Gerçek Vapur Hikayeleri ve Şark Dişçisi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ayşegül A.

Yorucu bir haftasonu oldu. İki günlük insan hakları eğitimi… İşkence ve kötü muamelenin raporlanması… Ulusal ve ulusalüstü hak arama yolları… Kurulmuş ve kurulması hedeflenen kurumlar… Biri birine eziyet ettiğinde, hele de bu kamu görevlisi olduğunda, veya kamu görevlilerinin bilgisi dahilinde olduğunda… Hekimler, hukukçular, sosyal çalışmacılar, sivil toplum kuruluşları ne yapmalı?

Aynı zamanı verdiğim başka işlere göre çok daha fazla yorulduğum kesin. Neyse ki vakitlice dönebildim. Haftasonunun sonu geldi ama henüz gece bitmedi. Dinlenmeye de, günün muhasebesini yapmaya da yeter.

Zihnim karman çorman. Toplantı bittiğinde her şey yerli yerindeydi oysa. Yoksa tiyatroya gitmesemiydim? Geçen ay bilet almış, gidemediğim için üzülmüştüm. Bu kez biletim yoktu. İdare müdürünün diğer misafirlerinin arasına katılmış ve kenarda bir sandalye kapabilmişken niye düşünüyordum ki bunları ben. İstemiştim işte. Oyun hakkında güzel şeyler okumuş, istemiştim. Hatta kitabını[1] bile almış, oyunu seyretmeden önce okumak istememiştim. Kendi heyecanlarını dizginleyemeyip, sizden önce izledikleri filmin sonunu anlatmaktan alıkoyamadığınız münasebetsiz arkadaşlar gibi olmak istememiştim kendime karşı.

Üstelik, yeni yapılan binanın buz gibi mermer çevre düzenine rağmen istemiştim. Niye sorguluyordum ki?

Neden vapur öyküsü dedim? Vapur sabahta kalmışken… Vapurdan izlediğim martılar, onların çığlıkları olmasa, bugün başka türlü bir gün olurdu da ondan. Yaşadıklarımı anlatma gücünü bulamazdım da ondan.

Martıların çığlıkları gülümsetmişti beni. Fakat; kafamdaki, kulaklarımdaki çığlık onlarınkinden daha fazlaydı. Emindim bundan. Yüzümdeki gülümsemede de onlara yanıt olandan daha fazlası vardı. Araya, bir çocuk çığlığı karışmıştı. Bütün camları kıran, belki koca denizi bile fırtınaya boğabilecek bir çığlık.

Bu kez benim de simidim vardı martılara verecek. Azdı ama, olsun. Çığlığı dinleyebilmeme, kaynağını aramama yetecek kadar vardı.

“Ellerim de kurumuş” dedim simitleri minik minik koparırken. Vapura yetişmek için koştururken onu düşünecek vakit mi vardı sanki. Kahvaltı bile edememiştim.

Belleğim hep oyunlar oynar bana. İsimler, olaylar birbirine karışır, bir duyguya eklemlenir. Bu kez de öyleydi. Bir filmden çıkıp gelmiş olmalıydı kafamdaki çığlık. Amarcord mu? Ya da… Belki de Teneke Trampet… Niye iki filmin duygusu aynı bende?

Buldum! Çığlık, Oscar’ın çığlığı[2]! Teneke Trampetten[3]! Nazi Almanyası… Oscar’ın sesi, bütün öfkesi, bütün haykırmak istedikleri…

Nerden gelmişti yıllar sonra. Otuz yıl kadar önce, hekimliğimin ilk yılında, mecburi hizmet nedeniyle tayin olduğum Bilecik’ten kalkıp Eskişehir’e gitmiştim bu filmi seyretmek için. Olay örgüsünden artakalan bir şey yoktu. Sadece Oscar vardı. Haksızlıklara, çaresizliklere tepkisi, çığlığı vardı… Duygusu vardı…

Çığlığı bana yeniden getiren yolu bulmaya gelmişti şimdi de sıra.

