Kültür-Sanat Yazısı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Engin Ardıç’ın Sabah gazetesinde yayınlanan köşe yazısını paylaşıyoruz.]

Bertolt Brecht’in çok ünlü tiyatrosu Berliner Ensemble (Berlin Topluluğu) bizim gençliğimizde bir efsaneydi. Tiyatrocuların, elbette solcu tiyatrocuların “Kâbe’si” sayılıyordu.

Doğu Berlin’deydi tabii, asıl adı da Schiffbauerdamm Tiyatrosu… 1949 yılında, Amerika’dan Doğu Berlin’e dönüp yerleşen ama çok uyanık olduğu için eserlerinin yayın hakkını (sansür edilemesin diye) Frankfurt’ta, yani Batı’da kalmış eski arkadaşı Peter Suhrkamp’a veren, eh, banka hesabını da daha büyük bir uyanıklıkla İsviçre’de açtıran Brecht’e komünist arkadaşları bu tiyatroyu “tahsis” etmişler, al kafana göre takıl demişlerdi…

Brecht orayı yedi yıl boyunca, ölünceye kadar yönetti, sonra eşi Helene Wegel işin başına geçti, asistanı Manfred Wekwerth falan derken, tiyatro bir “Brecht müzesine” dönüştü… Batı Berlin’den günübirlik “Berliner Ensemble turları” bile düzenleniyordu gezginler için.

Gençliğimizde en büyük hayallerimizden biri, gidip orada oyun seyretmekti günün birinde. Komünistlik gayretiyle provalar “halka açık” yapıldığından, üç prova izleyip Türkiye’ye dönünce “Berliner Ensemble’da staj yaptım” diye hava atan sanatçılarımız vardı…

Cumartesi akşamı oradaydım.

Altmış yaşımda Berlin’e ilk kez gidebilmeyi “başardığım” için (bunun ayıbı bana yeter) o tiyatroya da ilk kez gidebildim tabii.

Gene çok ünlü Friedrichstrasse tren istasyonuna bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum, dıştan suratsız görünen o binanın içinin çok görkemli, çok süslü, çok fiyakalı, hiç de “devrimci” kokmayan bir mücevher olduğunu da düşünememiştim.

Dışarıda bütün kahvelerin bütün televizyon ekranlarında harıl harıl Almanya-Portekiz maçı sürüyor, vara yoğa bağıran Alman lumpenleri bira şişelerini daha maç başlamadan kırmaya koyulmuşlar, biz de oturmuş Büchner seyrediyoruz…

Danton’un Ölümü…

Hayır, sevmedim. Gerçi Georg Büchner “ekspresyonizmin babası” sayılır da, yamuk dekor sanki “Doktor Caligari’nin Muayenehanesi” filminden fırlamışa benziyordu. Tiyatroda ve operada klasiklere uygulanan “minimalist” estetiği de sevmiyorum. Günümüzde çok moda…

Ama ben de cep telefonuyla konuşan bir Traviata, takım elbise giymiş bir Don Giovanni çekemiyorum işte…

En ilginç sürpriz, ünlü oyuncu Angela Winkler’in sahnede “canlısını” seyretmek oldu. Çıktım, içimde, ilk kez 1928 yılında bu salonda oynanmış “Üç Kuruşluk Opera”nın şarkıları… Gün farkıyla kaçırdım, Winkler orada “Korsan Jenny”yi oynuyormuş (büyük Lotte Lenya’nın ilk sahne bombasıdır), ilk fırsatta yeniden gelip göreceğim.

Bütün bunları size ukalalık olsun diye anlatmadım.

Bizim solcu tiyatrocular, hani şu belediye arpası kesilince ağlamaya koyulan arkadaşlar, niçin Brecht oynamazlar? Komünizmin modası geçtiği için mi, Brecht’in modası geçtiği için mi, yoksa kendi modaları geçtiği için mi? Yoksa bir “müzikal” sahnelemeye çapları mı yetmiyor?

Berliner Ensemble, Schiller de oynuyor, Lessing de oynuyor, Shakespeare de, Beckett de oynuyor, bizimkiler klasiklerden “tutmaz” diye mi kaçınırlar, onları yeterince devrimci bulmadıkları için mi? Sovyet nükleer casuslarının reklamını yapmak daha cazip herhalde…

Bu akşam Berliner Ensemble’da Maksim Gorki’nin “Vassa Jeleznova” oyunu var. Rus burjuvalarını yerden yere vuruyor.

Lan oğlum, siz de sahneye koysanıza!

Ama desenize, Gorki’nin böyle bir oyunu olduğunu duymuş muydunuz hiç?

Sabah

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.