Uluslararası Tiyatro Festivali Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[TEB Oyun dergisinin Zehra İpşiroğlu ile Uluslararası Tiyatro Festivali üzerine  yaptığı söyleşinin tam metnini yayınlıyoruz.] Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ülkemiz için, sadece uluslararası bir festival olmaktan öte, tiyatro dünyamızda, alışılagelen tiyatro anlayışının ve algısının da değişmesi ve belki de bu alanda bir devrim niteliğinde. Bu anlamda bu yıl gördüğünüz oyunlardan da yola çıkarak neler söylerdiniz?

Bu düşüncenize yürekten katılıyorum. Uluslararası Tiyatro Festivalinin etkisiyle tiyatro yaşamımız değişti.  Yaklaşık yirmi yıldır önemli bir dönüşüm yaşanıyor. Bu,  aslına bakarsanız  doğal bir gelişim. Çünkü biz bugün  kültürler ve disiplinlerarası etkileşimin kaçınılmaz olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu gelişimin kök salıp yeşerebileceği bir platformun sağlanması gerekiyordu. İşte  Uluslararası Tiyatro Festivali bunu başardı ve yeni  yetişen kuşaklara  ulaşılabildi. Bu çok  büyük bir başarı. Nitekim  2012  Uluslararası Tiyatro Festivali’nde  izlediğimiz  çeşitli  oyunlar ve  performanslar, yeni mekanların keşfedilmesi vb. girişimler bunun en belirgin göstergesi.   Yerel grupların çalışmaları üzerine tek tek konuşup tartışabiliriz tabii,  ama  bütününde çok heyecan verici  gelişmeler  olduğunu gözardı edemeyiz.  Öte yandan karanlık bir dönemde yaşıyoruz. Heykellerin yıkıldığı, tiyatrolara saldırıldığı, dahası tiyatroların yok edilmeye çalışıldığı  gerilimli bir ortamda  böyle bir festivalin kendini var edebilmesi  ve bu kadar insana ulaşabilmesi bir mucize gibi.

Bu yılki tiyatro festivalinin açılışını Genco Erkal, Nazım ile Bertolt Brecht biraz da Aziz Nesin  oyunuyla yaptı. Savaşa, sömürüye, baskıya, haksızığa, güdülenmeye başkaldıran üç muhalif yazarla…Gerilim ve heyecan doruktaydı bu açılış gösterisinde, çünkü insanlar artık her şeye “evet” demek istemiyorlar. Festivalin ana temasının insan hakları, savaş, göç, şiddet, özgürlükler, demokrasi  üzerinde olması da çok anlamlı.  Kutluğ Ataman’ın  gökyüzü betimlemesi projesi “Silsel” izleyicinin katılımıyla gerçekleşen interaktif bir çalışma. Renk renk kumaş parçalarıyla inşa edilen gökyüzü ortak bir yaşam alanı oluşturma hayalimizi gündeme getiriyor. Özgür bir dünyada birlikte yaşamanın hayali… Tuğce  Tuna’nın yün ve iplik fabrikasında sergilediği “Deplasman” dans oyununda baskı, yalnızlık, iletişimsizlik, mekanikleşmiş rutin yaşam  gibi izlekler ele alınırken boğucu bir atmosfer yaratılıyor, insanlar kendi yarattıkları bu dünyanın tutsağı olmuşlar sanki. Aslı Erguvan’ın yazıp yönettiği “Lulabay” oyununda  doğaçlamaya yakın esnek bir oyunculuk anlayışı içinde yalnızlık, iletişimsizlik şiddet gibi izlekler Cihangir’deki bir mahalle yaşamından kesitler olarak sunuluyor. Ya da Yeşim Özsoy Gülan’ın “Yola Çıktığım Gün Sakin Serin Bir Sabahtı” oyununda gene  özgürlüklerin kısıtlandığı baskılı bir ortamda çözüm arayan insanları görüyoruz.  Emre Koyuncuoğlu’nun “İçtima-i Hakikat” politik eylem ya da eylemsizlik üzerine izleyiciyi düşünmeye ya da sadece iç dökmeye  çağıran bir happening. “Yedi” kadın hakları üzerine çok düşündürücü bir okuma tiyatrosu. Bunlar şu an aklıma gelen sadece birkaç örnek…

