"Sanat İdeolojiden Ari Olamaz"

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[İçinde yaşadığı çağın dogmaları ile arasına mesafe koyabilmesi, “İslâmcılık” dahil her görüşe, siyasî projeye eleştirel bakabilmesi ile tanınan yazar Ümit Aktaş’ın Dünya Bülteni haber sitesi muhabiri Asım Öz ile gerçekleştirdiği söyleşi oldukça ilgi çekici. Ümit Aktaş’ın “Edebiyat, İdeoloji ve Poetika” adlı kitabı üzerinden yürüyen söyleşide İslamcılık ile muhafazakarlık ve hatta müslümanlık birbirinden ayrıştırılmakta ve bu bağlamlar dahil olmak üzere birçok konuda sanat ve ideoloji konusunda çarpıcı yorumlar yapılmakta. Söyleşinin tamamı okunmaya değer, aşağıda bu söyleşinin tamamını siz okuyucularımıza aktarıyoruz…]

Asım Öz: Sanata ilişkin yazılarınızı Edebiyat, İdeoloji ve Poetika adıyla kitaplaştırdınız. Sanatı bir serbest zaman uğraşı olarak görmediğiniz belli. Sanat anlayışınızın başlıca özellikleri nelerdir?

Ümit Aktaş: Sanat, tıpkı ahlak ve siyaset gibi, temel insani davranışlarımızdan biri; daha doğrusu estetik duyarlık diyelim buna. Estetik, siyasetin bir ölçüde toplumsallık içerisindeki neşet eden bir tutum olarak tarihselliğine karşı, insanoğlunun ahlak gibi ontolojik bir yanı. Dolayısıyla estetik duyarlığın ya da edimlerin tarzları üzerinde tartışılabilir belki, ama bunun kökenselliği hiçbir tartışma kabul etmeyecek ölçüde açıktır. Ve hatta bu duyarlık sadece insana özgü olmayıp, hayvanlar dünyasında bile bir karşılığı bulunmakta. Ancak insanlar dünyasında, diğer insani edimler gibi sanat da, insanın belli bir anlam arayışının, daha doğrusu Hakikatle kuracağı temasın yordamlarından biridir.Bu arayışın tezahürleri elbette farklı farklıdır. Öyle ki kimi insan için Hakikat ekmektir, kimi için irade, özgürlük, emek, dil veya Allah’tır. Dolayısıyla da sanat eseri kendisini bu temas noktalarından ayrı tutamaz. Yani, kitapta da vurgulandığı gibi sanat, Hakikat arayışlarının aktüel formu olan ideolojiden arî olamaz. Elbet ideoloji burada Hakikat arayışının yerini tutan bir şey değildir. Bu sadece bir türevdir ve bizzat bu arayışın yerini tutmaya başladığında, bir yanlış bilinç ya da simülakra olarak, oldukça aldatıcı bir şey haline gelebilir.

POETİKA ŞİİRLE SINIRLI DEĞİL

Sanırım poetikayı sadece şiire ilişkin bir kavram olarak ele almıyorsunuz. Buna karşın kitabınızın adında sanat veya estetiğin yer almaması bir eksiklik gibi geldi bana. Çünkü sadece edebiyat meseleyi bütünüyle yansıtmaktan uzak…

Poetika elbette salt edebiyat veya şiirle ilgili bir tanım değil, tüm sanatsal tutumları, daha doğrusu sanat başlığı altında düşünülemeyecek estetik edimleri de kapsayan bir kavram. Ancak benim estetik bir edim olarak edebiyat alanını seçişim, yani bu alanlarda eser vermem, poetikamı da ister istemez bu alanla sınırlandırmamı gerektirdi. Elbet yeri geldiğinde müzik, resim veya mimariden de söz ettim. Ama bunlar bile edebiyatla ilgili anlatılar içerisindeki değinirlerdi. Bunlar apayrı uzmanlık konuları çünkü ve sanat hakikaten oldukça geniş, tüm görünüşlerine eşölçüde nüfuz edilemeyecek kadar da karmaşık bir alan.

