Bey Oğullarının Yok Olduğu Beyoğlu'nda Çarpışmalar: 'Kazaen'

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

2012-2013 Tiyatro Sezonunda İzlenecek ‘Reprise’ Oyunlar

Tiyatro Pera, 10. yılını onurla kutladığı şu günlerde, bugüne değin sahnelediği tüm oyunlarında olduğu gibi içerik açıdan gene söyleyecek sözü olan; estetik açıdan yeğledikleriyle tiyatro sanatına bir öneri kaygısı güden yeni bir oyunla dikkat çekiyor. Tiyatro Pera’nın Genel Sanat Yönetmeni Nesrin Kazankaya, bu kere de tema-durum-motif, aksiyon-olay dizisi gibi oyun yazarlığının temel kavramlarını zerrece ıskalamadan yazdığı “Kazaen” ile 2011-2012 tiyatro sezonunu renklendiriyor. Nesrin Kazankaya, Dramaturg Şafak Eruyar ile birlikte yaratıcısı olduğu Tiyatro Pera’nın kurulu bulunduğu semtin sokaklarında dolaşıyor, dolaşırken dramatik olayları yakalayıp tiyatroyu oluşturan temel olgularla çatışma/ları yakalıyor-yaratıyor-anlatıyor. Bu aşamadan geçtikten sonraysa, “yakalama” sürecini bütün ayrıntılarıyla ortaya seriyor.

Yazım dili güzel, anlatımı akıcı.

Yazdığı bu 6. tiyatro oyunuyla benim (saydam olan) yazarlık ödülüme hak kazanıyor.

Nesrin Kazankaya Figürleri Çarpıştırıyor

Alt başlığı “Beyoğlu’nda Çarpışmalar” olan “Kazaen”, günümüzde Beyoğlu’nun orasında burasında hasbelkader birbirleriyle karşılaşan insanlardan birinin bir diğerinin yaşamını etkilemesi ve yeni başlangıçlara yol açmalarını konu almakta. Oyunda, uzun zamandır birlikte yaşayan, her olay ve her karaktere “roman malzemesi” gözüyle bakan, ünlü yazar Kutay (Mehmet Aslan) ile edebiyat araştırmacısı-akademisyen Berna (Nesrin Kazankaya) ana karakterleri oluşturuyor. Kutay ile Aslan sevda ilişkilerinin sonuna gelmiş, evlerini ayırmak üzeredirler. Berna’nın bir dönem öğrencisi olmuş Virginia Woolf (1882-1941) hayranı uyuşturucu bağımlısı Rengin (Zeynep Özden), üniversite kazanıp okumak için Güneydoğu’dan yeni gelen Kürt kızı Dilan (Linda Çandır) ile karşılaşır. Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir pavyonda sıradan bir şarkıcı olarak çalışan Sevda (Bahar Karaoğlu) ve belalısı pavyon koruması Trakyalı Kenan (İlker Yiğen) ise Beyoğlu’nun diğer iki değişik figürüdür. Beyoğlu’nda yaşama tutunmaya çalışanlardır bunlar. Beyoğlu bu insanları beklenmedik, tuhaf rastlantılarla, “kazaen” bir araya getirir ve Nesrin Kazankaya tarafından “çarpıştırılır”.

James Joyce İle Vırgınıa Woolf

Nesrin Kazankaya bu “çarpıştırma”yla da yetinmez. James Joyce (1881-1941)’u ve aynı yıllar arasında yaşamış Virginia Woolf (1881-1941)’u da “çarpıştırır”. Virginia Woolf’un 1931 yılında yayımladığı “Dalgalar (İletişim Yayıncılık-Çeviren Oya Dalgıç/Ekim 2001)”dan alıntılar yapar. Woolf’un dış dünyayı nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilebildiği savını kahramanına (Rengin) anlattırır. İkinci bölümde ise Berna’nın ağzından Kutay’a James Joyce’un Homeros’un Odysseia’sı üzerine kurarak Dublin’de geçen bir tam günü anlattığı ve de pek çok yeni tekniği kullandığı “Ulysses (Yapı Kredi Yayınları-Çeviren Nevzat Erkmen/Ekim 1996)”inden söz ettirir.