İlginç olan  festivalin  sanat, dans, happening gibi farklı disiplinleri de içine katan bir yaklaşımı iyice benimsemiş olması. Yani klasik tiyatro anlayışıyla sınırlı kalmaması. Özellikle izlediğim yerli oyunlarda bütüncül bir tiyatro anlayışının ustalıkla kullanıldığını gördüm. Ancak  gene de  pek çok oyunda “bu bana ne söylüyor ya da ne katıyor” sorusunu soramadan  edemiyorum. Yani içerik, düşünce geri plana itiliyor. Ustalığa hayran kalıyorsunuz belki, ama oyundan çıktıktan sonra hiçbir iz kalmıyor sizde. Ya da Emre Koyuncuoğlu’nun projesinde olduğu gibi sadece kafa karışıyor. Aslında bugün her tür anlama, anlamlandırmaya karşı çıkma,  ileti vermeme, dahası  anlamlandırmayı  bir üst bakış olarak didaktik bulma gibi eğilim var. Oysa tiyato sadece ustalık değil, bir şekilde yüreğimize, kafamıza seslenmesi gerekiyor.

Yurt dışından gelen oyunlarda dikkati çeken tıpkı geçen yıllarda olduğu gibi  büyük bir özenle seçilmiş  olmaları.   Kathrin Hunter’in oynadığı “Kafka’nın Maymunu” ya da  Lars Eidinger’in Hamlet’i ile inanılmaz bir oyunculuk performansıyla karşılaştık. “Hamlet” tıpkı Ostermeier’in diğer oyunları gibi üzerinde konuşulması,  tartşılması gereken bir yorum.  Video sanatıyla dansı bütünleştiren “Orfeo” gibi bir dans gösterisi ise  bir rüya gibiydi, sanırım kolay kolay silinmeyecek belleklerden. Ionesco’nun “Gergedanlar”nı merakla bekliyorum. Biliyorsunuz Hitler faşizmini düşünerek yazmıştı Ionesco bu oyunu. Gergedanlaşma hastalığının bulaşıcı bir hastalık gibi nasıl yaygınlaştığını anlatıyordu uyumsuz tiyatro üslubuyla. Biz de gergedanlaşmanın giderek yaygınlaştığı bir ortamda yaşıyoruz. Ama Theatre de La Villes’in  E. Demarcy-Mota’nın yönetiminde sunduğu “Gergedan” oyunu  sanırım tüketim toplumundaki konformizmi ve vurdumduymazlığı  vurgulayarak farklı bir yorum getirecek.

Geçmişe dönecek olursak, sizin festivalle ilişkiniz nasıl başladı? Bir akademisyen olarak, dünyada değişen ve gelişen tiyatro anlayışlarını, uygulamada da ülkemizde görebilmek ve bunları seyircimizle tanıştırabilmek önemli bir misyon. Akademiyle alan arasındaki uçurumun bu denli çok olmaması gerekiyor. Sizin akademisyen kimliğinizde, her zaman bu bağı kurmaya çalışan bir seçiminizin olduğunu biliyoruz. Ayrıca, festival artık öyle bir noktaya geldi ki yapıcı eleştirilerin ortaya çıkması ve her kesimle bir tartışma ortamı yaratılması da önemli. Neler söylerdiniz bu konularda?