Sanat felsefesinin kadim sorunu temsiliyeti İslam açısından nasıl yorumluyorsunuz?

Temsiliyeti kaçınılmaz bir insani mecburiyet ve hatta bizzat insan oluşun zorunlu bir sonucu olarak görmekteyim. Çünkü bilindiği gibi insan, sembol üreten bir varlık olarak bile tanımlanmakta. Bilindiği gibi Kuran da muhkem ve müteşabih ayetlerden söz eder. Müteşabih ise bir tür sembol, teşbih veya temsildir. Yani mesela Allah’tan nesnel bir varlıktan söz eder gibi söz edemeyiz. Onu ancak bazı temsillerle anlatabiliriz. Buradaki sorun ise bu temsillerin giderek aslın yerini tutması, yani ikonacılık sorunudur. Ve hatta temsilî olarak kullanılan sözgelimi “baba” sözünün giderek İsa’nın Allah’ın oğlu olarak anlaşılmasına yol açması gibi. Dil elbet bu tür yanlış anlamalarla doludur. Aslında bizzat dilin kendisi de temsillere dayanmaz mı? Bir nesnenin veya kavramın yerine kullandığımız bir sözcük, bir temsildir. Temsil ise kimileyin gösterdiğini ifade edemez, kimi de aşırı bir anlamla yüklenir. Az önce söz ettiğim “baba” sözünde olduğu gibi. Yine para, akrabalık ilişkileri ya da siyaset de hep temsiller üzerinde vücut bulan bir insani dünyanın işaretleridir. Sorun bu temsilleri yerli yerinde tutabilmek sorunudur. Yani paranın bizatihi bir değer yüklenerek faiz elde eden bir üretece dönüşmesi ya da siyasi bir temsilcinin iktidarı kendileştirmesi ya da kendi şahsına ait bir “mülk” haline getirmesi gibi.

İNSANIN HAKİKAT ARAYIŞI

İdeoloji/ler ile sanat/lar ilişkisi gerilimli bir ilişki olmuştur. Yazılarınızda ideolojisiz sanata mesafe vurgusu olsa da alttan alta güdümlü sanat, gerçekliğe teslimiyet, ait olundan dünyanın simgelerinin yerli yersiz kullanımı gibi durumlardan dolayı “ideolojisiz olsun o zaman” gibi bir zannı mümkün kılacak değerlendirmeler var. İdeolojilerin yerli yersiz kullanımının sonuçları ne olmuştur? Sanatlar ve ideolojiler arasındaki bu gerilim nasıl “giderilebilir”?

İnsanın Hakikat arayışı veya buna yönelik mücadelesi ideolojiden arî olamaz. Ancak buradaki sorun da az önce sözünü ettiğim gibi, ideolojinin bizzat Hakikatin yerini tutarak bizi körleştirmesine yol açılmamasıdır. Beri yandan insanın sanki bu tip temel arayışların dışında bir dünyası olabilirmiş gibi ve belki de ideolojinin mutlaklaştırılmasına ya da aşırılığına tepki olarak ideolojisiz bir hayatı resmetmeye çalışan estetik tutumların yavanlığınadır eleştirim. Dolayısıyla sanatsal anlatımı belli bir ideolojinin propaganda aracı haline getirmek kadar bu tip bir yavanlığa sığlaştırmak da, sorunlu tutumlardır ve benim yaklaşımım ve savunduğum tutum, daha ortada, mutedil bir çizginin izlenmesidir.

Marksın devrinin gerçekçilerinden ziyade Balzac’ı okuması düşünülmesi gereken bir nokta. Bu konuyu açar mısınız biraz. Marks niçin Balzac okuyor?