Joyce mitolojik paralellikle yaşamın ve zamanın sürekli olduğunu aktarmaktadır. Berna, Kutay’a Joyce’un tam 155 sayfada içinde hiç noktalama işareti ve büyük harf kullanmadığını anlatır (Bkz: a.g.e. Sayfa 796-841).

Dekor, Kostüm Ve Işık Tasarımları

Nesrin Kazankaya, kendi yazdığı teksti sahneye taşırken genel ritim duygusunu zihninde, hatta sadece zihninde de değil, aynı zamanda duygularının sınırları içinde dahi duymuş, canlanmaya can atan eserin soluk alıp verişini duyumsamış. Oyunun dekor tasarımını yapan Nilüfer Moayeri’ye de sanırım bomboş bir alan ve asgari malzemeyi yeğlettirmiş. Dekor sanki yok gibi. Kazankaya’nın, akışı mekândan mekâna sıçratmalarında dekor ayak bağı olmamış, oyunun hızını etkilememiş. Sahnede her kullandığı malzeme seyircinin yaratıcılığını kışkırtır bir hal almış. Seyirciyi kendi imgeleminin zenginliklerine çağırmış. Kostümler de Moayeri’nin şekil ve uzay ilişkilerini görebilme, zihinlerde çeşitli tasarımlar yaratabilme ve bunları çizimle ifade edebilme yeteneklerine sahip olduğunun somut örneği olmuş. Işık tasarımıysa (Bahar Karaoğlu’nun ilk tabloda huzme dışında kalması hariç) sahneye hareket, olaya duygu katan Yüksel Aymaz imzalı yetenek ve zekânın yeni bir göstergesi olarak oyuna renk katmış.

Mehmet Aslan Bana Kırılmaz

Oyuncular için de iki laf etmem gerektiğinde, Mehmet Aslan (1974)’ın Kutay’ın yaratıcı itkilerini aksiyona yönlendiremediğini söyleyerek söze başlayacağım. İtki içsel bir dürtü, henüz tatmin edilememiş bir arzu, öyle değil mi ama? Ya aksiyon? Aksiyonun kendisi arzunun dışsal ya da içsel bir tatmini değil mi? Öyleyse Mehmet Aslan’a sormak isterim: Kutay’ın yaralandıktan sonra Berna ile olan ilişkisi neden ikircikli?

Neyse!

Nesrin Kazankaya Berna’yı iyice yoğurup, onu yaratıcı amaç haline getirebilmeyi mükemmelen yaratıyor. Dilan’da Linda Çandır (1980), can üflediği karakterin kuru kaydına yaşam ruhu şırınga etmesini beceriyor. Yazar tarafından önerilen koşulları yeniden yaratıyor. Zeynep Özden (1981), kendisi daha çocukken boşanmış olan cerrah ana babanın uyuşturucu müptelası “entel” kızları Rengin’in var olan olgularını pek güzel yansıtırken, olguların sıralanışında ve birbirleriyle olan ilişkilerinde başarıya ulaşıyor. Bana umut bağlatan oyunculardan İlker Yiğen (1984) Kenan’ı, fiziksel olarak şekillendirmesinde yaratıcı duygularını aktarmak için her şeyi, ama her şeyi kullanıyor, beni de pek mutlu ediyor.