Bir boğaz geçişi yetti bu duygunun da nereden geldiğini bulmaya. Bugünlerde zorluklarını, haksızlık öykülerini sıkça dinlediğim sevgili dostumdu bana bunu hissettiren. Tepkileri, çığlığın bir öncesiydi sanki. Her zaman yükselmeye hazır olan. Tamam, şimdi camlar kırılacak diye şaşkınlıkla beklemenizi gerektiren…

Birbirimizi dinleyebildiğimizde, dokunabildiğimizde, zaman ayırdığımızda, gönül yatırdığımızda hep araya girmez mi, gülüşlerin arasına katılmaz mı ki çığlıklar. Bütün dostluklar gibi… Burada da öyleydi… Bir farkla ki, Oscar’ın enerjisiyle geliyordu çığlık… Durun, başka bir şey yapın, başka bir şey yapmak için durun diyen, herkesi hedef alan sesiyle…

Müdür Bey bekleyin demişti. Misafirlerimden yer kalırsa size de bir sandalye buluruz. Bekliyordum. Günün yorgunluğuyla, paltomla, defterim, kitabımla… Üç kişilik koltuğa biraz fazla yayılmışım ki; seksen beş yaşlarında, zayıf, halsiz görünen ve “ben de oturabilir miyim” diyerek yanıbaşıma neredeyse yığılan kadını son anda fark ettim.

Toparlandım. Hatta

utancımdan belki de biraz fazla toparlandım. İyi mi diye baktım usulca. İyiydi. Oturmak iyi gelmişti.

Şıktı. Zarifti. Altmışlı yılların genç kızları gibiydi. Şapkası güzeldi. Hepsi kahverengili, başka başka desenlerde üç dört kumaştan yapılmıştı. Balıksırtı olanı, üniversite yıllarımda en çok giydiğim eteğimin desenindeydi. Kendim dikmiş, severek giymiştim.

Mantosunun yakası, kolları kürklüydü. Özenmişti giyimine. Kıyafetine uyan sırt çantası torununun hediyesi miydi acaba? Çocukların, yaşlıların çantalarını hep merak ederim. Neler var içinde diye…

Nefeslenmişti. Çantasını açtı. İçinden bir el kremi çıkardı. Önce sol, sonra sağ elini… Ellerine de özenmişti… Çok güzeldi elleri… İnce, narin…

Bir gün iç hastalıkları uygulama dersinde, göğüs muayenesi yapmayı öğrenirken fark etmiştim. Belki de o eteğim vardı üzerimde. Önce öyküsünü dinliyorduk can kulağıyla… Sonra… Kırk kırkbir, kırk kırkbir… Hasta bunu söylerken, avucumuzu sırtına dayayıp bir de elimizle dinlemeyi öğreniyorduk hastaları.

O zamanlar ben de zayıftım. Fakat ne kadar genişti ellerim. Şimdi fark ettiğim de böyle bir şeydi. Herşey koşturmaca içindeydi hayatımda. Hiç onun kadar özenle kremlememiştim ellerimi. İkisini birden, bir çırpıda yapardım bu işi. Çantamda el kremi taşımamıştm hiç.

Kendimi kollamamışım, zaman ayırmamışım, kendime hoyrat davranmışım gibi geldi. Benim de kremim varmış gibi ovuşturdum ellerimi. Yavaşça, tek tek…

Oyun saatine az kalmıştı. Kalktım, yüzünü karşıdan da görmek istedim. Gülümsüyordu… Geçmişi yadeder gibiydi o da…

Herkes numaralı yerini ararken, ben kenardaki katlanır sandalyelere yöneldim. Hiç fena değildi görüş açısı. Orkestra ve sahne önceden bilet alıp gelsem bu kadar yakın olamayabilirdi. Haldun Taner sahnesinde de böyle oluyordu. Önceden zaman ayıramıyor, son anda yetişebilirsem hep benzer yerlerden izliyordum oyunları. Oyundan önceki son bir saatte satışa çıkarılan; belli ki, misafirlerden arta kalmış biletler… Tiyatroyla yegâne bağımdı onlar benim.

