Ben Görünmezim ve Görünmek İstiyorum!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Betül Memiş’in Haber Türk’te yayınlanan röportaj’ını paylaşıyoruz.]

Tiyatro sezonunu ben açtım, şimdi sıra sizde! İlk konuğumuz da Almanya’dan Lokstoff! ve Altıdan Sonra Tiyatro ekibinin yeni oyunları “Yokuş Aşağı Emanetler”…

İstiklâl Caddesi, Gönül Sokak’ın sonunda, sağda konuşlanan 92 No’lu Ganyan Bayii önündeyiz… Kalabalık mıyız? Hmmm! Birkaç farklı cepheden, üç kişiyi bir araya getirmeyi başaramayan faniler olarak, evet kalabalığız, 40 kişi kadar… Beyoğlu ve ara sokakları, alışkın böylesine kalabalıklara. Ama bu defa nidalanmaya yahut bir şeyleri anlatmaya toplanmış değiliz! Dinlemeye geldiğimizden bir sessizlik hakim sokağa. 40 kişinin kulaklarında kulaklık. Herkes, pür dikkat kulaklarına volume yapan sesi dinlemede. Her güruhun önderi olduğu gibi, bizim de bir önderimiz var. Fötr şapkalı, yaka mikrofonuyla, elinde binbir çeşit anahtar bulunan, çolak, nam-ı diğer “anahtarcı”. (Çolak diyorum, zira onun hikâyesini ilerleyen saatlerde ondan dinlediğinizde, hayatın insana dayattığı manidarlığı daha da iyi kavrayacaksınız.) Hepimiz yukarıya bakıyor; Ganyan Bayii’nin karşısında yer alan lokantanın balkonundan bize serenat yaparmış gibi konuşan, genç kadın aşçıyı dinlemedeyiz. Yöresel kıyafetleriyle, sebzelerden anlamlarına ve onların yemeğe geçiş serüvenindeki hikâyelerine değin, anlatıyor da anlatıyor. Bir ara anlattığı hikâyenin tonuna, lokantanın yanında yer alan bir başka lokantanın insanlarının sesi ve müziği karışıyor. Birileri doğum günü kutluyor, darbuka ve klarnetin yamacında. Genç aşçı, bize anlattıklarına es veriyor, kutlamaya iyi dilekleriyle katılıyor ve dönüp kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor.

HİKÂYESİZ YEMEK OLUR MU?

Ve soruyor; “Hikâyesiz yemek olur mu? Olursa o yemek olur mu? Ben yapmam o yemeği…” ve ekliyor; “Mesela şu karşıdaki mekân Lux; Leyla ile Uğur’un aşkından meydana gelen çocuklarının adının X olmasından oluştu. Ya, böyle işte, hikâye budur” diyor. Büyükannesinin yemeklerle arasındaki hissiyattan ve onlardan yarattığı hikâyelerinin aşkından bahsediyor. Genç aşçı anlatıyor. Sokaktan birileri geçiyor, gülerek ya da anlam katmaya çalışarak şaşkın bakışlarla ona ve bize bakıyorlar ve yola ediyorlar. Ve tüm bunları salık veren, yamacımızda bulunan ‘anahtarcı’ sesleniyor: “Anahtar?” Genç kadın boynundaki anahtarı, istemeyerek de olsa balkondan aşağıya atıyor… Ve kendisi de aşağıya inip, bize katılıyor. Sonra biz-40 kişi, genç aşçı ve anahtarcı, Gönül Sokak’tan İstiklâl’in içine doğru akıyoruz en manalı bakışlarımızla. Yolumuzun hemen ötesinde, bir palyaço ile karşılaşıyoruz. Onun hikâyesini de kendi pandomim gösterisinden dinliyoruz… Derken anahtarcı, yine o muhteşem ulvi sesiyle “anahtar” diyor. Palyaço, istemeyerek de olsa anahtarını veriyor ve ilişiyor sessizce yamacımıza,

SİSTEM BÜYÜK, BEN KÜÇÜK!