Çünkü Balzac iyi bir gözlemcidir; gerçekçilerin güdümlülüklerinin yol açtığı körleşme nedeniyle – ki buna bir “yanlış bilinç” demek bile mümkün- toplumsal gerçekliği doğru bir biçimde ortaya koyamamalarına karşı, o, toplumu daha doğru ve derinlikli bir biçimde resmeder. Oysa aslında Marx’ın eleştirdiği burjuvazinin bir sözcüsüdür. Ama güdümlü bir sözcü değildir. Yeri geldiğinde, tıpkı Marx’ın diğer kaynaklarından biri olan Shakespeare gibi, eleştirir o da burjuvaziyi.

MUHAFAZAKÂR SANAT TARTIŞMALARI VE TÜRKİYE MUHAFAZAKÂRLIĞI

Bu yılın önemli tartışmalarından muhafazakar sanat tartışmalarına da değiniyorsunuz. Bu süreçte ifade edilen görüşlerden biri düşüncenin sınırlılığı tahayyülün sınırsızlığıydı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ben düşünce kadar tahayyüllerin de sınırlı olamayacağını, daha doğrusu sınırlandırılmaması gerektiğini düşünmekteyim. Özellikle sanat konusu olunca daha da önem kazanmakta bu sınırlanmama mevzuu. Ha! Bu sınır sanatın ya da düşüncenin kendi içsel sınırları olabilir. Zaten her düşünce veya sanat eseri, kendi aksiyomatiğini ortaya koyarken, ister istemez bir sınır(lılık) da ortaya koyar. Ama bunlar içsel sınırlardır. Dışsal sınırlar, bir sanat eseri için sadece şartlara veya gereçlere ilişkin sınırlardır. Burada sınır adına belli bir sorumluluktan söz edilmekteyse, zaten her sanatçı belli bir sorumluluğa sahiptir ya da olmalıdır. Beri yanda “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” gibi yavanlıkları da doğru bulmuyorum. Düşünmek, her daim daha fazlasını düşünebilmektir.

Muhafazakârlık tartışılırken İslamcı yazarların çoğu muhafazakârlığı olumsuzluyor. Buna karşın mesele etrafında kaleme alınan literatürde genellikle İslâmcılık muhafazakârlık içinde konumlandırlmakta. İslâmcı yazarlar ise muhafazakârlık konusunda görebildiğim kadarıyla bugüne değin düşüncelerini derli toplu ortaya koyan bir metin yayımlamış değiller. Muhafazakârlık ve İslâmcılık farkı konusuna sizin yaklaşımınız nedir? Bu konuda hangi konuları öne çıkarıyorsunuz?

İslamcılığın muhafazakârlıktan ayrı tutulmasını her zaman vurguladım. Oldukça farklı şeyler çünkü. Muhafazakârlık her topluma dair bir özellik ya da problem. İslamcılık ise Müslümanlıkla da farkları olan bir eğilim. Geleneksel Müslümanlığa karşı modern ve siyasal bir tutum. O nedenle aslında muhafazakârlıkla da çatışan bir eğilim. Ne var ki İslamcıların sosyopolitik tabanları büyük ölçüde muhafazakârlar. Yani İslamcılar, muhafazakârların isyancı evlatları. Evet, “baba”ya isyan ediyorlar ama bir açıdan da “baba”nın tutumunu sürdürüyorlar. Yani her ne kadar muhafazakârlığı eleştirseler de, zihinsel ya da davranışsal karşıtlıkları bir noktada kırılıyor ve tuhaf bir biçimde muhafazakârlığa avdet ediyor. Adeta her iki eğilim çatışarak birbirini yok etmek kadar beslemeye de çalışıyor. Bu ise ortaya gerçek anlamda bir sorunsal çıkarıyor. Dolayısıyla İslamcıların bu yönlü eleştirileri çok da sahici ve köktenci olmadığı için, belirgin bir özgün düşünce de ortaya çıkmıyor.

Peki Türkiye muhafazakârlığı hakkındaki kanaatleriniz nelerdir?

