O Bacağı Sana Kolay Vermezler

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Barbaros Şansal’ın tiyatro sanatıçısı Parkan Özturan’la gerçekleştirdiği ve Akşam Gazetesi’nde yer alan söyleşisini yayınlıyoruz.] Eski adıyla Kalkedon bugünkü adıyla Kadıköy’ün Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne uzanan daracık sokaklarındaki, sanat dükkanlarının önünden süzülüp son derece keyifli bir kahvede bizi bekleyen Parkan Özturan ile buluşuyoruz. Taze çayları söyleyip hemen sözü ona bırakıyorum çünkü onun anlatacaklarının yarına ses vermesi için bu kez bacaklarının rolünü ben üstlenip muhabbete onu koşturmak istiyorum. Hem de sansürsüz! Perde açılıyor…

– Anlat bakalım, bugün Türkiye tiyatrosunda neler oluyor?

Ne olacak? Hiçbir şey olmuyor! Tiyatroyu öldürdüler. Giderek de daha çok yıkıyorlar. Çünkü tiyatro her dönemde, Osmanlı’dan bu yana iktidarları rahatsız etmiştir. Halklara direkt etki edip yüreklendirdiği için ya da düşündürdüğünden nefret edilir. Tüm sanat dallarından daha sakıncalı bulunur tiyatro. Öyle ki tiyatronun ilerici yapısı korku sebebi olmuş. Devletin kendi çatısı altındaki Devlet Tiyatrosu adlı kurumdan bile çekinir hale geldiler. Bu yüzden devlet ve şehir tiyatrolarını özelleştirme adı altında yok etmek üzere hamleler devam edecektir. Bu sanata gönül verenler, yeni bir oyun sahnelemek üzere mecburen sokaklara dökülecek.

Hazır Parkan ağzını açmışken cesaretimi toplayıp konuya biraz daha sondaj yapıyorum. Masamızdaki fizyoterapist dostumuz sohbetimize iyice konsantre olurken, sessizce çaylarımızı da tazeletiyor.

YATIRIM İÇİN SANAT

– Heykele ucube tanımlaması, sanatın içine tükürülmesi ya da Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki sakız skandalları malum; nerede yanlış yapıldı? Neden holdingler, bankalar ve zenginler bile bu konuda hassasiyet göstermedi?

Yıllar önce rahmetli Sakıp Sabancı, sahneye koyduğumuz bir oyuna gelmişti. Sonra tüm salonu ve kulisi gezip tek tek her şeyin fiyatını sormuştu. Sonunda da ‘Ooo çok pahalı bir iş, bu iş bize para kazandırmaz’ demişti. Holdingler sanata yatırım yapmaz, sanatı yatırım aracı yaparlar. Ya vergiden kurtarmak için böyle çalışmalar yaparlar ya da para aklama aracı olarak değerlendirirler.

Sergilerden antikacıdan eskiciden resimleri toplar; ya yurtdışına satar ya da değerlenince de sergiler ve gurur vesilesi yaparlar. Kendi aralarında eğleniyorlar da denilebilir buna. Hatta yayınevi bile kurarlar, kazandırmayacağını bildikleri için elbette. Kazansaydı zaten, Erdal Öz kazanırdı yayıncılıktan. Bu bir para pazarlığı… Bu ülkede artık her şey para… Kapitalizmin son aşamasındayız.

ATATÜRK’Ü BEKLİYORLAR

– Kapitalizm deyince aklıma geldi. Bizim yurdumuzda kimsenin haberi olmadan Davos’ta da tiyatro oturumları oluyordu ve nedense ekonomi anlattıkları zannediliyordu. Necati Doğru’nun unutulmaz yazısını hatırladım. ‘Dantel Fransız, manken Türk’ başlıklı bir yazıydı. Oysa Akatlar Kültür Merkezi’nde, geçmişte yabancı bir yazarın oyununu yöneten ve o tarihlerde ‘Asıl başka tiyatro bugünkü iktidardır’ diyen Zeliha Berksoy, ‘Cahillerin oylarıyla demokrasi olmaz’ da demiş ve Başbakan’dan tepki almıştı. Peki, bu gibi kimlikler için ne diyorsun?

