Jean Luc Lagarce

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Jean Luc Lagarce’ın “Evdeydim ve Yağmurun Gelmesini Bekliyordum” ile “Alt Tarafı Dünyanın Sonu” Adlı Oyunları Üzerine Klasik Bir Okuma / Analiz Çalışması

Banu Çakmak

1. Yazara Dair

1957 yılında dünyaya gelen Jean Luc Lagarce, işçi bir ailenin oğlu olarak küçük bir kasabada yaşama başlamıştır. Küçük yaşta tiyatroya merak sarmış, konservatuar okumuş, birçok oyun yazmış ve sahnelemiştir. Kısa yaşamına birçok tiyatro yapıtı sığdırmış, 1995 yılında AİDS hastalığına yakalanarak ölmüştür. Genet ve Ionesco’dan etkilendiği söylenen yazarın yapıtları yaşadığı dönemde çok fazla ilgi görmemiş ama ölümünün ardından çağdaş tiyatronun belirleyicisi olarak tiyatroda yerini almıştır. Bugün dünyada eserleri en çok sahneye konan isimler arasında önde gelir. Yaşadığı dönemdeki bir başka Fransız oyun yazarı olan Koltes ile aynı çizgide görülmüştür.

Lagarce, metinlerinde alışılmış dramatik yazım tekniğinin tamamen dışında konumlanır. Metinlerinde dil gündelik kullanımın çok uzağındadır, zaman kronolojik ve belirli değildir. Mekan bağlamında kapalılık ve genel atmosfer olarak gerçek dışılık ve belirsizlik eserlerine yön vermektedir. Bu çerçevede farklı bir nitelikte, tiyatro anlamında bir dönüm noktasında addedilebilir. Oyunlarında pişmanlık, çaresizlik, umutsuzluk, ölüm gibi konular göze çarpar. Özellikle de gidiş ve dönüş hikayeleri üzerinden yaşama ilişkin kişisel sorgulamalar bu yazıda ele alınan oyunların ana izleğini oluşturur. Bütün bunlar geçtiğimiz yüzyılın sosyal, sanatsal gelişmelerinin bir sonucu olarak gelinen nokta şeklinde düşünülebilir.

Ülkemizde Lagarce çok fazla keşfedilmiş, araştırılmış, sahnelenmiş değildir. Bundan dolayı yazara ilişkin Türkçe kaynak bulmak olanaksızdır. Öte yandan İngilizcede de kaynak bulunamadığından bu yazıda yazara ilişkin verilen bilgiler, Türkçeye çevrilen iki oyun için yazılan önsözden alınmıştır. Bu aşamadan sonra yapılacak oyun çözümlemelerinde de temel kaynak oyun metinleri olacaktır. Söz konusu metinler Ayberk Erkay tarafından çevrilmiş olup Mitos Boyut Yayınları tarafından 2009 yılında basılmıştır. Bu nedenle bu yazıda metinlere klasik bir okuyucu gözüyle bakılarak genel bir analiz oluşturulmaya çalışılacaktır.

2. Yaşama Dair Beklentiler: “Evdeydim ve Yağmurun Gelmesini Bekliyordum”

Evdeydim ve Yağmurun Gelmesini Bekliyordum oyunu, ablanın yağmuru, yağmurla birlikte kardeşinin gelişini beklemesiyle başlar. Erkek kardeşi yıllar önce babasıyla tartışmış, bu kavga sonucunda evi terk etmiş, yıllarca dönmemiştir. Babası da gidişinin ardından onu aramamış, bir kez bile lafını etmemiş ve onunla küs olarak ölmüştür. Oyunda ablanın, annenin, en yaşlı, ortanca ve en küçük kardeşin her birinin zihninde, küçük erkek kardeşlerinin dönüşüne dair bir imge, bir hayal vardır. Çünkü her biri hayatlarını bu zamana dek onu bekleyerek geçirmişlerdir ve bekledikleri kardeşleri dışında, onu bekleyenlerin tamamı kadındır.