Yolu kapamamak için seyirdaşlarımı izlerek ayakta bekledim bir süre. Buna alışıktım alışık olmasına da; her seferinde, sınıfta cezalıymışım, kapı arkasında ayakta dilkiliyormuşum duygusunu önleyemiyordum bir türlü. Neyse ki, sabahki çığlık, sevimli dostuma gülümsemem duruyordu yüzümde. Bir de kendime gülümsedim bunun üstüne.

Kadın, erkek, şık, neşeli, özenli, mutlu görünen insanlar… Evinde, işinde, sokakta… İnsanımız keşke hep böyle olsa diye düşündüm. Pazar günleri çıkıp ailecek tiyatroya gelebilseler… Öncesinde ya da çıkışta bir yerde yemek yeseler… Oyunu, çağrıştırdıklarını konuşsalar…

Hagop Baronyan neredeyse yüz elli yıl önce yazmış. Şarkılı komedya. Yazar da kahramanlar da Ermeni. Oyuncular Ermeni diyalekti ile konuşuyor. Bunun gerçeğe ne kadar yakın olduğu çok da önemli değil aslında.

Tiyatro binaları yanmış olan bir gezici kumpanya.

Oyun coşkulu başladı. Anlatıcı, orkestra, kostümler her şey çok güzeldi. İki perde olduğu söylendi. Kitapta yazarın, “görücü usulü evlilikleri ve evlilikte sadakat konusunu genellikle neşeli bir üslupta ele aldığı ilk komedisi” diye tanıtılıyor. Dişçi, kendisinden oldukça büyük ve zengin karısı, kızı, ailece uygun görülen nişanlısı, kızının sevgilisi, başka kadınlarla da ilişkileri olan dişçinin sevgilisi, dişçinin sevgilisinin kendisinden büyük kocası, iki uşak ve birkaç figüran… Dişçinin karısının, sevgilisinin kocasının gençlik aşkı olduğunu da unutmamak gerek tabii.

Sıradan bir tiyatro izleyicisi olarak; oyuncular, oyunculuklar konusunda söylenecek ya da söyleyebileceğim hiçbir kusur bulmam mümkün değildi oyun boyunca. Yalnız, komedinin dozu şamataya dönüşmüştü sanki. Oyunculuklardan değil, onlardan istenenlerden gelen, hedeflenen bir bir şamataydı sanki. Sözlerini her zaman anlayamasam da, şarkıların da katkısı vardı şamataya.

Neşesine, sık sık oyunun önüne geçen alkışlara karşın oyun çok yavaş ilerliyormuş gibi geldi bana. O güzelim anlatıcı araya fazlaca giriyor; sözler uzuyor, yineleniyor gibiydi. Konunun işlenişi bir garip geldi . Acaba aslı da böyle midir dedirten. Kimyasında bozuk bir şey var gibiydi. Seyreltilen; gülünsün, alkışlansın, görsel bir şölen olsun diye seyreltilen bir şey.

Görsel bir şölendi gerçekten. Son yıllarda; küçücük mekanlara, dar zamanlara sıkıştırılmış Devlet Opera ve Balesi’ni aratmayacak bir görsellik… Gurur duymadan edemeyeceğiniz oyunculuklar… Bunların hakkını veren alkışlar…

Alkışlar… Sözlerin arasına biraz fazla giriyormuş gibi; sanki her şeye gülmeye, alkışlamaya hazır bir seyirci varmış hissini veren alkışlar… Marta, “Ben bunları kadınlar alkışlasın diye söylemedim.” dediğinde şaşırmama yol açan alkışlar… Oyunun aslında da olup olmadığını merak ettim bu cümlenin. Öngörülü yazar “ben bunu yaşlı kadınlar alkışlasın diye söylemedim” dedirtmiş meğer Marta’ya.

Bir şeyler tersti. Sadece bana mı öyle geliyordu? Az sayıdaki başka seyircilerin de yüzünde belli belirsiz bir sorgulama vardı sanki. Buraya gelene kadar emek vermiş herkesin hakkını yiyor, saygısızlık ediyor olabilir miydim. Neydi benim derdim.