Yirmi üç yıl içinde tiyatro festivalinin  aldığı yol gerçekten şaşırtıcı.  Aslında bunun üzerinde yapıcı bir tartışma ortamı yaratılması, artıların, eksilerin tüm boyutlarıyla irdelenmesi gerekiyor.  Bu nedenle de kimi kez internette rastladığım “Yoklar çok, varlar az” gibi yazılar  beni çok şaşırtıyor. Bence “bir ego tatmininin”  sınırlarını kırabilen,  yapıcı bir eleştirinin festivale katkısı  da  çok olacaktır.  Keşke böyle bir ortamı yaratabilsek….

Evet, tiyatro festivalinin daha ilk yıllarına dönecek olursak, Aydın Gün başındaydı. Festival yöneticiliğini önerdi bana. Üniversitede çalıştığım için, gönüllü olarak kısa ve geçici bir süre bu işi üstlendim.  O dönemde tiyatroda bir tartışma ortamı yavaş yavaş oluşuyordu. Klasiklerin  bugünün gözüyle yeniden yorumlanması,  tiyatro alımlaması, dramaturgi,  tiyatroda disiplinler – kültürlerarası etkileşim, vb. kavramlar henüz oturmamıştı ve yeniydi. Tiyatro deyince akla sadece metin odaklı dramatik yapılı oyunlar geliyordu. Yıllar yılı benzetmeci tiyatro anlayışıyla koşullanmış olan izleyicimiz için Uluslararası Tiyatro Festivali’nde karşılaştığı oyunlar özellikle festivalin ilk yıllarında büyük bir yenilikti. İzlediği oyunlarda kendini kaptırabileceği bir yanılsama dünyasının yerine, görsel sanatlar, mimari, müzik, medyanın iç içe girdiği büyüleyici bir imge dünyasıyla karşılaşıyordu çünkü. İzleyicimiz tiyatronun amacının sadece yazınsal metine hizmet etmek olmadığını, metinden yola çıkarak serbest bir yorumlama, uyarlama kimi kez göndermeye gidilebileceğinin yeni yeni ayırdına vardığı gibi, bu yaklaşımın tiyatroya neler kazandırabileceğini de birinci elden yaşıyordu. Böylece yıllarca aynı klişelerin içinde dolanan kimi tutucu tiyatro çevrelerin söylemlerine karşın (“bizim izleyicimiz klasik Çehov yorumunu bilmiyor ki, modern yorumları anlayabilsin”), oyun metnini kimi kez tersyüz eden serbest sahne yorumlamalarının ve uyarlamaların en çarpıcı örneklerini tanımaya başlamıştı. Bu da yerleşik görme ve algılama biçimlerini tersyüz eden yeni bir alımlama boyutunun yavaş yavaş yerleşmesine yol açıyordu.

Daha sonra Festival amatör bir anlayışla yürüyemeyecek ölçülere ulaştığında kurumsallaşması da gerekti sanırım. Nasıl başladı bu kurumsallaşma?

Tiyatro festivalinin profesyonelleşmesi gerekiyordu. Yönetim kurulunda olan sevgili Onat Kutlar bir gün bana bu işi artık profesyonel olarak üstlenip üstlenmeyeceğimi sorduğunda kesinlikle istemedim, çünkü full time bir iş olacaktı bu. Oysa ben İstanbul Üniversitesi’nde Dramaturgi ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünü yeni kurmuştum. Bütün zamanımı alıyordu üniversitedeki çalışmalarım. Ama Dikmen Gürün’ü önerdim.  Dikmen SAS’tan yeni emekli olmuş ve üniversitede benimle birlikte çalışmaya başlamıştı, yöneticilik konusunda   çok büyük bir birikimi vardı ve yeni bir iş almaya da hazırdı. Gerçekten de o başa geldikten sonra festival giderek  profesyonelleşme yoluna girdi ve kendini zaman içinde iyice kabul ettirdi. Ama  müzik festivaline kıyasla tiyatro festivali gene de üvey evlât olarak kaldı. Bence tiyatro festivalinin en güzel yanı izleyiciyi dünya tiyatrosunun en iyi örnekleriyle buluşturması oldu. Çünkü amacı en son modayı, en yeniyi yakalamak değil, seçici bir yaklaşımla tiyatro yaşamımıza yeni bir soluk getirmekti. Dikmen bu konuda gerçekten çok başarılı oldu, tabii danışma kurulundaki arkadaşlar da onu  ellerinden geldiği kadar desteklediler, yani yıllar içinde  verimli bir işbirliği oluştu.