Oyunun başında döneceğini bekledikleri kardeşleri, öleceğini anlayarak bir ceset gibi yani onların imgelerinden çok farklı bir şekilde dönmüş gibi tasvir edilir. Ancak kardeşin dönüp dönmediği belirsizdir, kurulan metin stratejisiyle okuyucunun bundan emin olması engellenir. Geçmişte olanlar ve aile bireylerinin kardeşin dönüşüne ilişkin beklentileri, oyunun ilerleyen bölümlerinde anlaşılır. Kimi yerlerde erkek kardeşin savaşa gittiğini ima eden cümleler gözlemlenir. Oyunun başında beklenen yağmur, adeta beklenen erkek kardeş ile özdeşleştirilir. Bu tür bir olay dizgesi, daha doğru bir ifadeyle olaysızlık aracılığıyla beklemek eylemi, bekleyişin anlamı ya da anlamsızlığı, bekleyiş sürecinin sancıları ve yaşamımızı adadığımız beklentiler sorgulamaya açılır.

Metinde oyun kişilerinin hiçbirine özel bir isim verilmemiştir. Bu tercihle yazarın herhangi bir yerde, herhangi bir şey ya da kişi bekleyen her tür insanı ima ettiği yorumu akla yakın gelir. Oyun kişilerinden anne, çok konuşmaz, soğukkanlıdır, duygularını gizleyen, ketum, tutumlu bir kadındır. En yaşlı kardeş, aile içi tartışmalara, kavgalara alışık olan, bütün bunlara duyarsızlaşmış, her zaman giden erkek kardeşin geri döneceği fikrinde olmuş bir kadındır.

Oyunda daha ziyade üzerinde durulan ve kişiliği detaylandırılan kişi abladır. Abla 31 yaşında bir öğretmendir, daha önce birine aşık olmuş, terk edilmiş, bu olayın ardından hep sevmediği kişilerle yatmıştır. Kendisini seven ve kendisinin de gerçekten sevebileceği bir erkeğin karşısına çıkması için adeta hayatını adamış, hep bunu beklemiştir. Beklediği erkek kardeşi neredeyse beklediği ve hiç gelmeyen aşık olacağı o erkek gibidir. Abla hep detaylara takılıp özü ıskaladığından şikayet eder. Söz gelimi çok önemliymiş gibi kardeşinin dönüşü sırasında elinde ne tür bir çanta olacağını hayal edip durur. Kaderden uzak duran ve kendiyle hesaplaşmaktan sürekli kaçan bir kadındır. Yaralarını bir türlü saramaz, her ailede bir çocuğun kaderi olan şey onun da başına gelmiştir. O aileden giden her bireyin ardından ailenin başında kalmak, aileye sahip çıkmak onun yazgısı olmuştur.

Ortanca kardeş de abla kadar ağırlıklı işlenmiştir. O gerçekçidir, her şeyin farkındadır. Öyle ki herkes giden erkek kardeşi beklerken, ortanca onu gittiği için düşüncesizlikle suçlamaktadır. Hatta babasının bütün aile bireylerine psikolojik şiddet uyguladığı düşüncesindedir. Erkek kardeşin dönmesini, onunla bir baloda dans etmeyi ve herkese onun döndüğünü göstermeyi hayal etmektedir. Bir başka hayali de yurt dışına gitmektir. Acı da olsa hayatın devam ettiğinin, belki de bütün yaşadıklarının bir hayal, bütün bunların her birinin kendine uydurduğu hikayeler olduğunun bilincinde olup bunu açıkça ifade eden bir kadındır.

En küçük kardeş de tıpkı abla gibi, her en küçük kardeşin yaşadığı kaderi yaşar. Her şey ondan saklanmış, sanki o hiçbir sorunu fark etmiyor gibi davranılmıştır. Bir başka deyişle yok sayılmış, umursanmamıştır. Oysa her şeyin farkında, erkek kardeşin bir daha asla dönmeyeceğinin yalnızca o bilincindedir. Öfke ve kavga içinde büyümüş biri olarak hayatı harcanmıştır, herkesin hatasını yalnızca o bilmektedir. Onun varlığı gibi beklentileri, yapmak istedikleri de önemsenmemektedir.

