Aşkın Sıradanlığı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Devlet Tiyatrosu’nda Aşkın Sıradanlığı’nı izleyin, ve izlerken hayatınızda neleri ‘sıradanlaştırdığınızı’ düşünmek için kendinize zaman tanıyın.

Aşkın Sıradanlığı / Savyon Liebrect

Almanya’nın en büyük şehri ve merkezi, nam-ı diğer açıkhava müzesi, Berlin’de sırtınızı Ihlamurlar Altında ( Unter den Linden ) caddesine verip Brandenburg kapısından çıktınız mı, sol tarafa doğru yürüdüğünüzde, II. Dünya Savaşı’nda ölen Yahudiler için inşaa edilmiş, bir alan var. Altında da ücretsiz bir müze. Oldukça insana dair bir müze, kamplarda yazılmış mektuplar, birçoğu isimsiz olarak yadedilen, acı çekmiş insanlara dair ve öte yandan insanın, en insanlıktan çıkmış halini hatırlatan..İşte tam da bu noktadan etrafınıza baktığınızda, kişilik sahibi cadde tabelarının sahiden de nasıl “kişilik” bulduğunu göreceksiniz, çünkü Hannah Arendt Caddesi’ndesiniz. Bu konumlandırma bile aslında birçok şeyi anlatmaya yetiyor da artıyor, o döneme ve sonrasına dair. Arendt, ünlü bir “filozof” olmak için kitaplarına ve profesörüne adamışken hayatını, ünlü bir “siyaset bilimci” olduğunun her fırsatta altını çizmiş ünlü bir kişilik. Bir tarihi figür aynı zamanda. Tam da bu sebeple, bu tarihe bir buçuk saatliğine de olsa tanık etme fırsatını sunuyor, Devlet Tiyatroları bu sezon, “Aşkın Sıradanlığı” oyunuyla.

Polonya kıyımından kaçan Yahudi bir annenin kızı olan Savyon Liebrecht tarafından kaleme alınan oyun, ülkemizde Özgür Yalım tarafından sahneye konmuş. 1920’lerin ortalarından, 1970’lere uzanan hikâye örgüsünde, alışılagelmişin dışında bir Devlet Tiyatrosu sahnesiyle ve dekoruyla, Hannah Arendt’in hayatının son yıllarına tanıklık ederken, genç Arendt ve 1930’ların Nazi Partisi üyesi, ünlü felsefe profesörü Heidegger’in tanışmaları ve sonrası da anılarla can’lanıyor. Oyun bu haşmetli isimleri içeriyor diye gözünüzü korkutmasın, çok derin bir felsefe, siyaset kuramı bilgisi sahibi olmayı zorunlu kılmıyor. Aralara serpiştirilmiş, bir kaç ifade, adeta özet bilgi geçiyor. Bu bağlamda, oldukça naif işlenmiş bir hikaye. Ancak başta da belirttiğim gibi, bir buçuk saate sığdırılmış bir tarih kesiti için, yeterli bilgiyi de sağlıyor. Ötesi sizin keşfinize kalıyor.

Arendt’in ‘hiç bir toplumu, grubu çok sevmemesi’ olaylara ‘insan’ gözünden bakmasını kolaylaştırıyor olsa gerek, totaliterizm’i Nazi ve Stalin karşılaştırmasıyla sunabilirken, Eichmann Davası’nda kendi ırkının da oldukça tepkisini çekebiliyor. İsrail’den çok Almanya’yı memleketi olarak görebilen ama bir o kadar da Amerika’nın özgür ruhuna alışan bir karakter Arendt. Heidegger’e olan aşkı başta en yakın dostu Rafael tarafından onaylanmazken, sonrasında halklara mal olan ve büyük tepki çeken bir hal alıyor. Arendt ise “varlık”ını ve “zamanını” sadece Heidegger’e adayabilecek kadar tutkulu, Heidegger ise “tarzının dışına” çıkmayacak kadar kibirli. Heidegger, ‘büyük ideal’leri uğruna, halka faydacılık kaygısıyla, aşığına rağmen Hitler flamaları altında demeçler verebiliyor, Yahudi profesörleri, yönetimi döneminde üniversiteden “onların iyiliği için” uzaklaştırabiliyor. “Seçilene kadar, seçildikten sonra o kadar ileri gidemez” dediği Hitler olan inancı ise Arendt’ e olan aşkından daha baskın bir unsur. Arendt ise gözlerden uzak, hatta çok uzakta o dönemde. Toplama kamplarından birinde.

Arendt, Eichmann davasında gözlemci olarak bulunmasının ardından, 1963’te kaleme aldığı eseri “Kötülüğün Sıradanlığı”nda, aslında kendi kaderine dair bir kesit sunduğunu belki de fark etmiyor. Sıradanlaşan, normalleşen kötülük değil aslında, tüm bu kötülüğün normal davranması ve birçok insanın, kayıtsız şartsız ve düşünmeden bunu takip ediyor olması. Arendt, ‘aşkının sıradanlığı’ ise aşkın bir başka tanımının, ‘acı çekme ve kendini karşısındakinde eritme’sinin normalleşmesini yaşıyor adeta. Sorgusuz, sualsiz tüm karşı tezlere rağmen, pratikte gözlemlenebilecek tüm “yanlışlara” rağmen, ‘sıradanlaştırıyor’ ve hayatının son dönemlerinde bile kendi yarattığı bu ‘aşk’a karşı durmuyor.

Duayenlerden, Nisa Yıldırım, Arendt’in duruşunu ve ‘bağımlılığını’ yaşatıyor sahnede, oyuncu arkadaşı genç Arendt rolündeki, Deniz Elmas ise gençliğin tüm saflığını ve ‘direncini’ sergiliyor. Heidegger, Saydam Yeniay’ın oyunculuğula hayat bulurken, Efe Tuncer, baba ve oğul Rafael rolünde adeta parlıyor ve izleyiciyi fethediyor. Sorgulamadığınız ve ‘dünyanızda’ yaşanılan aşk içerdiği tehlikelere rağmen nasıl sıradanlaştırılıp, acılar nasıl normalleştirilebiliyorsa, sorgulamaksızın ve kendi ‘inandığınız dünyanızda’ şekillendirdiğiniz ‘liderler’ de öylesi tehlikeli bir sıradanlık yaratabiliyor. Sonrasında sadece siz ideallerinizden, inandıklarınızdan olmakla kalmıyorsunuz, halkların yokoluşu, ‘kırım’larıyla tarih, ‘kırmızı’ kalemlerle yazılabiliyor. Ve üstelik sonrasında, “halk çocuğu” imajındaki o “liderler ” tarzları olmadığı için yaşananların sorumluluğunu dahi kabul etmiyorlar.

Devlet Tiyatrosu’nda Aşkın Sıradanlığı’nı izleyin, ve izlerken hayatınızda neleri ‘sıradanlaştırdığınızı’ düşünmek için kendinize zaman tanıyın. Hatta sorgulayın; sorgusuz sualsiz itaatkar tavrın bir insanı, bir milleti, bir ülkeyi nerelere getirebileceğini ve “tarih”i bu kez kendi ellerinizle yazabileceğiniz gerçeğini.

İyi Seyirler !

Ceren Öner

Sabah İnternet

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.