Türkiye muhafazakârlığı aslında oldukça yaygın bir tutum. Hatta tabir caizse toplumun yegane sahici tutumu bu. Öyle ki tüm siyasi eğilimler, temelde muhafazakâr bir ana damar üzerinde durmakta. Temel güdümüz, muhafazakârlığın da temel güdüsü olan koru-n-macılık ve varlığımızı bir şekilde sürdürme anlayışına dayalı. Bu ise sinik bir toplumsal mücadele ve varoluş biçimini ortaya çıkarmakta. Bir noktadan sonra kaytaran ve inancı ya da ideolojisi yerine çıkarlarını ya da varlığını korumayı esas alan bir anlayış bu. Ak Parti içerisindeki İslamcılar, CHP içerisindeki solcular ya da BDP içerisindeki Şafilere bakarak bu tutumu örneklemek ya da anlamak mümkün sanırım.

Yazılarınızda muhafazakârlığı tartışırken Türkiye örnekliğine genel göndermeler dışında değinmiyorsunuz. Niçin?

Ben tartışmalarımı genel anlamda kuramsal bir düzeyde sürdürmeye çalışıyorum. Ayrıca muhafazakârlığın, cesameti dışında önemsenecek bir yanı olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü üretici veya yaratıcı bir eğilim olmayan muhafazakârlık, tüketici, fırsatçı ve sinik bir tutum. Dolayısıyla reaktif bir eğilim, ve hatta bir eğilim veya tutum olmaktan öte bir düşkünlük durumu. Nasrettin Hoca’yı Timur karşısında yalnız bırakan resmi hatırlarsak, komik bile olmayan -komik olan Hoca’dır çünkü, yani zorbaya karşı çıkmanın bir yordamını sunar bize-, sefil bir durum.

BUGÜNÜN ESTETİĞİ DÜNÜN ESTETİĞİ

Geçtiğimiz yıllarda sanat meselesi konuşulurken burjuva sınıfı da gündeme gelmişti. Modern sanatın oluşumu ile burjuva sınıfı arasında nasıl bir ilişki var. Bu ilişki Türkiye örnekliği özellikle de muhafazakârlık tartışmaları açısından ne ifade ediyor?

Modern burjuvazinin sözcüleri, AK Partiyi aşağılamak için önce onu muhafazakârlıkla özdeşleştirmeye -gerçi buna AK Parti de çanak tutmamakta değil -, ardından da muhafazakârların sanat ve estetikten yoksunluğuna dair bir söylem tutturdular. Ve hatta bu söyleme o anakronik duruşuyla Mehmet Şevki Eygi bile katıldı. Oysa hiçbir sanatçı doğrudan bir sınıfın veya sosyopolitik eğilimin ürünü olarak ortaya çıkmaz. Olan ise şudur: Bir sanatçı, sanatsal üretiminin bir yerinde belli bir eğilimle iç içe girer veya belli bir eğilimi doğrudan ortaya koyar. Özellikle burjuvazi, daha da açık bir söyleyişle kapitalizm, her tür toplumsal üretimi kendisine mal ettiği için, sanatsal üretimleri de kendisine mal eder ve hatta onun üzerinden, sanatsal üretimlerin bir rant aracına dönüştürüldüğü bir piyasa da oluşturur. Muhafazakârlık ise, farklı olan her tutuma kapalı olduğu gibi, özellikle aykırı ve farklı oluşlarıyla temayüz eden sanatsal üretimlere de kapalı olduğundan, doğal olarak bu alanı daha en başından burjuvaziye terk ederek, çağdaş sanat ve estetiğin de dışında durur ya da Mehmet Şevki Eygi gibi anakronik bazı tutumlar ortaya koymaktan, yani bugünün estetiğine dünün estetiğiyle direnmekten başka bir şey yapamaz.

ŞAİRLERİN “SİTE”DEN DIŞLANMALARI

Konuştuğumuz meselelerin kesişim noktasında bulunan isimlerden biri Mehmet Akif. O kimi zaman İslamcı kimi zaman muhafazakâr olarak anılıyor. Nitekim bu konuda yapılmış değerlendirmeler var. Akif’in Türkiye’yi terk edişini İslamcılık açısından nasıl yorumluyorsunuz? Akif gönüllü sürgünlüğü tercih etmeseydi başka bir İslamcılık mümkün olabilir miydi?