Bir saatin sonunda, henüz birinci perde bitmeden kopmuştum oyundan.

Dişçinin ve kızının sevgilisinin kadınsılığıve bununla bağlantılı ve düzeyi bana göre düşük espriler oyunun aslında da var mıydı? Ne katıyorlardı oyuna?

Oyunda sözü edilen yaşları yanlış anımsıyor olabilirdim elbette. Anımsadığım şekilde dişçinin sevgilisi Sonya 15 yaşında, kocası 70 yaşında idi. Sonya, kocasından küçüktü küçük olmasına da, oyunun aslında da çocuk muydu acaba? Yazarımız; çocuk Sonya’nın, kocasından cinsellik bekleyerek yanıp tutuşmasına odaklanmış olabilir miydi gerçekten?

Yine yazarımız; sevgilisi ile yakaladığı kızına tokat atan dişçiye, kızının da sakin sakin tokat atmasına, seyircinin de buna gülmesine izin verir miydi?

Bu kadar gürültünün arasında eleştiri ve uzlaşı nerdeydi. “Bakın bunlar ne kadar sadakatsiz, ne kadar da yozlaşmış” demenin dışında; insana, sevgiye, huzura dair ne söylüyordu.

Yazarın Sultan Abdülhamit’in sansürü ve baskısı altında sadece kendi Ermeni toplumunu örnekleyerek anlatabildiği evlilik ve aşk ilişkilerini, bugün yine Ermeni toplumu üzerinden anlatırken; oyunun her haliyle insanı değil de sadece yozlaşmayı anlattığı yanılgısına düşmemek için, daha özenli olunamaz mıydı?

Yazarın asıl oyunundaki sade dil ve anlam, önemsenen konuyu değiştirebilen replikler, aslına uygun bırakılarak korunamaz mıydı?

Üç saatten fazla süren oyundan, yarısında kopmuştum. Sonraki zamanımı nasıl geçirdiğimi anlatmam çok zor. Yüzümü bir sahneye, bir seyirciye dönüp; anlayamadığımın, daha doğrusu farklı anladığımın ne olduğunu anlamaya çalışarak… Altıyüz kişilik olduğunu bildiğim salonda altıbin kişi varmışçasına bir kalabalığın içinde yalnızlık duygusuyla… Öğrenciliğimin en ucuz en keyifli sanat izlence mekânı olan İstanbul Şehir Tiyatroları için önce içimden, sonra kendimi tutamayıp dışımdan ağlayarak…

Bir de, bu salonda Oscar olmak nasıl bir şeydir diye; tavanları, ışıkları inceleyerek…

Hiç korkmadığım kadar korktum kendimden… Bana, yazara, oyunculara, izleyicilere, herkese yapılan büyük bir haksızlıkmış gibi geliyordu bana…

Çığlığımdan korktum!

Salondan çıkamayacağımı bilmek…

Nasıl mı zaptettim kendimi?

O kıyamadığım, hoyrat davrandığımı düşünerek özür dilediğim, bir daha ömür boyu çantamda krem taşıyacağıma söz verdiğim ellerimi ısırarak, başparmaklarımı kemirerek…

Hayatımda belki de ilk kez, bir acıyı bastırmak için bir başka acıyı devreye sokmuştum. Artık hastalarım anlattığında bu duyguyu daha iyi anlayabilirdim. Anladığımı sanıyordum. Onlara yardım etmek için o kadar anlama yeterliydi belki. Keşke, o kadarda kalsaydı anlamam…

İki baş parmağım kemirilmekten kızarmış, anlatıcı yerine bu kez figüranlar sözü almış, oyunun sonu görünmüştü.

Garip bir şey oldu. Oyundan kopmuşluğumla bağlamı kaçırıp kaçırmadığımdan emin olamadığım bir şey.

Figüran sazı ele almış, seyirciye sesleniyordu.