İstiklâl’den Kumbaracı Yokuşu’na giriyoruz, orada bizi bir kibritçi kız çocuğu karşılıyor. Annesinin kaybolduğunu anlatıyor en çocuk haliyle. Gazetedeki fotoğrafını gösteriyor, önceden burada, bu sokakta yaşadıklarını ve bir sabah annesinin çıktığını, geri dönmediğini ama beklediğinden söz ediyor. Kısaca, artık her şeyin değiştiğinden dem vuruyor. Elindeki kibritlerle buraları yakabileceğini söylüyor ve anahtarcı, o efsunlu kelimeyi sesleniyor: “Anahtar.” Vermek istemese de veriyor anahtarını anahtarcıya. Kumbaracı Yokuşu’ndan aşağı doğru kıvrılırken, bir binanın yangın merdivenlerinde bize selam eden Helga ile tanışıyoruz. Buraya çalışmaya geldiğini, sokaklarda yaşadığını şimdi ise evinin bu yangın merdiveni olduğunu anlatıyor. Ve tekrar ediyor: “Sistem büyük, Helga küçük! Sistem büyük, ben küçük!”. Derken anahtarcı anahtarı-nı istiyor. Helga da tıpkı diğerleri gibi vermek istemiyor anahtarını, hatta direniyor ama anahtarcı ısrarlı. Biz-40 kişi, anahtarcı, palyaço, kibritçi kız ve Helga, sokaktan aşağı ağır adımlarla yol alıyoruz. Anahtarcı duruyor ve soruyor hepimize: “Ben kötüyüm, değil mi?”

SOKAĞA TAŞMIŞ RÜYALAR-HİKÂYELER

Kötü ve iyi, şimdi bu yokuştan aşağı inerken kulaklarımıza zuhul eden hikâyeler eşliğinde, pek de anlamlı durmuyor. Herkesin bir hikâyesi var(dı) ya hani, o kategoriden… Herkes kadar iyi ve kötü(yüz) ya işte, o minvalde… Ve biz-40 kişi, birer birer diziliyoruz sokağın kaldırımına. Oturduğumuz anda, yokuşun aşağısından yukarı, el arabasıyla tırmanan atık toplayıcısı ile tanışıyoruz. Başlıyor hikâyesini dillendirmeye… Şarkılar söylüyor, hüzünleniyor, coşuyor, susuyor ve sevdiği kadına yazdığı şiirleri okuyor. Ve bağırıyor: “Ben görünmezim ama görünmek istiyorum… Mesela sen, plastik toplayan bir kocan olsun ister misin?!” diye soruyor. Ve anahtarcı, o malum sihirli kelimeyi fısıldıyor yeniden; “anahtar”…

Biz-40 kişi, anahtarcı, genç aşçı, palyaço, Helga ve atık toplayıcısı, kibritçi kızın arkasından Kumbaracı 50 binasına giriyoruz. Hepimiz içerdeyiz, artık bu eski binanın bir odasında çok daha kalabalık ve çok daha güvendeyiz?! Ve kibritçi kız kapıyı kitliyor…

Sonra ne mi oluyor? İlk önce alt yazı geçmek niyetiyle belirtmeliyim ki bu bir rüya değildir pek muhlis ve pek kıvamında okur, ama sokağa taşmış rüyaların-hikâyelerin en sahicisi diyebiliriz…