Akif’in Türkiye’yi terk etmesini İslamcılık açısından bir kırılmayı ve bir tür “kendi yurdunda parya” olma psikolojisini ortaya çıkardığını düşünmekteyim. Hatta bunu, Said Nursi’nin pozitif protestosuna karşı, negatif bir protesto olarak tanımlamaktayım. Ve hatta bu tutum, az önce sözünü ettiğim, İslamcılığın muhafazakârlığa kırılma noktalarından birisine de ilginç bir örnekliktir. Oysa Akif Mısır’a gitmek yerine, İstanbul’da kalsa ve hiç değilse Said Nursi gibi pozitif bir protesto tutumu içerisine girseydi, İslamcılık daha sağlıklı bir mecrada, kendi asli mecraında, yani bu ülkenin madden ve ruhen gerçek sahibi olmanın bilinciyle akardı diye düşünmekteyim.

Akif ve Nazım cumhuriyet sitesinden gitmek zorunda kalan iki şair. Buradan felsefeye Platon’a gelmek istiyorum. Platon’un siteden şairleri kovmasının sebepleri nelerdir?

Şairler, politikacıların, yani siteyi (polis) yönetenlerin hiç sevmedikleri kimseler. Çünkü onlar, eleştirileri ve Hakikate olan bağlılıklarıyla, stabil yönetimi her zaman çığırından çıkarabilecek bir “olağan şüpheliler”dir. O nedenle de Platon, kendi ideal toplumunda -ki bu toplum, aynı zamanda ideal bir komünizm tasavvuru, bir tür ütopya, belki de ilk ütopyadır-, şairlere yer vermez. Çünkü şairler, Ranciere’in deyişiyle, sahici bir politika kadar temsilciliği de mümkün kılan, sessiz yığınların, yani temsil edilmeyenlerin temsilcisi ve sözcüsü olma niteliğine sahiptirler. Dolayısıyla sanatçılar aslında burjuvaziden ziyade toplumsallığın kıyılarındaki (devrimci) sınıflara ya da eğilimlere daha yakındırlar. Bu ise onları, politikacılar, daha doğrusu egemenler açısından, her daim netameli kılar. Gerek Nazım gerekse Akif’in baskılar sonucu “site”den dışlanmaları, bu gerçeği teyid eden çağdaş bir örnekliktir.

Peki bu platonik bilinç sonraki sanat tartışmalarını nasıl etkiliyor?

Gerek Platon gerekse Aristo açısından asli sanat, zanaattır. Yani sanatçının bir örnekliğe bakarak kopyalar (mimesis, simülasyon) üretmesi. Yunan düşüncesinde yaratıcı bir Tanrı anlayışı olmadığı gibi, yaratıcı bir sanatçı anlayışı da bulunmamaktadır. Bu ise sanatçıyı sitenin bir memuruna dönüştürmektedir. Yani egemenleri eleştiren ve onlara karşı mücadele eden biri değil de, egemenliğin yeniden üretimine katkıda bulunan biri; bir yaltakçı, bir tür çanakyalayıcı.

Platonik bilincin Müslüman düşünürlerin sanat konusundaki değerlendirmelerinde etkili olmasının sebebi nedir?