Sizce Tiyatro Festivalinin bizim tiyatromuza özellikle tiyatroyla uğraşan genç topluluklara nasıl bir katkısı oldu?

Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin tiyatromuzun gelişmesine katkısının birkaç yönde geliştiğini söyleyebiliriz: Öncelikle gücünü görsel sanatlardan alan ve tiyatronun oyunculuktan ışığa, sahne tasarımından müziğe değin tüm öğelerine ağırlık veren bütüncül bir tiyatro anlayışının yerleşmesine yol açması. Az önce de dile getirdiğim gibi tiyatroda görsellik, yeni okumalar, yeni yorumlar,  dramaturgi, sahne tasarımı, beden dili, performans, doğaçlama, sınırlaraşırılık, disiplinlerarası ve kültürlerarası etkileşim gibi çağdaş tiyatronun özünü oluşturan kavramlar tiyatromuzda daha yeni yeni tartışılırken, bugün tiyatro anlayışımızın temelini oluşturuyor. Bu hızlı gelişmeden özellikle yeni arayışlar içinde olan genç tiyatrolar da aldılar paylarını. Tiyatrodaki yeni akım ve gelişmeleri dünya tiyatrosunun en değerli örnekleriyle izlemenin ötesinde,  Wilson’dan Peter Brook’a, Suzuki’den Terzopoulus’a  değin çeşitli tiyatro ustalarıyla tiyatronun mutfağında buluşan genç tiyatrocular onlarla tiyatro atölye çalışmalarında birebir çalışma olanağını da  buldular.

Bir de bu söz ettiğiniz önemli topluluklar ve sanatçılarla bizim tiyatrocularımızın bir araya  geldiği ortak yapımlar var. Bunlarla ilgili de biraz bilgi verebilir misiniz?

Evet bu bağlamda bizim sanatçılarımız ile yabancı sanatçıların bir araya geldiği ortak yapımlara da değinmek isterim. Attis Tiyatrosu ile İstanbul ve Atina Tiyatro Festivallerinin Yunanlı ve Türk sanatçılarla birlikte Terzopoulus’un yönetiminde gerçekleştirdikleri Persler ya da Herakles Üçlemesi buna çok çarpıcı bir örnek veriyor. Tiyatronun birleştirici ve evrensel gücünü kanıtlayan bu çalışmalar iki kültür arasında örülen duvarlara yoğun bir tepkiyi dile getiriyor.  Bugün geriye baktığımda kısa bir süre içinde ne çok iş yapıldığını düşünüp şaşırıyorum. Düşünebiliyor musunuz, izleyicimiz ilk kez Robert Wilson’la, Pina Bausch’la, Suzuki Tiyatrosu’yla, Yuri Lubimov’la, Heiner Goebbels’le karşılaşıyor, Berliner Ensemble’den Royal Shakespeare Theatre’e, Piccolo Tiyatrosundan The Wooster Group’a değin çeşitli tiyatro gruplarını tanıma olanağını buluyor. Gerçekten de çok önemli bir gelişme. Şu bir gerçek ki son yıllarda festivalde izlediğimiz nice oyun yalnız belleğimizde unutulmaz izler bırakmakla kalmadı, aynı zamanda tiyatro yaşamımıza hem yeni bir kuşağın yetişmesi, hem de oyun yönetmenlerimize katkısı açısından yepyeni bir renk ve canlılık getirdi. Festival aracılığıyla görme olanağını bulduğumuz tüm bu oyunlar sayesinde günümüz tiyatrosunun belki de en belirgin özelliğinin yaratıcılığa hiçbir sınır tanımayan bir çok seslilik olduğu anlayışı artık iyice yerleşti.

