Şimdi Ölme Vaktidir

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Nedim Saban

Tarık Akan, Nürnberg Film Festivali’nde onur ödülü almış ve  törende yaptığı konuşmada, “Türkiye’de sanatçı olmak çok zor. Ancak ölünce rahatız” demiş.

Toplumumuz ne yazık ki, iyi sanatçılarımızın değerini ancak öldükleri, hastalandıkları, evsiz-barksız kaldıkları zaman anlıyor. Basın için de cenazelerin ayrı bir yeri var. Sanatçı cenazelerinin gideni-geleni bol oluyor, bol bol röportaj konusu çıkıyor. Onlar için düşkün bir sanatçıyı, “neydi ne oldu?” diye teşhir etmenin farklı bir nostaljik boyutu var tabii…

Tarık Akan’ın sözleri, tabii ki politik bağlamda ele alınmalı. Memleketini ve insanını seven duyarlı aydınlar son nefeslerine kadar mücadele ediyor. Bu mücadeleyi verirken dışlanıyorlar, hele hele son dönemlerde neredeyse McCarthy dönemini andıran bir ötekileştirme, dışlama, nefret söylemi var. Oyuncular, oynadıkları rollere göre sınıflandırıldıkları gibi, politik duruşlarına göre de ayrımcılığa uğruyor. Hükümet karşıtı bir sanatçının ekranlarda boy göstermesi artık neredeyse imkânsız hale geldi. Özel televizyon yöneticilerinin bu içtepisel tutumlarında, sadece günlük politikanın değil, kapitalizmin acımasız kuralları işliyor. Şöyle bir düz mantık söz konusu: Halkın yüzde 50’sinin sevdiği bir partiye karşı olan birisini, halkın yüzde 50’si sevmez, bu kişi zaten rating alamaz!

Oysa; oyun kahramanları, film kahramanları da tıpkı masal, öykü kahramanları gibi değil midir? Oynadıkları rolleri üzerlerine yapıştırıp hele hele buna politik bir alt metin yazarsak, onları zaten öldürmüş olmaz mıyız?

Ya ölüme terk ettiklerimiz? Bu yazı Ahmet Şık ve Nedim Şener’in içeriye tıkıldıklarının birinci yılında yazılıyor. Balbay’ların sadece kalemleri kırılmadı, hücrede tecrit edildiler. Haberal, tüm dünyayı aydınlatabilecek bir biliminsanı, ama onun da yüreği karartıldı.

İçlerinde Tarık Akan’ın da bulunduğu bir sanatçı girişimi, geçen gün Ses Tiyatrosu’nu tıklım tıklım doldurdu. Benim de imzalamaktan onur duyduğum bir bildiriyle, “kaygılıyız” dediler…

İşin acı yanı, ülkemizde ilericiler, ne zaman harekete geçse, daha çok ‘döneklerden’ oluşan bir demokrat grubun (!) saldırısıyla karşılaşıp, darbelere alkış tutmakla suçlanıyor. Sanki postalların altında ezilenler onlar değilmiş gibi; 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün cezaevlerinde çürüyenler, işkence görenler, yurtdışına kaçmak zorunda kalanlar şimdi de ‘darbe yandaşlığı’ ile sınıflandırılıyor. Suçlayanların çoğu ise

Evren’in sopasını, askerin dayağını, polisin copunu sadece filmlerde izlemiş…

12 Eylül’den ağır biçimde nasibini almış Tarık Akan gibi ilkeli bir aydın, kuşkusuz ölene kadar savaşacaktır… Savaşmadan ölmeyecek, dolayısıyla ölmeden rahata kavuşmayacaktır.
Ben çeşitli nedenlerle savaşamayanların da, yaşananlar karşısında utanç duymaları ve gerekirse ölmeyi göze almalarını  öneriyorum.

Toplumun çöküşünü durduramayıp, boyun eğmek, göz yummak, meseleye sessiz kalmak, ölmekten daha kötü çünkü! Tarih, belki ev kadını Ayşe Hanım’ın, emlakçı Mehmet Bey’in duyarsızlığını değil, ama toplumunun önde giden aydınlarını sorgulamaz mı? Aydın, sadece kendisinden değil, çevresinden de sorumluluk duyan insan değil midir?

Emile Ajar, ‘mutluluğun doruğundayken’ ölmekten söz ediyor. İnsan, “mutluluğu yakaladığı zaman ölmelidir” diyor. Ben, başkalarını mutlu edemeyenlerin de tarihsel bir sorumlulukla, ölümü göze almaları gerektiğine inanıyorum. Mutluluğun doruğunda değil, mutsuzluğun dibinde ölebilmek bir erdem olabilir bazen!

Pozantı Cezaevi’nde TMK Mağduru çocuklar, adli suçluların önüne yem olarak atılıyor, cezaevi yetkililerinin tacizine uğruyorsa, bu çocukların yüzümüze tükürmesini er geç kabullenmeliyiz. Bunu kabul edemeyeceksek de, onlardan önce ölebilmeliyiz.

Geçenlerde bir arkadaşımın ‘baba’ olduğunu müjdeleyen mesajına, “bu dünyaya çocuk getirmek mi?” diye yanıt vermişim.

İyi ki bir çocuğum yok. Çünkü olsaydı, ona üniversitelerdeki haksızlıklara baş kaldırmasını, doğru bulmadığı şeylerle mücadele etmesini salık verirdim..

İyi ki çocuğum yok, çünkü ben onu savaşmaya yüreklendirirken, belki o da şu anda binlerce çocuk gibi cezaevine düşmüş olurdu.

İyi ki bir çocuğum yok, çünkü cezaevinden çıktığı gün, tacize uğramış, psikolojik işkence görmüş bir çocuğun bu şiddete taş atarak bile karşı çıkmasının yeterli olmayacağını bilir, bunu nasıl dillendireceğime karar veremezdim.

İyi ki bir çocuğum yok, olsaydı belki de sadece onu sahiplenir, bu coğrafyadaki diğer mutsuz çocukları göremezdim.

Şimdi, doğmak değil, ölmek zamanı!

Tarık Akan’ın söylediği gibi, sadece öldüğümüz zaman rahat edeceğimizden değil, yaşayarak rahat edemeyeceğimiz için!

Birgün

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nedim Saban

Yanıtla