Aslında farkında olmasak da Platon(un düşünceleri) o kadar dolmuş durumdaki ruhumuza (bizzat ruh kavramının kendisi bile oradan sirayet eden bir kavram), İslami olarak addettiğimiz birçok düşünce, aslında ona ya da talebesi Aristo’ya ait. Özellikle toplumsal sınıfların ontolojikliği, ideal toplum düşüncesi (ütopyacılık), tanrısal bir ruha sahip olma düşüncesi, sanata ve edebiyata karşı küçümseyici ve kuşkucu yaklaşımımız, özgürlük korkusu, kapalı toplum anlayışı, otoriterlik ve totaliterlik eğilimleri vb hep ondan beri düşünce dünyamıza sirayet eden düşünce ve eğilimler. Bu ise geriye, demin de söylediğim gibi salt o ideal(ize edilmiş) özdeşçil toplumun yeniden üretimi, yani taklit ve tekrardan başka bir şey bırakmıyor. Değişim ve özgürleşme olumsuzlanarak, muhafazakârlık yüceltiliyor. Farka ve farklılığa dayanan değişme, özgürleşme ve sahici bir siyasetin zemini, daha doğuşunda bile aşağılanarak kötürümleştiriliyor. Zaman yerine mekân önem kazanıyor; daha doğrusu zaman mekânın bir parametresi haline geliyor ve sahici bir zaman kavramından fiili olarak uzaklaşılıyor. Bu ise trajediyi, yani hayatın trajikliği kadar sahici anlamda bir imtihanda olma düşüncesini de ortadan kaldırıyor.

İSLAMCILIK, SANAT VE AHLAK

İslamcılık düşüncesinin sanatla temas kurmasını olumsuzlayan yaklaşımlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

İslamcılık temel anlamda siyasalı öne alan ve toplumun kurtuluşunu siyasala daha doğrusu iktidar(da olmay)a bağlayan bir eğilim. O nedenle estetik kadar etik üzerinde de ciddiyetle durmayan, bunları önemsemeyen ve ikincilleştiren bir bakış açısına sahip. Bu tutumu ise İslamcılığı sorunlu kılmakta. Estetik ve etik bakış açılarını önemsizleştiren bu yaklaşım, ister istemez toplumsalın kuruluşunda siyasala aşırı bir önem atfeden bir dikkate, daha doğrusu dikkatsizliğe yol açmakta. Oysa estetik (sanat) ve etik (ahlak) insanın ontolojisine aitken, siyaset toplumsallaşma sonrasında beliren bir anlama sahip. Yani ahlak ve estetik insani ontolojiye aitken, dolayısıyla insan açısından birincil bir değerde iken, siyaset toplumsallığın ontolojisine ait bir eğilim, yani ikincil bir değere haiz. Değerlerin bu yer değişimi ise İslamcılığı konjonktürelleştirmekte. Dolayısıyla İslamcılığın öncelikli olarak insanın değil de toplumsalın kurtuluşunu esas alan bu bakış açısından bir an önce vazgeçmesi ve değerleri asli yerlerine oturtması gerekmekte. Aksi halde salt toplumsala ait siyasal bir “proje” olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Projecilik ise, bilindiği gibi her fırsatta eleştirdiğim kurgusal ve yapay bir tutum. Bakış açılarımızı bir an önce insana ve insanın asli değerlerine yöneltmezsek, İslamcılıktan geriye bir ruh yorgunluğundan başka bir şey kalmayacaktır.

Bu tartışmalarda roman meselesi daha öncelikli bir noktada. Tiyatro ve heykel ise daha arka planda. Siz romana olumlu yaklaşırken tiyatroya olumsuz yaklaşıyorsunuz. Trajedi ve trajik olan konusunda ise tekil bir yorumdan söz edilmeyeceğini ifade ediyorsunuz. Bu konulardaki düşüncelerinizi açıklar mısınız?

Sanat eseri, daha doğrusu estetiğin üretimi, her zaman sahici olan üzerinden olmuştur. Çünkü bu, insanın sahici doğasına ait bir eğilimdir. Aslında ben, estetiğin en asli tezahürünün ahlakta yani bizzat yaşamsal olanda, davranışlarımızda ve edimlerimizde tezahür etmesi gerektiğine inanmaktayım. Birincil tutum budur çünkü. Sanat eseri üretimi ise estetiğin soyutlaştırılması ve hayattan koparılması anlamına gelmekte. Sonuçta bu, insan üzerindeki bir derinleşme, arayış ve geriye dönüşlerle insani olanı güzelleştirme ve mükemmelleştirme çabası olarak tahammül edilebilir bir durum. Ama tiyatro, yani rol yapma, insanın sahicilikten koparılması olarak, yaşamsal olanı trajikliğinden uzaklaştırıp, onu tekrar ve taklit edilebilir bir tutuma dönüştürmekte ya da bunu özendirmekte. Oysa bir insanın ve bir Müslüman’ın, temelde kendi davranışsal özerklik, özgünlük ve özgürlüğüne sahip olması ve bunu behemehal elinde tutması gerekir. O nedenle de temel anlamda nesnesi rol yapan ve taklit eden insan olan tiyatroyu doğru bir sanatsal eğilim/estetik tutum olarak görmemekteyim. Nitekim kitapta Badiou ve Nietzsche’nin de bu konudaki tepkilerini zikretmiştim.