Ne yazık ki,  ilk yıllardaki heyecanımız yüksek bütçeler nedeniyle Tiyatro Festivali’nin  iki senede bir gerçekleşmeye başlamasıyla biraz  sabırsızlıkla bekleme durumuna dönüştü. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Buna çok üzüldüğümü söylemeliyim. Çünkü ortada yapılan bir iş var ve bunun ardında da inanılmaz bir emek var. Bunun somut olarak etkilerini ve yankılarını da görüyoruz. Bu durumda çok ama çok daha büyük bir ekonomik desteğin olması gerekirdi. Ama şu da var, Türkiye’de gerçekten olumlu bir şeyler yaptığınız zaman, harcadığınız emek ile aldığınız sonuç arasında çoğu kez bir dengesizlik oluşuyor. Bir mücadeledir gidiyor. Ne var ki bütün engellere rağmen gene de bir şeyler yeşerebiliyor. Sanırım bütün olanaksızlıklara rağmen tiyatro festivalini ayakta tutan da bu. Öte yandan tiyatronun Batı ülkelerinde olduğu kadar bizde de geniş kitlelere seslenen misyonunu yitirmiş bulunduğunu da gözardı etmememiz gerekiyor. Küreselleşen bir dünyada göz boyayıcı Hollywood filimleri, TV dizileri milyonlarca insana ulaşırken, tiyatro duyarlığını yitirmemiş küçük bir azınlığa sesleniyor. Kısaca yeterince popüler değil. Öte yandan kimi kez muhalefet yaptığı için de kışkırtıcı, tedirgin edici bir yanı da var. Gerçi son yıllarda kültür endüstrisinin etkisiyle tiyatronun muhalif gücünü gerek dünyada gerek bizde büyük oranda yitirdiğine tanık oluyoruz ama bence gene de bu karakteristik özelliğini bütünüyle yitirmemiş. Bütün bunları göz önüne alacak olursak, müzik festivallarinin sponsor bulmada zorlanmazken, tiyatro festivalinin bu alanda büyük sorunlar yaşadığına çok şaşmamamız gerekir. Batı ülkelerinde devlet yardımı önemli bir desteği oluştururken, bizde festivalin böyle bir desteği de yok. Öte yandan Tiyatro Festivali’nin izleyicimize yeni ufuklar açabilecek olan en nitelikli oyunları getirme kararından kesinlikle ödün vermemesi onu ekonomik açıdan büsbütün zorluyor. Bir de depremden savaşa ve terör olaylarına değin çeşitli politik ve toplumsal çalkantıların da festivali doğal olarak nasıl etkilediğini gözardı etmemek gerekiyor. Ayrıca altyapısal eksikler de, sözgelimi ödenekli tiyatroların salonlarını açmalarına karşın,  gene de hemen her festivalde yaşanan mekân sorunu önemli bir engel oluşturuyor. Bu da kiliseden sokağa değin, yeni mekânlar keşfedilmesine yol açarak yaratıcılığı kamçılayıcı bir etken oluştururken bürokratik engelleri de beraberinde getiriyor. Sonuçta, başta ekonomik sorunlar olmak üzere yaşanan tüm bu olumsuzlukları göz önüne tutacak olursak, İKSV’nin iki yılda bir bile olsa gene de festivalin yaşamını sürdürebilmesini sağlamasını neredeyse bir mucize olarak değerlendirebiliriz.

Sizce İstanbul Tiyatro Festivalini Avrupa’daki tiyatro festivallerinden ayıran belli bir özellik var mı? Özellikle genç seyircilerin yoğun ilgisini ve genç tiyatro toplulukları, tiyatro öğrencileri için bizim festivalin aynı zamanda bir mutfak olduğunu düşünürsek.