Oyundaki asal eylem beklemektir. Bütün oyun kişileri erkek kardeşlerini beklerler. Onun döneceğinden o denli emindirler ve onu beklemeye o kadar kendilerini adamışlardır ki odasını hiç bozmamış, eşyalarına hiç dokunmamışlardır. Çünkü ondan vazgeçmediklerini göstermelerinin önemli bir yolu budur. Ancak dönüşün hayal ettikleri gibi olmadığını, dönen kişinin döndüğünde kendisinin de, onu bekleyenlerin de, kendisine ait olarak geride bıraktığı mekanın da bıraktığı gibi değil, farklı olduğunu ifade ederler. Bu yaşamsal gerçek belki de beklentilerimizin, ulaştığımızda anlamını yitirmesi gerçeğiyle koşuttur. Bu anlamda yapılan saptama son derece gerçektir. Erkek kardeş burada beklenen her şeyi sembolize eder diye düşünülebilir. Bu bağlamda yaşam koca bir bekleyişten ibarettir. Aile bireylerinin her birinin erkek kardeşin dönüşüne dair başka bir şey hayal etmeleri gibi, kişi de hayatını farklı beklentilerle doldurup anlamlandırmaya çalışır. Oyun her ne kadar belirsiz bir anlama sahip görünse de beklemenin merkezde olması bu anlamı akla getirir.

Yaşamda en acı şey, kişinin yakınını kaybetmesi olarak yorumlanır. Oyunda da yaşamın en yakınının ölümünü beklediğin uzun ve acılı bir süreç olduğuna yer yer işaret edilir. Diğer taraftan bekleyen bütün oyun kişileri kadındır, kavga eden ve evi terk eden, beklenen bireyler ise erkektir. Baba ve oğul arasındaki kavga ve şiddet kadın aile bireylerini mağdur etmiştir. Bütün oyun kişilerinin kadın olması tesadüf olarak düşünülemez. Buradan yola çıkarak, erkekler arası güç savaşında kadınların yıkıma uğradığı, kurban olduğu yorumuna varılabilir. Kaldı ki abla, metnin bir yerinde “Biz ha vardık, ha yoktuk.” diyerek bu tespiti haklı çıkartır.

Son kertede varoluşun büyük bir boşluk duygusu doğurduğu tasvir edilmektedir. Oyun kişileri erkek kardeşlerinin dönüşünü beklerken aslında kendileri, birbirleri ve yaşamlarıyla hesaplaşırlar. Bu hesaplaşma sırasında yaşamın boş ve anlamsız, ulaşıldığında anlamını yitiren beklentiler yumağı olduğu, yaşamın herkesin oyun oynadığı büyük bir oyun olduğu imlenir. En büyük acılar unutulmakta, en değer verilenler yitirilmekte ama hayat devam etmektedir. Bu bağlamda ortanca kardeşin de işaret ettiği gibi, her şey uydurduğumuz acıklı öykülerdir. Hayatta hiçbir şey olmaz yalnızca içi boş hayallerle dolu, anlamsız şekilde bekleriz ve beklentiler son bulmaz.

Nitekim oyunun sonunda bildik anlamda bir final yoktur. Bekleyiş yaşam ve insan oldukça devam edecektir. Biçim olarak bakıldığında monolog-diyalog denen bir teknik kullanıldığı görülür. Dil tam olarak anlamsız değildir ama diyalog gibi görünen monologlar üzerine kurulmuştur. Herkes konuşur ama kimse birbirini dinlemez, herkes kendi iç hesaplaşmasını yalnız olarak yaşamaktadır. Bu noktada iletişimsizlik artarken yabancılaşma hat safhaya ulaşmaktadır. Söz konusu biçim, oyunun bütünü ve belirsiz de olsa işaret ettiği anlam dünyasıyla uyuşur ve alışılmışın dışında bir nitelik gösterir.

3. “Alt Tarafı Dünyanın Sonu” Demek O Kadar Kolay Mı?

Lagarce tarafından yazılan bir başka oyun olan Alt Tarafı Dünyanın Sonu da benzer anlamlar üzerine kuruludur. Ancak bu oyunda bekleyiş değil dönüş öyküsü seyredilir. Louis 34 yaşındadır, yıllar önce evi terk etmiştir ama öleceğini sezdiğinden ailesinin yanına döner, bunu söyleyip söylememe konusunda çelişkilidir. Louis, kardeşi Antoine ve Catherine’nin düğününe katılmamıştır. Ne Catherine’i ne de çocuklarını tanır. Catherine Louis’e çocuklarından söz eder. İki kız bir oğulları vardır, oğullarına onun adını vermişlerdir. Antoine eşinin Louis ile konuşmasından rahatsızdır. Kız kardeşi Susanne Louis’in gidişini hatırlar, onun akıllı olduğunu, yazar olması gerektiğini söyler. Annenin söylediklerinden küçükken iki oğluyla her Pazar gezdiklerini, sonra onların ayrı yollara gittiğini yalnız Susanne’ın ailesiyle kaldığını öğreniriz. Louis sevgisizlikten şikayetçidir, oysa gitmesiyle sevgisiz kalmayı kabul etmiştir ama pişman olduğu sezilir.