Senin baktığın yerden okuyamayız tiyatroyu. Kareleri tek tek izlemek lazım. Zeliha Berksoy, komple bir tiyatrocu çünkü… Reji, yönetim, sahne gibi her türlü meziyeti var. Keşke üniversitede hoca olarak kalsaydı. Onun gibi 20-25 hoca neleri değiştirmezdi ki? İpini koparan üniversite, tiyatro bölümü açıyor ve işin cılkı çıkıyor. Korkmadan, adını doğru koymak lazım… Bir toplumda çürüme tek yerden başlamaz. Aynen meyve gibi, bir yerden girdi mi her yanını sarar. Tiyatrodaki bu çürümede bu ülkenin çürümesiyle işte bu yüzden eş…

– Anadolu, tiyatronun önemli merkeziydi. Bugün amfiler ve salonlar boş. Nedir tiyatronun felsefi ve sosyolojik önemi?

Bu toplum öyle çok felsefe ya da sosyoloji sevmez hatta nefret eder. Çünkü kafa yormayı düşünmeyi seven bir millet değiliz. Hep biri gelsin, bizi kurtarsın rehaveti vardır. Hala mehdi bekler gibi Atatürk beklerler. O zaten bir kere geldi ve bir daha gelmez ama şunu yapmayı da bilmiyoruz: Onun ilkeleri var ve o ilkeler üzerinden bir yaşam kurmayı tercih etmiyoruz. Birileri gelsin, biz mutlu olalım maaşlarımıza sürekli zam olsun, falan filan… Böyle bir dünya yok! Çalışmayana üretmeyene ekmek yok. Ne der Brecht; Ekmek satılmadı ki daha ucuza!

ENGELİM TİYATROYA DEĞİL

– Sen hem yazar hem de konservatuar diplomalısın, üstelik Türkologsun da… Belediye sana hiç yardımcı olmadı mı?

Türkiye’ye döndüğümde şöyle bir yaklaşımda bulundular, çok hoşuma gitmişti. ‘Senin için ne yapabiliriz?’ dediler. Ben de ‘Bu halimle oynamak istiyorum, aktörüm’ dedim. Zaten engellinin engeli, tiyatroya değildir ki… ‘Olabilir’ dediler ve evimde ziyarete geldiler. Kadıköy Belediyesi’nin beş tane sahnesi vardı. Bunlar okul müsamereleri dahil, ona buna rahatça verilebiliyordu. Ama bana ‘Çok dolu, salonumuz yok’ dediler. O zaman ben de ‘Bana iş verin’ dedim. Onu da kabul etmediler, ne öneri sunsam ‘Hayır’ cevabının arkasında hep bir sebep gösterdiler. ‘Peki, siz ne yapmak istiyorsunuz?’ dediğimde bana            25 kiloluk bir koli getirdiler. İçinde mercimek, makarna gibi ıvır zıvır vardı. Baktım baktım ve dönüp ‘Siz, hiç engelli incelediniz mi?’ dedim. Bir engelli bunları nasıl pişirir ki? Dalga geçiyorlar, kıssadan hisse, şov için sadece…

– Muhsin Ertuğrul, Müjdat Gezen, Ferhan Şensoy, Yıldız ve Müşfik Kenter, Erol Günaydın gibi üstatların mücadeleleri ortada; ya diğerleri?

Köklü gelenek ve görenekleri olan ülkelerde tiyatro yaşayacak. Çünkü onlarda bu bir görev sayılır. Bizde tiyatro tercih sırasında sonuncu bile değil. Şarlatan görülüyor oyuncular. Gazanfer (Özcan) Ağabey tüm kazancını tiyatroya yatırdı ve bu ülkeye bir tiyatro salonu kazandırdı ama öldüğünde vergi borcu çıkardılar. Erol Günaydın Ağabey’e ‘Ne olacak, tiyatro ölecek mi?’ diye sorduğumda ‘Tiyatro kuma kabul etmez evladım’ demişti. Hepsi çok değerlidir. Ferhan Şensoy, bir eser kurtardı. Müjdat Gezen, varını yoğunu Aziz Nesin misali okuluna yatırdı…

Parkan’ın bacaklarından bahsedilmeyen belki de ilk söyleşisi olması onu rahatlatıyor. Sokakta setter cinsi bir köpeğin kuyruğunu sallayarak heyecanla top koşturmasına dalan gözlerinde bile bir gülümseme görüyor ve istemeden o konuya da giriyorum. Anlattıkları karşısında kanım donuyor. Sistemin kasıtlı olarak engellendiği bir kez daha gözler önüne seriliyor.

– Sağlık sorunlarında devlet, sana karşı yükümlülüklerini yerine   getirdi mi?