Evet, bence en önemlisi Festival’in genç izleyiciye ulaşmadaki inanılmaz başarısı. Festivalde çeşitli görevlerde çalışarak tiyatro uygulamacılarıyla bire bir tanışma fırsatını bulan gençler, tiyatro atölye çalışmalarına katılan ya da çeşitli projelerde yer alan konservatuar ya da üniversitelerdeki tiyatro bölümü öğrencileri, profesyonel ve amatör genç tiyatrocular, kısaca almaya açık, ilgili ve meraklı bir genç tiyatro sever kesim izleyici profilinin ağırlığını oluşturuyor. Festivalin yerli yapımları büyük ölçüde desteklemesi ve yurtdışında tanıtılmasını sağlanmasının dışında, gençlere açtığı bütün bu yollar kültür yaşamımızdaki büyük bir boşluğu dolduruyor. Dış basında İstanbul Tiyatro Festivali’nden söz edilirken, neredeyse gıptayla tiyatroyu heyecanla yaşayan genç, dinamik ve bilinçli bir izleyiciden söz ediliyor. Bu da İstanbul Tiyatro Festivali’ni sınırlı ve bir orta yaş burjuva kesimine seslenen diğer Avrupa festivallerinden belirgin bir biçimde ayırıyor.

Finansal sorunları ve bu konuda yaşanan sıkıntıları konuştuk ama bunun bir de bilet fiyatlarına yansıyan yönü var. Bilet fiyatları salonları hatta merdivenleri dolduran seyircileri pek etkilememiş gibi görünse de, dışarıda daha çok oyuna gidemediği, seçim yapmak zorunda olan ya da  buna özel bir bütçe ayırıp, sonra birkaç ay zor zamanlar yaşayan bir kesimle de karşılaşıyoruz. Bu konu sizin dışınızda ama aklınıza gelen çözümler var mı?  Devlet desteğinin olmadığı bir ortamda başka neler yapılabilir? Özellikle yurtdışında yaşadığınız için oradaki durumla kıyaslama yapabilir misiniz?

Bu gerçekten temel bir sorun. Festival biletleri diğer ülkelerle kıyasladığımızda pahalı değil gibi gözükse de bizim koşullarımıza göre biletlerin fiyatları gene de yüksek.  Ama şunu da unutmamak  gerekiyor ki, bizde  kültür olaylarına ya da kitaba pek para yatırılmaz, sonuçta bu da bir alışkanlık tabii . Gene de  festivalin yaygınlaşmasını, yalnız varlıklı bir kesime değil, geniş çevrelere ulaşması önemli.  Gençlere,  yaşlılara indirim,  Lale sistemi vb. uygulamalarda bu hedefleniyor.  Ama  bu yeterli değilse, o zaman başka çözümler de üretmek gerekiyor. Festival üzerine yazmak isteyen  eleştirmenlere ise  davetiye verilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu dünyanın her yerinde geçerli olan bir uygulama.  Yurt dışında festival daha başlamadan festival üzerine yazmayı amaçlayan eleştirmenler zamanında  başvurularını yapıyorlar, böylece bu sistem de çok rahat ve kolay  bir biçimde işliyor. Bunun bizde uygulanmaması için hiçbir neden yok bana göre.  Böylelikle basında da festivalle ilgili çok daha fazla tanıtım, eleştiri, röportaj yazıları çıkabilir. Aslında  anlık izlenimlerin dışında düşünsel bir temeli olan doğru düzgün eleştirilerin yayınlanması ve festival süresince ve sonrasında düşünsel bir tartışma ortamının yaratılması önemli, bu alanda da ne yazık ki eksiklerimiz çok. Tiyatro deyince akla tabii ki ilk anda oyunculuk geliyor, oysa tiyatroda düşünsellik ve eleştiri de çok önemli.  Bu nedenle bu yıl tiyatro yaşamımıza büyük katkıları olan  Sevda Şener’e ve  Özdemir Nutku’ya  onur   ödülleri  verilmesine  özellikle çok sevindiğimi söyleyebilirim.

Tijen Savaşkan

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.