YOKUŞ AŞAĞI EMANETLER

Sizleri, Altıdan Sonra Tiyatro’nun Alman tiyatro topluluğu Lokstoff! ile ortak yapım olan “Yokuş Aşağı Emanetler” adlı oyunuyla tanıştırmak istiyorum. Kentsel dönüşüm kapsamında, yaşadıkları mekânların anahtarlarını teslim etmek zorunda bırakılarak İstanbul’dan ayrılan insanların, yani bizlerin hikâyesi bu… Bu yolda karşılaştığımız karakterlerin hikâyesine tanık olurken, farkında olmadan biz de onlara emanet ediyoruz kendi hikâyemizi… Yolumuz uzun, diyerek bekleme yapmadan direkt mevzuya dalıyorum; Belki-m bilahare büyük hikâyelerden sıkılır da ayrıntıların naifliğinde, başka dünyalara açılmak istersiniz diye! Bu, sokakta başlayıp da Kumbaracı 50 sahnesinde son bulan, kadrosu çok uluslu, teması kentsel dönüşüm olan oyunun yaratıcılarıyla kelâm etmezsek olmaz deyip, oyun bitimi Kumbaracı 50’nin, huzura merdiven dayamış terasında, bu projenin yaratıcıları ile en iştahlısından bir sohbet gerçekleştiriyoruz. Kısa ve öz olanı makbuldür, deyip geliyorum sadede…

* Lokstoff’un hikâyesi nasıl başladı ve ilk oyununuz nedir?

10 yıl önce kurduğumuz (Alman Tiyatro Topluluğu) Lokstoff: Devlet Tiyatrosu’nda çalışmış ve bir vakit artık farklı dünyaların peşinden gitmeliyiz ve daha fazla sayıda insana ulaşmalıyız deyip, 3 kişi tarafından kurulmuş bir tiyatro. Devlet tiyatrolarına gelenler, hep aynı, belirli insanlar. Bu sebeple de tiyatroyu halka açık yerlerde oynamaya karar verdik… Sonrasında ekibimiz büyüdü. Şu anki kemik kadromuz 8 kişi… Ama her oyunumuzda farklı oyuncuları konuk alıyoruz. 2003’ten bugüne, oyunlarımızı ofis binaları, sokaklar, otobüs ve tren garları gibi benzeri kamusal alanlarda sergiliyoruz. İlk oyunumuz Hamlet’ti. Ve biz, Hamlet’i tramvayda oynadık. Sokağın içinden, sokağı da içine katan projelere imza atmayı seviyoruz.

* Sokağın dilinden seslenirken, bu zaman sürecinde kaç yapımla, ortalama kaç kişiye ulaştınız?

Bugüne kadar 12 yapımla, 75 bin seyirciye ulaştık. Halka açık yerlerde sahneliyoruz oyunlarımızı, böylelikle tiyatroya hiç ilgi duymayan insanları da olayımızın içine çekmiş oluyoruz.

KENDİNDEN VAZGEÇEN İNSANLAR

* Lokstoff’un derdi nedir ve bu minvalde ele aldığı konuları nasıl belirliyor?

Konumuz, hepimizin yaşadığı ‘gerçekler’… Gündelik yaşanttan yola çıkıyoruz, kısaca sokağın diline kulak kabartıyoruz. Riskle yaşayan, kendilerinden vazgeçen, yani her gün sessizce yanımızdan geçen insanların hikâyesini göstermek istiyoruz. Gerçek hikâye peşindeyiz. Konularımızı bizler, yani yaşadığımız yerler belirliyor. İşte Lokstoff da onları göstermek derdinde.

* Oyunu izlerken fark edilen bir lügatınız var; büyük laflar göremiyoruz… Sade, olduğu gibi bir anlatım dikkat çekiyor. Bu sokağın dili olduğundan mı böyle, yoksa sizin seçiminiz mi?

Çünkü sadece sokakta oynamıyoruz biz, sokakla birlikte oynuyoruz aslıda. Her şey sokağın içinde olup bitiyor.

SOKAKTA YAPILAN İLK TİYATRO…

* Bugüne kadar olmayan bir tiyatro bu, ilk çıkışınızda nasıl tepkiler aldınız?