Aile bireylerinin sözlerinden Louis’in duyduğu en önemli şeyler karşısında dahi yalnızca gülümseyen, duyarsız bir kişi olduğu anlaşılır. Antoine sessizliğini bozar, Louis’e öfkesini kusar. Doğal bir kardeş ilişkisi kuramadıkları için onu suçlar. Susanne ve Antoine kavga ederler. Louis, monoluğunda ölüm üzerine düşünür. İnsanın ölüme bakışı zamana paralel olarak değişmektedir ve insanın yaşamı hem kendilerine hem başkalarına rol yapmakla geçmektedir. Louis gece gar lokantasında düşünüp bunları anlatmayı planlamıştır. Antoine bütün bunlara bir masal gözüyle bakar. Hep sessiz kaldığından ona hep bir şeyler anlatılmıştır, o bunları dinlemekten artık yorulmuştur. Antoine’a göre kimse kimseyi tanımamaktadır.

Louis yeniden gitmeye hazırlanır, Antoine ise onu gara götürmeyi teklif eder. Antoine aslında onun gitmesini istemektedir ancak sahte bir nezaket içindedir. Louis artık daha sık geleceği yalanıyla onları ve kendini kandırır. Susanne Antoine’ı kabalıkla suçlar, Antoine ağlar, öfkesini ve duygularını kusar. Louis’in gidişi ardından o da yas tutmaya, pişman olmaya, mutsuzluğa mahkum edilmiştir. Bu gidişin ardından da böyle olacaktır, giden kalanları mağdur eder.

Finalde Louis tekrar gider. Birkaç aya ya da bir yıla dek öleceğini hissetmektedir. Bir akşam demiryolunda yürürken çığlık atmak istediğini, boş verip bunu yapmadığını dile getirir. Bu tür boş vermelerden pişmandır ve asıl söylemek istediği budur.

Diğer oyundan farklı olarak bu oyunda, her iki cinsiyetten oyun kişileri de yer alır ve her bir oyun kişisine ayrı bir isim yani ayrı bir kimlik verilmiş hatta yaşları da belirtilmiştir. Ancak yine giden ve dönüşü beklenen bir aile bireyi söz konusudur. Bu defa açık bir şekilde onun dönüşü ve onunla yüzleşme gözlenir ancak onun dönüşü herkes tarafından beklenen ve istenen bir dönüş değildir. Bundan şikayetçi olan bir kardeş vardır. Antoine bekleyişin, mutsuzluğun bir dayatma olmasından yakınır, geri dönen Louis ise sevgisizlikten ve yapamadıklarından yakınmaktadır.

Biçim ve dil olarak iki oyun da birbirine benzer. Burada da dramatik teknik kırılmakta, belirsizlikler gerçekliğin yerini almakta ve açık uçlu son ile kısır bir döngü işaret edilmektedir. Bu aynı zamanda yaşamın sonsuzluğu ve kısır döngüsünü akla getirir. Oyun kişileri burada da birbiriyle konuşuyormuş gibi görünürken kendi kendilerine konuşurlar ancak beklenenin geri dönmesi ve bundan şikayetçi bir başka kişinin oluşu somut bir çatışmayı da getirir. Dolayısıyla yalnız kendileriyle değil birbirleriyle de hesaplaşır, karşı karşıya gelirler. İç hesaplaşmalarını birbirleri üzerinden yaparlar.

İki oyun da bir ev içinde geçmektedir. Mekan anlamında kapalılık hakimdir. Bu durum yaşam karşısında insanın kıstırılmışlığının, oyun kişilerinin somut çıkışsızlığıyla özdeşleşmesini sağlar. Burada da beklemek söz konusu eylemdir ancak bekleyişin sonu somut olarak gösterilir. Beklenen beklendiği gibi dönmemiş, dönen geride bıraktıklarını aynı şekilde bulamamıştır yani beklenenin dönüşü çözüm olmamıştır. Bu bakımdan umutsuz bir görünüm vardır, hayal kırıklığı hakim duygudur. Sonunda geri dönenin gidişinin yinelenmesi yaşamın sonu gelmez bekleyiş olduğu düşüncesini perçinler ve oyun bu ileti üzerinden önceki oyunla ortaklaşır. Ancak farklı olarak Alt Tarafı Dünyanın Sonu konu bakımından daha çeşitlidir.