Genelde doğu- batı ayırımına karşı bir bakışı olan yazılarınızda tiyatro türünü ele alırken bu ayırıma yaldanmış olmanız bir çelişki değil mi?

Tiyatro, bir Yunan icadı gibi dursa da, rol yapma üzerine dayalı bir sanatsal, dahası yaşamsal bir eğilim, dünyanın her yerinde görülen bir tutum. Ve hatta üzerinde yeterince özen ve dikkat gösterilmeyen ibadetler bile, bir noktadan sonra birer “rol”e dönüşebilirler. İnsanı taklit eden bir varlık olmaktan büsbütün kurtaramayız belki, çünkü öğrenmenin koşullarından biri de taklittir. Oysa düşünme ve iman gibi saf-sahici insani edimler, asla taklit edilemezler. Önemli olan insanın yaşamındaki sahicilik oranını mümkün olduğu kadar yükseltilmesidir.

Roman tartışılırken öncelikle itiraf ve mahremiyet da gündeme geliyor. Bir başka konu ise yazarın oluşturduğu karakterlere müdahale edip etmeyeceği. Siz yazarın karakterlerine müdahale edebileceğini düşünüyorsunuz. Niçin?

Üzerinde ne söylersek söyleyelim, bir roman sonuçta bir kurmacadır ve onu yazan tarafından üretilir. Yani Bahtin’in önemsediği ve belki de sahici bulduğu “diyalojik roman” bile sonuçta yazarına ait bir tarz üzerine yazılmıştır. Oradaki kahramanları seçen ve onları canlandıran da yine yazarın kendisidir. Ve yazar, kimileyin kurmacanın akışına kendisini kaptırsa da, daha yazmaya dair o ilk niyette neler olacağını bilmekte ya da kararlaştırmış bulunmaktadır. Öyle ki bu, tarihsel bir gerçekliğin anlatımı için bile söz konusudur. Bu açıdansa asla Allah gibi kendi yarattığı kahramanlara/insanlara gerçek ve sahici bir özgürlük bahşedemez.

Yeşil Vadi romanınız üzerine yazılan bir yazı hakkında düşüncelerini ortaya koyarken ütopyacı olmadığınızı belirtiyorsunuz. Bu konudaki yaklaşımınız romana mesafeli duran isimlerin yaklaşımı gibi “Müslüman ütopyacı olmaz”. Öte yandan ilk şiir kitabınızın adı Cennetten Düşüş bir metafor olarak bu kitabınızdaki yazılarınızda da varlığını sürdürmekte. Cennet arayışını ütopya olarak değerlendiriyorsunuz. ..

Orada da belirttiğim gibi ütopyacılık tam da platonik bir tutum. Dünya ise bir imtihan dünyası olup, Hıristiyan ütopistlerin dediği gibi “Tanrı Krallığı” ya da seküler ütopistlerin vaat ettikleri bir yeryüzü cennetinin bu dünyada gerçekleşmesi mümkün değil. Cennet ise bu dünyaya dair bir ütopya olmayıp, başka bir yaratılış formuna dair bir vaattir. Bir Müslüman, imanı gereği bu vaade ayarlar davranışlarını, yoksa ütopik bir düşe ve tutuma değil. “Cennetten düşüş” de, aslında bu olmazlığın sembolik bir anlatımından başka bir şey de değil.

Dünya Bülteni

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.