Nerdeyse her oyunda, ilginç şeyler yaşıyoruz. Başlangıçta ilk iki yıl, yazılı ve görsel basından çok tepki aldık. Biz de, “o zaman neden buradasınız, neden izliyorsunuz” dedik. 2003’ten bu yana büyük ölçekte gittikçe büyüyen bir fan grubumuz oluştu. Yol kat ettik yani. Sahnemiz sokak olduğundan, tuhaf tepkiler alıyoruz; deli bunlar deyip de yanımızdan uzaklaşanlar da var, gülerek selam edenler de. Örneğin, bir oyunda, rol gereği, ben sokakta zor şartlarda yaşayan bir kadını canlandırıyorum ve hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Derken yanıma, evsiz, sokaklarda yaşayan, yaşlı bir kadın geldi. Oturdu ve bana uzun uzun sarıldı. Ben, “Tamam teşekkür ederim, şimdi daha iyiyim” dedim ama yüzüme bakarak; “Hayır hayır, ben biliyorum bu gözyaşlarını” diyerek daha da sarıldı. Ve uzun süre bırakmadı. Öyle ki oyunun akışını değiştirmek zorunda kaldık. Oyun bitimi, kadını buldum ve bunun bir tiyatro olduğunu, benim de bir oyuncu olduğumu ama onun istediği zaman gelip oyunlarımızı izleyebileceğini söyledim. Sonra kadın, her oyuna gelip, köşede oturup oyunu izlemeye başladı. Ama bu sefer de yoldan gelip geçen, bize garip bakanlara; “Ne bakıyorsunuz aval aval, bu bir tiyatro ve onlar da oyuncu” diye bağırmaya başladı.

* Bu gece, biz izleklerden nasıl tepkiler aldınız yahut beklediğinizi alabildiniz mi?

Oyunu ilgiyle ve yüksek konsantrasyonla izliyorlar ama katılım yok. Aslında ilk başta, interaktif bir katılım biz de beklemiyorduk açıkçası, çünkü buranın izleyicisi için de sokakla birlikte yapılan ilk tiyatro deneyimlemesi.

KENTSEL DÖNÜMÜŞÜM…

* Altıdan Sonra ekibiyle tanışma ve proje oluşumu nasıl gerçekleşti?

Stuttgart’a konuk olarak davet edilen yazar Özen Yula, bizim Hamlet oyunumuzu izliyor ve ilginç-güzel buluyor. Bu projeyi, Türkiye’ye nasıl getiririz de ortak bir çalışma yaparız diyor. O sırada, kültür yöneticilerine yönelik uzun vadeli işbirliği teşvik etme ve destekleme amacı taşıyan TANDEM’den Kerim Arpad sayesinde iletişime geçiliyor bizle. Daha sonra geçtiğimiz yıl kendi yapımımız olan bir oyun sahneledik adı da “Angel”. Bizden ve Altıdan Sonra ekibinden karşılıklı oyuncu alışverişi yaptık bu proje için ama bu tamamen Lokstoff projesiydi. Sonrasında buraya özel, ortak proje olan “Yokuş Aşağı Emanetler”i meydana getirdik. Projenin Almanya ayağı, Mayıs ayında Stuttgart metro istasyonunda, Altıdan Sonra Tiyatro’dan oyuncuların da katılımıyla seyirci ile buluştu. Metnini oyuncuların oluşturduğu oyunumuzu, Yaman Ömer Erzurumlu ve Wilhelm Schneck yönetiyor. Oyunda İsmail Sağır, Gülşah Fırıncıoğlu, Selen Şeşen, Sinem Öcalır, ben (Kathrin Hildebrand) ve Y. Ömer Erzurumlu rol alıyor. Teknik sorumlumuz İhsan Dehmen, ses tasarım ise Onur Kahraman.

* Son olarak İstanbul’daki kentsel dönüşümü bilmekten öte yaşayanlarıyla iletişime geçtiniz mi ya da tanık oldunuz mu?

İstanbul’da ki kentsel dönüşümü biliyoruz, zira Berlin’de biz de aynı durumla karşı karşıyayız. Almanya’da da “Yeter artık, buraları yeteri kadar kullandık, yenilerini yapalım” diyen bir zihniyet var. O yüzden oynadığımız oyunun bire bir yaşayan tanığıyız.

İçimden geldi notu: Bu sohbeti temize çekmemi ve tercümesiyle hemhal olmamı sağlayan gecemin misafirini es geçmek istemem, buradan sevgiler şelale yağmur delisi mavi… Eeyvallah!

Betül Memiş / Haber Türk

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.