Sanat Maratonu Eyleminden Bir Deneyim: Moliere'den Kaçış Yok

Pinterest LinkedIn Tumblr +

İlker Yasin Keskin

Kadıköy Özgürlük Parkı’nda geçtiğimiz cumartesi günü 7 gün 24 saat süren bir maraton başladı. Sanat Maratonu… Pek çok sahne sanatçısı burada sahneyi bir diğerine teslim ederek nöbet tutuyor; ürünlerinden parçalar sunuyor, ülke gündemine dair sözlerini söylüyor.

Gerçi maratonun çok daha önce, yani AKP’nin Şehir Tiyatroları’na yaptığı yönetmelik darbesiyle başladığını söyleyebiliriz… Bu olaydan sonra Taksim’de pek çok sanatçı buluşarak önemli bir eyleme imza atmıştı. Ancak ilk yüz metrede nefesler pek yetmedi. Bazı istifalar gerçekleşse de Şehir Tiyatroları sanatçıları bu darbeye aynı şiddette karşılık ver(e)mediler. Kapsamlı bir karşı çıkış gerçekleşemedi.

AKP’li elitlerse, eski düzen diye bahsettikleri Kemalist devleti dönüştürürken Kemalizmin mayasında yer alan “tepeden inmeci değişim” anlayışına dokunmaya hiç de istekli değillerdi. Aynı anlayışla kültür sanat alanında daha büyük boyutta bir uygulamaya girişmişlerdi.[1] Sanırım asıl büyük maratonun işaret atışını yapmak da milliyetçi muhafazakar sanatçımız, AKP’nin kültür sanat komiserliğine zıplama sevdalısı İskender Pala’ya düşmüştü…

Şehir Tiyatroları protestoları umulanın altında bir şiddette gerçekleşse de yine de protestolar biraz da medyanın desteği ile “başbakanımıza kadar” ulaştı… T. Erdoğan dümeni kıvrak bir hamleyle bambaşka bir hedefe çevirdi. Ve bir anda memleketimizin “en güzide” kurumlarından Devlet Tiyatroları da hedef alanına girmiş oldu. Devlet Tiyatroları kapatılacak, yeni bir sistem getirilecekti. Bir anda Şehir Tiyatroları darbesi daha kapsamlı bir tartışma alanına girdi… İşin boyutu ve vahameti daha iyi anlaşılmış oldu.

Kabaca bugüne kadar gerçekleşen tablo bu…

Saldırgan bir tarafgirlik içerisinde olmayan pek çok insanın teslim edeceği üzere ülkemizde devlet ve  kültür-sanat ilişkisinde ciddi bir reform gerekiyor. Ancak sorun çok basit olarak şu: AKP bu değişimi sırtlayabilecek tıynete sahip mi? Global ölçekte yaşanan ekonomik kriz ve Arap dünyasında yaşanan değişimlerin de etkisiyle AKP son birkaç yıldır milliyetçi-muhafazakar ve hatta faşizan bir çizgiye savruldu. Tabanını ekonomik anlamda memnun edemeyeceği ayyuka çıktıkça milliyetçiliğe ve din eksenli söylemlere tutunmaktan başka çaresi de kalmıyordu. Böylesi bir siyasi çizgiye savrulmuş AKP’nin, kültür sanat alanındaki reformu sırtlayabileceği doğal olarak hiç de umut vaat etmiyor.

Öte yandan bu hararetli ortama sanatçılar önemli bir çıkış yaparak karşılık vermeye çalışıyorlar. Sanat maratonu eylemliliğini de bunun bir parçası yahut arayışı olarak görmek gerekiyor…

Biz de Tiyatro Boğaziçi’li oyuncular olarak bu maratonun ilk gününe daha önce hazırlamış olduğumuz bir panayır sahnesini ve Commedia Dell’arte sahnesini taşıyarak katkıda bulunduk. Moliere’in çağından bir panayır sahnesiydi bu… Moliere tiyatrosunun, gücünü panayır ruhundan aldığını anlatan pasajları içeriyordu. Elimizdeki sahneleri maraton eylemine uyacak şekilde değiştirmeye çalıştık. Özellikle Commedia Dell’arte sahnesini politik bir hiciv aracı olarak kullanmak hem bizim için hem de orada bulunanlar için önemli bir deneyimdi diyebilirim. Elbette sergilediğimiz şeyi daha da geliştirmek gerekli. Sonuçta aşağıda anlatacağım değişiklikleri bir hayli hızlı yapmak zorunda kaldık. Sonradan “ah keşke şurayı şöyle yapsaydık” dediğimiz de oldu. Ancak önümüzdeki dönem belki başka bir etkinlikte elimizdeki malzemeyi geri dönüp gözden geçirme şansımız olabilir diye bir kenara not düşmek ve naçizane sizinle paylaşmak istiyorum. Tabi bu değişiklikleri eylem skeci bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Özcesi bazı sivrilikler ve kabalıklar barındırıyor.

İlk olarak panayır sahnesinde değişikliğe gittik. Moliere döneminin “iki kodamanı” yani bir soylu ve bir burjuva, panayırın orta yerinde yol kavgasına tutuşuyorlar. Bu sahneyi bir Cumhuriyet eliti ve bir AKP’li burjuvanın karşılaşmasına dönüştürdük. Onlar birbirini yiye dursun, bunların kavgasından bunalmış halk da onları çamur yağmuruna tutarak, sahneden kovma cezasına tabi tutuyordu.