Derinlikli Tutkuları Olan Yeni Bir Oyuncu Daha

İlk kez izlediğim Bahar Karaoğlu’nu ise önce yol gösterici anlamda eleştireceğim. Eleştirirken bilmesini isteyeceğim ki oyuncunun sesi, uzantısını oluşturduğu bedeninden ve seslendirdiği ya da en azından taşıdığı dilsel metinden ayrı tutulamaz. Karaoğlu bilinçsizce ve sanırım bilgisizce kötü bağırıyor! Solunum aygıtını, gırtlağını, tınlaşım (rezonans anlamında kullanıyorum) boşluklarını derinlemesine tanımasını, gerekirse profesyonel destek almasını önereceğim. Sonra da müzikal(!) şarkıcısı Sevda’ya duyguları, iradesi, aklı ve tüm varlığını harekete geçirerek derinlikli tutkuları olan coşkularla can verdiği için kutlayıp, alnından öpüyorum.

“Kazaen” Sezonun İyi Oyunlarından

Diğer taraftan “Kazaen”i sezonun görülmeye değerleri arasındaki yerine yerleştirip, Tiyatro Pera’ya nice yıllarda nice başarılar dileyeceğim.

Beyoğlu’ndaki Bey oğulları bir yerlere saklanmış, olsun!

Beyoğlu’nda artık sadece bir tutam değer kalmış, ne gam!

O bir tutam değerin de artık hiç mi hiç değeri kalmamış, boş verin, koyun bir kenara dursun!

Hakkıdır!

“Kazaen”in alkışı yeni sezonda da bol olsun!


Bozkurt Kuruç Hoca Dedi Ki: ‘Sırça Kümes’ Değil, ‘Sırça Küme’dir

Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı “Sırça Kümes” ile ilgili değerlendirme/eleştirme yazım (Bkz: Evrensel-26.09.2012/“Gözlemevi”) üzerine Sayın Bozkurt Kuruç’dan bir ileti aldım. Değerli Hocam: “Oyunun adı ‘Sırça Kümes’ değildir. Etrafı camla kaplı bir kümes olsa idi, tavuklar nerede diye merakla aranırdık. Oysa oyunun adı ‘Sırça Küme’dir. Yazar, her bir karakterini, kırıldığı zaman darmadağın olan birer sırça (kristal) olarak görür. Oyunun orijinal adına bakacak olursak bunu açıkça görebiliriz. Değişik tercümelerde oyunun adını ‘Cam Biblolar’ olarak ta görebiliriz” diyordu.

“The Glass Menageria”nin Türkçeye Çevirisi

Sevgili Bozkurt Kuruç Hoca’ya öncelikle beni lütfedip aydınlattığı için öncelikle teşekkür ettim. Teşekkür ederken, oyunun “Sırça Küme” ya da “Cam Biblolar” adıyla oynandığını hiç duymadığımı ya da anımsamadığımı da itiraf ettim. “Sırça Küme”, doğal olarak “Sırça Kümes”ten daha uygun bir oyun başlığıydı, itirazsız kabul ettim. Zaten ben, oyunun özgün olan “The Glass Menageria”nın çevirisini hangi dil uzmanına danışsam “Sırça Hayvanat Bahçesi” olarak dilimize yansıtmıştı ki, Kuruç Hoca’nın söylediği gibi bu adı da oyuna pek uyduramamıştım. Esasa bakarsanız, Laura’nın koleksiyonunda da kümes hayvanları değil, atlar vardı.

Peki, Acaba Nereden Uyduruldu Bu “Kümes” Sözcüğü?

Ne bileyim ben!

Ama zannım o ki çevirmen, kümes sözcüğüne “başımızı sokacak nohut oda bakla sofa bir ev” anlamında yaklaşmıştı. Yani bir göstergeydi “kümes” sözcüğü. Willams’ın oyunlaştırılmadan önce yazdığı öykünün adının “Portrait Of a Girl In Glass” olduğunu düşünürsek, olayın özüne sırça hayvan koleksiyonu yapan Laura’yı koyduğu rahatça anlaşılıyordu. Ancak öykü oyuna dönüştüğünde ve 1929 buhranıyla özdeşleştiğinde, öz Laura’dan doğal olarak soyutlanmıştı. Çevirmen (Can Yücel), tam da burada devreye girmiş ve oyunu sosyal boyuta taşımak uğruna, hatta belki de oyuna sosyalizm enjekte etmek aşkına, başlığı “Sırça Kümes yapmıştı.