Bunu a ve b olarak anlatmak gerek. Almanya’da insan çok önemli bir faktör. İnsan, çöpe atılmıyor orada. Uluslararası hukuka saygı var. Hem bilgilendirme hem de tedavi sürecinde çok yardımcı oldular. Almanya’ya mecburen gittim, sol bacağımı burada bıraktığımda, tam olarak doğru işlemlerin yapıldığını orada da söylediler bana. Ama burada sigortasız ve işsiz olduğum için oradaki arkadaşlarım tedavi için davet ettiler.

YENİDEN REVERANS…

Ancak orada sigortalı olmadığım için sağ bacağım da kesildiğinden protez konusunda yardımcı olamayacaklarını ancak teknik olarak C-Leg adlı ürünün işlevsel olacağını söylediler. Bir video seyrettirip ‘Hangisi protezli?’ diye sordular ve ben bulamadım. Hatta sen de bilirsin, Paris’te podyumlarda bile protezli bir manken var. Her neyse gelelim b şıkkına…

Buraya gelince kemikler güçlendiğinde protez olanağım hazırdı. ‘Yarısını sen, yarısını devlet öderse takılabilir’ denildi. Oysa tamamını devletin karşıladığını öğrenip müracaatımı yapmıştım. Yeniden sahnede ayakta olabilecek, alkışlarda kolayca reverans yapabilecektim. Fakat işin saçma sapan tarafı ortaya çıktı. O bacağı burada bir tek kurum takabiliyor. O da belli bir kurumdan onay almak koşuluyla…

Önce normal bir protez bacak takılacak ve koltuk değneği kullanılacak; sonra yurdumuzda bu kadar önemli hastane varken hangi nedenle yetkili kılındığı şüpheli bir hakem hastane karar verecek. Kim bu hastane, Bağcılar tarafında özel bir kurum. Belli bir fraksiyonun hastanesi. Bana üstü kapalı -olarak ‘Boşuna uğraşma, onların görüşü sana ters! Kolay kolay o bacağı sana vermezler’ de dendi. Halbuki ben bu bacakları takıp işimi yapacağım, ben bu millete dilenci olup kömüre, makarnaya muhtaç yaşamayacağım.

1968’de yaşım 8’di. Erol Günaydın’ı seyrettiğimde karar verdim, oyuncu olacaktım. Oldum da, işimi hala yapıyorum her ne pahasına mal olsa da.

‘BACAKSIZ’ TİYATRO

– Oysa Almanya’da savaş sonrası nasıl olmuştu, fark oradan belli değil mi?

Onlar savaş bitip taş üstünde taş kalmadığında önce tiyatro ve opera binalarını tamir ettiler. Çünkü tiyatro kültürdür, yaşamdır ve kalp kırıklarını tamir eder.

– Var mı yeni oyun, yeni kitap, yeni projeler?

Olmaz mı… 65 sayfalık bir şiir kitabım var, tek bir şiirden oluşan… Dilimin celladı olacak o. Daha da yazacağım, daha da mücadele edeciğim çünkü aktörüm ben geceleri bile rüyamda sahnede oluyorum. Oyunculuk yapamazsam ölürüm ben; yaşayamam ki…
Bir an her şey yine boğazıma düğümleniyor. Parkan, hayatını yardımcısız tek başına ve kimseye muhtaç olmadan sürdürebiliyor. Bugünkü dizilerdeki etpazarına dönüşmüş, ajans sistemlerini ve mahalle arasındaki dershane örnekli oyunculuk kurslarını ve daha nicelerini tek tek irdeliyoruz saatlerce. Gece çökmeye başlıyor sokağa… Aynı tabaktan yediğimiz ızgara köfte bitip son çaylar da içildiğinde sevgiyle kucaklaşıp ayrılıyoruz. Hayatın sahnesindeki bir başka oyunun perdesi daha kapanıyor. Ana caddeye omzumdaki ağır çanta ve fotoğrafları size ulaştıran Uygar’la yürürken bir eskicinin vitrinindeki dört bacaklı ahşap sandalye gözüme takılıyor. Eskilerin en sağlam ve en sanatsal bacakları bile bir kenarda yeni alıcısını beklerken, Parkan herkese inat akülü arabasını koşar adım bacaklar yapmış yarınlarını bile şimdiden yaşıyor…

Ya siz, hayatın tiyatrosunu beleş locadan izleyenler? Belki esirgediğiniz ufak bir alkışınız bile her şeyi yeniden başlatabilir. Yırtık olan bugünkü perdeleri yamasanız bile yeniden açmaya ne dersiniz?

Akşam

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.