Diğer bir değişikliği ise Commedia Dell’arte sahnesinde yaptık. O sahnenin bizim uydurduğumuz senaryosu yani Commedia Dell’arte terimleriyle söylersek “cannavacio”‘su şöyleydi:

Efendi Pantalone sahneye girer. Seyirciye kendini tanıtır. Onlarla bir sırrını paylaşır. Herkesten gözü gibi sakladığı altın yumurtlayan bir tavuğu vardır. Rutin yumurta alma ritüelini gerçekleştirdikten sonra bir köşeye çekilir ve uyuklamaya başlar. Ve sahneye karnı hep aç olan uşak Arlekino gelir. Seyirciye kendini tanıtır. Açlıktan ölmek üzere olduğunu anlatır. Bir süre sonra Pantalone’nin tavuğunu keşfeder. Ve o tavuğu bir güzel mideye indirir. O sırada keyif uykusunda olan Pantalone Arlekino’nun tavuğu mideye indirirken çıkarttığı abartılı sesine uyanır. Pantalone Arlekino’nun tavuğunu öldürdüğünü anlar. Sonrası ise malum: Arlekino kaçar Pantalone kovalar.

Kabaca böyle özetleyebileceğim bu basit sahne akışını iskeletine dokunmadan şöyle değiştirdik. Pantalone seyirciye kendini tanıttığı bölümde grammelot[2] konuşmaktadır. Bu konuşmanın başlarında bir yerlerde seyirciye dini imanı para olduğunu anlatır. Buraya ufak bir ekleme yaptık. İtalyancanın o bilinen ezgisini anımsatarak yaptığı konuşmada “orduuuya para! silaaaha para! tokiiiiye para! duble yooola para! Tiyatroya, kültür sanata nah para!”

Arlekino’da ise şöyle bir değişiklik yaptık: Arlekino Pantalone’nin “komple sanatçısıdır”. Tragedyada, komedyada, romansda en birincidir. Ama hala açlıktan yakınmaktadır. Pantalone’nin tavuğunu mideye indirir. O sırada keyif uykusunda olan Pantolone, Arlekino’nun tavuğu mideye indirirken çıkarttığı abartılı sesine uyanır. Pantalone uşağını görünce ondan kendisini eğlendirmesini ister. Ne de olsa işin sonunda ödül olarak bir altın kesesi vardır. Elbette Pantalone hiçbir zaman o keseyi vermeye niyetli değildir! Arlekino altın kesesi uğruna önce dans etmeye başlar.

Pantalone: No, no, no Arlekino! No danse! Şante, audyo!

Arlekino şarkı söylemeye başlar. Önce El Pueblo marşını söyler. Pantalone sertçe susturur. Sonra onuncu yıl marşını[3] söylemeye başlar. Pantalone çıldıracaktır. Artık Arlekino o parçayı bulmuştur: Evreka! Meşhur “Beraber yürüdük biz bu yollarda” parçasını söyler. Arlekino şarkısını söylerken az önceki panayırda AKP’li burjuvayı oynayan tip sahneye girer ve Pantalone ile kendinden geçerek dansa başlar. Ancak Arlekino’nun şarkısı az önce yediği tavuğun ağzına gelmesiyle yarıda kalır. Altın yumurtlayan tavuğundan olduğunu anlayan Pantalone hınçla Arlekino’nun peşine düşer.

Bir Commedia Dell’arte sahnesini, bir parkın orta yerinde, gecenin bir vaktinde, hatırı sayılır bir kalabalık önünde, politik göndermeler ile beraber yorumlamak ve bunu bir eylemliliğin parçası olarak sunmak hem izleyenler hem de oynayanlar için keyif vericiydi.

Ancak ufak bir sorun vardı. Bu kısa sahnelerin sonunda seyirciye ne söyleyeceğimizi epeyce düşündük. Ya uzun uzun konuşmak, nutuk atmak gerekiyordu ya da kısa ve net bir şey söylemek gerekiyordu. En sonunda, sanat maratonunu önümüzdeki dönemde kültür sanat dünyasındaki değişim sürecine müdahil olmanın (direnmenin değil) başlangıcı olarak görmenin uygun olduğuna karar verdik. Seyirciye selam verdikten sonra kısa kesmeyi uygun gördük: Devlet sahneler bizimdir diyorsa, biz de sahneler de sokaklar da herkesindir diyoruz!


[1] Bu noktaya dair memleketteki tabloyu en iyi özetleyen tespite, Post Express’in geçtiğimiz sayılarında bir editör yazısının satır aralarında karşılaşmıştım. Hatırlarsınız yakın geçmişte bazı aydınlarımız Ergenekon operasyonları başladığında “yesinler birbirlerini” diyerek ne kadar ahlaklı ve de meseleyi çözmüş olduklarını ifşa etmişlerdi. Post Express editörlerinin şimdi söyleyeceğim sloganı bana bu  “güya muhalif” tavrı hatırlattı. Ancak arada ciddi bir fark vardı. Bu sloganda protesto ve mizah bir aradaydı. “Durun siz kardeşsiniz!” Yani Kemalizm mi, AKP’nin ılımlı İslam projesi mi? Yanıt basit: Durun Siz Kardeşsiniz!

[2] Anlamsız konuşma, cıbırca da denilebilir… Commedia Dell’arte’nin karakteristik özelliklerinden olan bu tekniği biz de hazırladığımız sahne boyunca kullanıyoruz.

[3] Gösteriden sonra bu marş yerine keşke “Lüküs Hayat” söyletseydik diye de düşünmedik değil…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: İlker Yasin Keskin

Yanıtla