Huzur Sokağı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Nedim Saban

Sokağın bir ucunda Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda bir gala vardı. Ama bu kez sokağın öteki ucundaki, CRR’deki Huzur Sokağı galasına gitmeyi seçtim. Şu günlerde dizi film olarak yayınlandığı televizyonu gün birinciliğine taşıyan “Huzur Sokağı” gerçeğini görmezden gelebilir, ölçümlerdeki demografik yapının değiştiğini filan iddia ederek, huzurunuzu kaçırmak istemeyebilirsiniz. Ancak böyle bir sokak var. O sokak hep vardı. Bilinçaltımızda arka sokak diye dışladığımız bu sokaklar, artık ana cadde olma yolunda…

Birkaç yıl önce Zaman Gazetesi’nden Ekrem Dumanlı, manifesto niteliği taşıyan bir yazıyla çıkış yaparak, sağ cenahın sanatçı yetiştirmesi gerektiği konusunu gündeme getirmişti. Şu an devlet politikasında da bu yönde bir telaş olduğu kesin. Yeni açılan kültür merkezleri ve İslami camiada kurulan otuza yakın tiyatro var, kimileri belediyelerden ihale kapma, kimileri ise idealist biçimde var olabilme peşinde… Ancak Emine Erdoğan’ı bir tiyatro galasına taşıyan şey sadece kültür politikası değil, kendi yaşamında özel bir yere sahip olan yazara vefa borcu…

“Huzur Sokağı”nın yazıldığı dönemde, çoğunluk olma keyfini ana caddelerde sürdüren bizler, başını örttüğü için okula, işe alınmayan kızlarımızı hep arka sokaklara layık gördük… Dinini yaşamak isteyen birisine, üstten üste konuşma hakkını bulduk. “Benim de babaannemin başı bağlıydı, ama sen ideolojik sebeplerle örtünüyorsun” klişelerine sığındık. Cumhuriyetin ana caddeden yönetilen bir şey olduğunu sanmıştık çünkü. Aydınlanmanın temelinde birlikte yaşama, başka sokaklara da huzur verebilme kültürü olduğunu bilememiştik.

O dönemde hiçbir başyazar, “hadi yetişin sanatçılar” diye buyurmamıştı, ancak ötekileştirilmenin acısı o kadar büyüktü ki, Şule Yüksel ortaya buruk bir öykü çıkardı. Acıyla yoğrulmuş gerçek sanat eserleri ancak böyle zamanlarda ortaya çıkar. Düzenle barışık olmayan aydınına ağır baskılar uygulayan herhangi bir rejimin, ne kadar acelesi olursa olsun, sanatçı yetiştiremeyeceği kesindir.

Yazıldığı günde haklı olarak huzur için savaşan, “Huzur Sokağı”, 2010 Türkiye’sine huzur vermez, bu sokaktaki lirik ve naif öykü, iktidar tarafından kamplaştırılan toplumumuzda sadece gereksiz bir gerginlik yaratır. … Oyunun yönetmeni sahnelemede her ne kadar kalın çizgilerden uzak durmaya çalışmışsa da, yarı profesyonel oyuncular iyiyle kötünün savaşını zenginleştirememiş, stereotiplerin içine düşmüşler… Sözgelimi hafif meşrep ana karakterin değişebilmesi için birinci bölümde açık giyinmesi gerek. Ancak burada hayatla tiyatro bir araya karışmış, oyuncuya da açık giyinmek yerine açık giyinmeyi oynamak düşmüş. Finalde, dadı rolünü oynayan oyuncu başını açarak selam verirken, “oyuncu her şeyi oynar, ben de rol icabı kapalıydım” demek istemiş olabilir, ancak sahnede rol gereği bile açılmayan başrol oyuncusunun hayatla tiyatroyu birbirine karıştırdığı ortadadır. Oyunun en yetkin oyuncusu Uğraş Atay’ın karısını peşkeş çeken, kumar düşkünü bir alkoliği canlandırırken de camianın alkolle ilgili çekinceleri nedeniyle sarhoşluk halini vermek için yalpalamaması bile, herhangi bir doktrinin doğrularına hizmet ederek sanat yapılamayacağının göstergesi. Galasını Cemal Reşit Rey’de yapacak kadar zengin, ancak derme çatma dekorunu kimin bile tasarladığını gizleyecek kadar yoksul olan Temaşa Tiyatrosu’nun oyunu, estetik açıdan, yıllar öncesinin didaktik politik tiyatrosunu anımsatıyor. Oyunun idealist doktoru Yaşar Alptekin, hemen oyunculuğu bırakmalı! Bu yaştan sonra doktor olsun diyeceğim ama, polikliniğine gelen kadın hastayı İslami kurallar çerçevesinde muayene edeceğini söyleyecek kadar sığ bir bilim adamını kim ne yapsın?