Farklı olarak bu oyunda sevgisizlik, Louis üzerinden üzerinde durulan bir konudur. İnsan başkalarının onu sevme ihtimaline kendi son verir yine de onların sevgisini ister, yani insan yaşam boyu karşılıksız sevgi bekler, arar, bulamadığında ise hayal kırıklığı yaşar. Bir başka konu ise ölümdür. Louis ölümü yaklaştığı için ailesinin yanına gelen bir kişidir. Onun üzerinden ölüme bakış, ölüm karşısındaki çaresizlik, acizlik, sevgi ve ilgiye muhtaçlık, öldükten sonra yakınlarını görememe ihtimali kısacası ölüme yaklaşan insanın bakışı somut olarak sunulur. Oyunda pişmanlık duygusu önemli ölçüde sorgulanır. Antoine pişman olmaya mecbur yaşamaktan şikayet eder. Gerçekten de insan yaptıklarıyla da yapmadıklarıyla da yaşamı boyunca pişmanlıklar biriktirir. Oyunun finali bu anlamda oldukça işlevseldir. Ölüme yaklaştığını hisseden Louis’in, büyük olasılıkla toplumsal dayatmalar nedeniyle yapmadığı şeyler onu pişman etmektedir. Bu pişmanlık ölüm karşısında insanın hissettiği evrensel bir duygu olarak verilir.

Oyun, Evdeydim ve Yağmurun Gelmesini Bekliyordum oyunuyla iletişimsizlik, yalnızlık, yabancılaşma üzerine odaklanması bakımından da benzer özelliktedir. Ancak bu konular, bu oyunda daha merkezidir. Oyun kişileri birbirlerini tanımadıklarını sık sık dile getiriler. Herkesin konuşmasından onları dinlemekten şikayet eden Antoine acaba gerçekten diğerlerini dinlemiş midir? Kimse kimseyi tam olarak anlayamaz. Benzer bir başka konu da yaşamın oyun olarak yorumlanmasıdır. Herkesin rol yaptığı burada da ifade edilir ayrıca Antoine’ın Louis’e gösterdiği sahte yakınlık, Louis’in geri döneceği yalanıyla da somutlanır. Herkes rol yapıp yalan söyleyerek var olmaktadır.

Bütün bunlara karşın oyun, adından da anlaşıldığı gibi daha çok ölüm, yaşam ve ölüm karşısında insanın hissettiği duygular, pişmanlıklar, yaşamıyla hesaplaşma serüvenini odağa alıp tartışmaktadır. Başlıkta ölüm “alt tarafı dünyanın sonu” ifadesiyle alaya alınır ama oyunun içeriğinde de gerçek yaşamda da ölüm karşısında insan bu kadar lakayt davranamamaktadır. Bu durum okuyucu tarafından açıkça görülebilmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak Lagarce’ın yazdığı bu iki oyun, her ne kadar örtük anlamlı ve farklı bir teknikle yazılmış olsalar da, yazarın anlam evrenine ilişkin bir takım ipuçları sunmaktadırlar. Bu ipuçları takip edildiğinde yaşama ve var oluşa ilişkin ciddi sorgulamalar, çok çeşitli konular ve farklı anlamlara ulaşmak mümkün olmaktadır. Burada yapılan saptamalar metinlerle karşılaştırıldığında çok daha somut ve akla yakın bir özellik kazanacaktır. Varoluşçu felsefe ve absürt tiyatroda temel alınan konular ve sorular, Lagarce oyunlarının da asal hedefi olmuştur. Bu anlamda söz konusu akımlardan ve o akımların temsilcilerinden etkilendiği su götürmez bir gerçektir. Ne var ki, insanlıkla yaşıt olan bu konuları farklı bir tiyatro tekniğiyle dile getirdiği ve çoklu anlam olasılıklarına hizmet eden, bulanık bir dünya kurduğu yadsınamaz. Bu nedenle yazarın oyunları keşfedilmeye hazır zengin bir ülke olarak okuyucularını ve onları sahneye koyup oynayacak olanları beklemektedir… 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Banu Çakmak Duman

Yanıtla