“Yoksa siz kendinizi Sultan Süleymen, bizi de ağılda koyun mu sanooorsuuuz”. Ya da aynı anlamda benzeri bir cümle…

Ardından, hayattaki bütün figüranlıklar için “itirazım var” başlığıyla, oyunun en coşkulu şarkısı…

Kulaklarım doğru mu duymuştu? Bunlar benim iç sesim mi, yoksa gerçekten dışardan mıydı?

Tiyatronun gerçek havasını solumuş bütün bu güzel oyuncular, biz seyirciler, kimin ve neyin figüranlarıydık?

Aynı oyun; beni bu kadar yerlere serip, sonra umudu nasıl geri getirmişti? Bu son sözler gerçekten aynı elden, Baronyan’ın ya da aynı başlık altında oyunu yeniden yazmış olan yönetmenin aynı elinden çıkmış olabilir miydi…

Oyunun sonunu biliyordum artık. Kitaba bakabilirdim. İnternetteki eleştirileri de yeniden ve bu bilgiyle araştırabilirdim. Baronyan’ın yazdığı oyunun bu olmadığını bilmeye; benim gibi düşünen, hisseden bir tek kişinin olduğunu bilmeye, çok ama çok ihtiyacım vardı. Ellerimi, yüreğimi iyileştirecek bir merheme ihtiyacım vardı.

Çok şükür ki, iki merhemi de buldum. Oyun bu oyun değildi. Çok daha eleştirel, çok daha sade, anlaşılır, sevgiyi, barışı, uzlaşmayı bilen, insanı bilen bir oyundu oyunun aslı. Bu kadar basit değildi esprileri. Hele bir de yüz elli yıl öncesi, hiçbir eleştiriye tahammülü olmayan Sultan Abdülhamit’in saltanatı, sansür dönemi düşünüldüğünde.

Benim gibi düşünen, sahneye konan oyunun ortaya karışık halinden muzdarip kişiler de vardı[4]… Bu oyunla ilgili olmasa da, aynı sahnede önceki yıl izlediğim Bakhalar için hissettiğim benzer duyguları paylaşan, trajedinin başına gelen trajediden söz eden birileri[5] de…

“Bu bir manevi okuldur

Yönetimi vicdanlardır

Dersleri tiyatro oyunları

Bizler de oyuncuları

(Hepsi birden makamla) Ne zor görev!…

Hoşçakalın izleyenler

Lütfen şunu unutmayın

Doyurun bizi maddiyatla

Doyuralım sizi maneviyatla” diyerek bitirmiş oyunu Baronyan.

Yani, Baronyan değildi o şarkıyı söyleten.

Figüranların sözcüsü ve şarkısı bir bilmece olarak kaldı bende. Belki cevabını hiç öğrenemeyeceğim bir bilmece. Kimdi o şarkıyı söyleten?

Ellerim… Yine benimdi ellerim…

Benin de kremim varmış gibi…

M A R T I L A R G E L D İ Y E N İ D E N A K L I M A

Bizimkisi
Bir vapur hikayesiydi mademki
Mademki martılarla
Martı çığlıklarıylaydım sabah vakti
Böyle bir günün sonunda
Uzaktan
Seslenmek istedim ben de onlara

Çok ucuz bir gösteriydi sizinki

2012 yılının

Soğuk bir pazar sabahında
Kahvaltımdan artakalan

Bir yudum simit karşılığında
Umudu ve sevinci
Ne güzel hatırlattınız bana


[1] Şark Dişçisi – Şarkılı Komedya – Beş Perde. Hagop Baronyan. Aras yayıncılık. 2010

[2] http://www.youtube.com/watch?v=7GaCByiGe-c&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=_84XhG0fsz4&feature=related

[3] http://tr.wikipedia.org/wiki/Teneke_Trampet_(film)

[4] http://mimesis-dergi.org/2011/11/engin-alkan-sunar-%E2%80%9Cortaya-karisik%E2%80%9D-sark-discisi-ibbst/

[5] http://www.tiyatrodunyasi.com/makaledetay.asp?makaleno=1633

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ayşegül A.

Yanıtla