Yaşamla sanat bu kadar iç içe geçtiğinde, ortaya çıkan şeye tiyatro demek haksızlık oluyor. Böylesi de, idealleri için hapiste yatmış ve on binlerce genç kızın idolü haline gelmiş Şule Yüksel Şenler’e haksızlık oluyor.

Notlar

* Bir gala neden 18.30’da yapılır? Sanırım Emine Erdoğan’ın programına uyulmak istenmiş, ama o zaman keşke 17.30’da yapılsaydı ve Emine Hanım en azından birinci bölümün ortasında terk etmek zorunda kalmasaydı… Hadi o terk etti, oyunun ortasında 100’e yakın kişi niye ayrıldı? Oyuna mı gelmişlerdi, Erdoğan’a görünmek için mi oradaydılar?

* Hollanda Kraliyet Orkestrası konserine veliaht da 15 dakika gecikmiş ve koca orkestra bekletilmişken, “Huzur Sokağı” galasına devlet erkanın 12 dakika geç kalması da doğal karşılanabilir. Tiyatroya geç kalmamak, geç kalınsa bile perdeyi bekletmemek sanırım sadece Atatürk’e mahsus!

* Emine Erdoğan’ın Huzur Sokağı’nı anlatan ve bu romanın kendi hayatındaki yerine değinen konuşması çok dokunaklıydı. Bu kadar güzel bir konuşmaya kürsünün altından göz gezdirmek yerine ezbere yapabilmesi çok daha etkili olurdu.

* Şule Yüksel Şenler’in sağlık nedeniyle sahneye çıkamadığı halde, oturduğu yerden yaptığı konuşma içten, samimiydi. Gidip elini öpmek istedim.

* Bugünün siyasileri, müteahhitleri, işbitiricileri ve işbirlikçilerinin niye Şule Yüksel kadar huzur verici bir sesi yok? Kendilerinden emin gibi konuşuyorlar, inandırmak için bağırıyorlar… Huzur Sokağı’nın yazarından öğrenecekleri çok şey var!

* İlk defa bir gala davetiyesinin 3 kişilik olduğunu görüyorum. Sen, eşin ve bir çocuğunu mu getir denmek isteniyor? Ya da eşin ve bir arkadaşınla mı gel deniliyor, anlamak mümkün değil.

* Oyunda Montaigne aşağılanırken, dünyada hiçbir sanat eserine güvenilmemesi ve sadece tek din kitabına güvenilmesi salık veriliyor. Sanat kitaplarının doğruyu söylemek gibi bir derdi yok ki zaten, din kitaplarıyla rekabet etme derdi hiç yok.

* İzleyicilerin heyecanlanarak, duygularını “Allahuekber” diye dillendirmeleri oyunun yer yer ne kadar dokunaklı olduğunu gösteriyor.

* Galalarda meşhurlar, mankenler, sanatçılar filan olur. Hadi Yaşar Alptekin’in manken arkadaşları gelmemiş, hiç değilse dizide “Huzur Sokağı”nda oynayan Selin Demiratar, Kutsi, Güven Hokna filan gelselerdi? Acaba gizli bir rekabet mi var?

* Nazlı Ilıcak, oyunun birinci perdesinin sonunda niye ayrıldı? Beğenmediğinden mi, yoksa televizyon programına filan mı yetişmesi gerekiyordu?

* Köşe yazarları nerede? Tiyatro eleştirmenlerinden sadece Hüseyin Sorgun’u gördüm. Ahmet Hakan, Yiğit Bulut, İskender Pala, Ertuğrul Özkök, Nagehan Alçı’nın ne düşündüğünü merak ederdim…

* Kaç tiyatroya başbakanın eşi huzurunda, Cemal Reşit Rey’de oynamak nasip olur? Kıskandım…

* Tiyatroya gençlerin pek de toplu gönderilmediği bir dönemde, Burç Koleji’ndeki onlarca öğrencinin oyuna toplu olarak gelmesi heyecan vericiydi.

* Ahmet Misbah Demircan ve eşine, Hollanda Kraliyet Orkestrası konserinin ardından burada da rastlamak ilginç. İstanbul’da devlet protokolünün en önemli temsilcilerinden biri haline gelmişler.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nedim Saban

Yanıtla