Katkıda Bulunmak İsteyenlere Kapımız Açık

Oyunun bu son eleştirisine (Bkz: Evrensel-26.09.2012/“Gözlemevi”) soyunmadan önce, internet ortamında basit bir araştırma yaptım. İlginçtir, “The Glass Menageria”nin kümes algısına dönük tek afiş kullanımının bizde bulunduğunu saptadım. Afiş tasarımcılarımızın havadan gelen “kümes” sözcüğünü bir yere bağlamalarını anlamak elbette zor geldi bana, ama bireysel dışavurumcu ifadelerin bir göstergesi olarak kullanılan “Sırça Hayvanat Bahçesi”ni “Sırça Kümes”e çevirerek bireysel bakıştan yola çıkılırken, doğrudan toplumsal bakışa dönüldüğü gerçeğini kavradım. Hele Bozkurt Kuruç’un değindiği gibi “yazar her bir karakterini, kırıldığı zaman darmadağın olan birer sırça (kristal) olarak görmüşse…” çevirmen acaba buna acaba neden gerek görmüştü, anlayamadım!

Sonuç olarak, Can Yücel’in “kümes” sözcüğünü kullanarak pek de gerekli olmayan bir sosyalizm propagandasını hedeflediği düşüncesi üzerinde karara vardım.

Şayet bu konuda katkıda bulunacak olanlar olursa, onlara da bu sütunda yer açmayı tasarladım.


Evrensel 18 Yaşında! Ya Siz Kaç Yaşındasınız?

Kent dışındaydım, katılamadım, ama biliyorsunuz gazetemiz Evrensel’in 18. yaş günü, geçtiğimiz pazar günü İstanbul Turkcell Arena’da büyük bir şenlikle kutlandı.

Kutlama ile ilgili haberi okurken, Evrensel’in tirajının artmasıyla ülkede koyun koyuna yattığımız sorunların anlaşılmasının kolaylaşacağını, böylece çözüm yollarının da rahatlıkla bulunacağını düşündüm.

Gel gelelim, sorunların anlaşılması, çözüm yollarının bulunması için, yaşı-başı kaç olursa olsun, aklı sadece yaşında değil, başında da olan toplumumuz bireylerinin, bundan böyle kapitalist sömürüye, emperyalizme, ulusal baskıya ve her türden gericiliğe karşı mücadele etmek için Evrensel çatısı altında toplanmaları esastı.

Çünkü haksızlığa ve zulme başkaldıranlarla birlikte, yolunda gene sert adımlarla yürüyerek yayınını on sekiz yıllar boyu sürdürecek olan tek gazete Evrensel’di. Sömürüden kurtulmayı, baskı altında tutulmadan ve savaşmadan yepyeni bir dünya kurmayı özleyenlerin gazetesiydi Evrensel. Emekçilerin, özgürlük isteyen aydınların, saygın bilim ve kültür insanlarının bir çatı altında buluştuğu saygın bir yayın organıydı.

Bu nedenlerle karar verdim Türk, Kürt ve diğer uluslardan emekçileri; inanç özgürlükleri etrafında toplaşmış Alevileri; yarınlarına güvenle bakmak isteyen gençleri; cins ayırımcılığına karşı mücadelesinde bayraklaşan kadınları; torunlarına daha yaşanır bir dünya bırakmak için uğraş veren çevrecileri Evrensel’in sesine güç katmaları için Evrensel’in çatısı altına bir de bu köşeden davet ediyorum.

Davet ederken, haydi artık, iş işten geçmeden bir an önce kalkıp gelin diyorum.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla