşmayız. Çünkü biz seyirci olarak karşılığını alıyoruz ama ticari başarı peşinde koşmuyoruz.

-Studio Oyuncuları’nın seyircisi kim?

Herkes. Gergedanlaşma oyunu oynanırken, kömürcüler kömür getirdiler. Oyun sırasında, gürültü olmasın diye işçileri oyuna aldık. Gergedanlaşma performatif sahneleme ve oyunculuk yönteminin ilk köşe taşıydı.

O gün iki Norveçli profesör ve yurtdışından seyircilerimiz de oyunu izliyordu. Kömür işçileriyle, yabancıların ve entelektüel grubun reaksiyon yerleri bile aynıydı. Önemli olan bu. Seyir eylemini herkes için eşit hale getirmek gerekir.

-Tiyatrodaki mevcut hareketliliği nasıl buluyorsunuz?

Çok canlı ve iyi. İşlerin hepsi mükemmel değil ama olmaları iyi. Özellikle küçük mekânlarda tiyatro yapan insanların bunu göze alabilmeleri çok hoş. Zaman tabii ki iyi ve kötü işleri eleyecek. Ama şehrin her yerinden tiyatro fışkırması, 1980’lerden beri tiyatronun önünün açıldığını gösteriyor.

“1980’ler sirk gösterisi izlemek gibiydi”

-1980’lerde durum nasıldı?

1980’lerde sosyal hayatı seyretmek, sirk gösterisi izlemek gibiydi. Çünkü askeri darbe oldu, insanların başına gelmeyen kalmadı. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı. O rüzgârlarda, insanlar birden bire başka bir sosyal hayat olabileceğini keşfettiler.

Ama bunu ‘görmemişin sosyal hayatı olmuş’ durumunda yaşadılar. Dolce vita hayallerine kapıldılar. Bir gün hepsinin güvenlik kartları iptal oldu. İlk krizde kendilerini kapıda buluverdiler. Sonra akıllanmadılar, ikinci ve üçüncü krizler geldi. Şimdilerde bir şeyler değişmeye başladı.

-Neler değişiyor?

Bu sefer muhalif rüzgârlar esiyor. Ama o muhalif rüzgâr gelene kadar, insanların elinden ilkeler, gelecek ümitleri, geleceği değiştirme cesaretleri alındı. Artık başkaldırılar uzayda yitip giden seslere dönüştü. Şimdi hepimizin kaybolan ilkeler üzerinde yeniden düşünmeye çalışması gerekiyor.

-Hangi ilkeler kayboldu?

Başarı odaklı değil, insan odaklı bir hayatı önemsemek lazım. Bu dünyanın muhalifleri, ham hayal peşinde koşmadı. 1980 öncesinde özlenilen şeylerde hata yoktu. Bir şeyin yanlış uygulanması, o şeyin ilkelerinin yanlış olduğunu göstermez.

Stalin’in berbat hale getirmesi Sovyetler’in yanlış olduğu anlamına gelmez. Bütün dünya şu anda bunu konuşuyor. Yeniden oturup düşünmek ve çağdaş hayatın ihtiyaçlarına cevap aramak gerekiyor. Tabii ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Çünkü hayat, üretim biçimi, gerçekliğin ve paranın niteliği değişti. Biz artık elimizde olmayan paralarla zengin olan insanlarız.

-Umutlu musunuz?

Değilim. İleride tünelin sonunda bir ışık var. Ama bu ışık gelen trenin ışığı mı, yoksa tünelin sonu mu, zaman gösterecek. Ne kadar hızlı unutuyoruz. Oyunun adı da bu yüzden 10 Adımda Unutmak. Unutmamayı öğrenelim ne olur. Ne zaman ki Wall Street ayaklanması “Ondaki bende de olsun”dan çıkar, o zaman tünelin ucundaki ışıktan bahsedebiliriz.

Eskiden zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayan proletarya vardı, şimdi bir işsizler ordusu var. Sınıf kompozisyonundaki değişiklik, her şeyi yeniden değiştirmeyi gerektiriyor.

-Ülkenin mevcut hali hakkında neler düşünüyorsunuz? Akademisyenler, avukatlar, yazarlar, gazeteciler tutuklanıyor…

Olan biteni sakince izlemek gerekiyor. Bir yanda söyledikleriniz var ama diğer yanda inanılmaz gelişmeler oluyor. Bir yerde kafatasları bulunduğunda, failleri hakkında en azından konuşuluyor.

Bununla tabii ki yetinmeyelim. Ama bugün tarafların bu kadar keskin ayrışmasından rahatsızım. Olumlu bir adımı desteklediğinizde, iktidar yanlısı oluyorsunuz. İktidara karşı çıktığınızda da Kemalist, ulusalcı haline geliyorsunuz. 1980’leri yaşamış insanlar olarak, o dönemin hesabının sorulmasını 30 senedir bekliyoruz.

Biz hesap sorulsun diye beklerken, başka yere evrilmiş bir şeylerle karşı karşıyayız. Bu ülkede insanların hayatlarıyla oynandı. Birileri bunun hesabını vermek zorunda. Bu, günlük politika içinde yoğrulup gitmemeli.

Eskiden de iki tarafın birbirine takım tutar gibi karşı çıktığı dönemleri yaşadık. Bugün tuzağa düşüyormuşuz gibi hissediyorum. Aralarında nüanslar bulunan hareketler bir araya gelebilse, demokratik haklarını elde edebilecekken özellikle bölündüler. Biz bu filmi gördük. O yüzden uyanık olmamız lazım.

Bianet

Paylaş.

Yanıtla