"Gerçeklik Kanonu" ve Karşı'sı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Nazım Sarıkaya

“Gelin mistiklerin birbirini Tanrı’da sevdiği gibi biz de birbirimizi Sanat’ta sevelim.”

Flaubert

Hayatını edebiyatın Edebiyat olabilmesine adayan Flaubert’in metinlerine girecek her kelime için  ayrı mesai harcadığı, bazen bir kelime için günlerce düşündüğü(belki biraz abartılsa da) hepimizin malumu. Nedenlerine baktığımızda hak verebiliyoruz, yaşanan gerçeği yazınsal bir boyutta aynılık iddiasıyla yeniden üretme düşüncesi doğallığında kolay olmasa gerek. Bu düşünüşe göre üretilen biçim sonuçta öyle bir hal almalıdır ki gerçeğin bizatihi kendisi sayılmalıdır. Başka bir anlamıyla sanatta gerçekçilik iddiası Florenski’nin resim için dediği gibi, zamanı da işin içine katacak olursak dört boyutlu hayatı, iki boyutlu sanata(çizgi, kurmaca vs.) aktarma işlemidir. Peki nedir Flaubertleri bu düşünceye iten istenç? Gerçekliği gerçekçilik olarak gerçekten gerçekleştirmek mümkün mü?

İşe Batılı öznenin neden böyle bir “gerçeğe” muhtaç olduğuna bakmakla başlayalım. Nietzsche bunun cevabının “insan olmak” olduğunu söylüyor. İnsan doğmayan insanın trajik hatası-insan olmak! Yani doğduğumuzda kirlenmemiş olan ben’in(bu ben kesinlikle bugünkü anlamıyla ben değil) büyük öteki’ye dahil olmak için attığı her adımla, yani insan olma süreciyle birlikte aslında yok olduğunu, bengi-özünü yitirip sembolik düzenin nesnesi haline geldiğini vurguluyor. İşte tam da bu trajik hatasından kurtulmak için(ilk-bir’den kopuş acısı) yeni bir “gerçeğe” muhtaçtır insan. Bu bağlamda ancak kendisini kandıracağı(görüntünün görüntüsü) bir yanılsama onu rahatlatabilir. Oysa Nietzsche’ye göre gerçek bilge bu istencin semboliğin bir parçası olduğunu bildiği için eylemden kaçınır, “Tragedyaların koro üyeleri gibi sadece bu acıyı yaşar-paylaşır.” Şimdi fotoğrafı biraz genişletecek olursak insan olma- acısını dindirebilen bu yanılsamanın gerçekleşebilmesi için; Aristotales’ten perspektif ressamlarına, modern güzel sanatların mucitlerine kadar herkes en az Flaubert kadar çalışmıştır diyebilir miyiz? Öyleyse Tragedyaların(yaşamsal boyutuyla) bittiği bir dönemde Poietika’nın yazılırkenki motivasyonunu kürsüde edebiyat tarihi dersini veren bir akademisyenden çok farklı düşünmemek gerekiyor. Sonuç olarak ikisi de(başka nedenlerde olsa da) yanılsamanın kabulü için tekçi, kapsayıcı bir yol izliyor aynı perspektif düşüncesinin kapalı yapısı gibi. Şimdi tarihsel boyutuyla da düşünecek olursak sonradan formüle edilmiş bir “gerçeklik kanonu”yla karşı karşıya kalıyoruz. Aristotales’in dramanın yapısını, kurallarını tipikleştirip bunu insanlığa sunmasını ya da “tarihin bugünden geçmişe asimile edilip(güzel) sanatsallaştırılmasını” (Larry Shiner) ve tek doğrunun perspektif olarak sunulmasını hep aynı “gerçeklik kanonu” bağlamında okuyabiliyoruz.

Peki bu gerçeklik kanonu neden totaliter biçimler alarak tekçi, kapsayıcı bir yapı içeriyor? Bu soruya da Nietzsche üzerinden yanıt arayalım. Aynı insanın kültürü üretip kültürün boyunduruğu altına girmesi, onun içinde yok olması gibi üretilen “gerçeklik kanonu” da insani(kültür) üretimin bir sonucudur. Bu kanon da kültürde olduğu gibi toplumu kapsamaya başladıktan sonra da kendisi dışındakini yok saymıştır. Perspektifin yeniden bulunmasının ikona ressamlığını, güzel sanatların icadının sanat-zanaat ayrımını dayatıp sanattaki tekhne’yi asimile etmesi buna örnek olabilir. Bu asimilasyon yüzünden tam da bugün zanaat adını andığımızda yalnız tekhne (işlev) anlamını buluyoruz oysa asimilasyondan önce poiesis (güzellik) de en az teknik kadar aynı kelimenin göstereniydi.

Gerçeklik kanonunun ötekini yok sayması düşüncesi, tarihin güzel sanatlar öncesi(yokluk)-sonrası(varlık) olarak ayırması açısından baktığımız zaman çok açık görülebilir. Kültür gibi sonradan icat edilen güzel sanatlar da tarihin kapsayabildiği kadarını kapsamış (bu kapsama işlemi yapılırken güzel sanatlar kategorisine girebilenlere kendinde olmayan “yüce” anlam katılmış) kalanını da yok saymıştır. Bu yüzden Shakespeare’i bugün konuşmadan önce iki kere düşünüyoruz. Oysa bu(yüce) anlam tamamıyla -bugünden düne- üretilmiş bir anlam, Shakespeare oyunlarını sahneleme sırasında sık sık değiştiriyor, bizim konuşmaya kıyamadığımız vecizeleri bir kalemde silebiliyordu.

Artık üretimi konusunda hemfikir olduğumuzu düşündüğüm bu “gerçeklik kanonu”nun şimdi de neden insanlarüstü bir konuma yerleştirildiğini sorgulamaya başlayabiliriz. Yazının başında Flaubert’ten alıntıladığım cümleye Florenski tam karşı bir cepheden katılıyor “…dünyayı bilmenin iki yolu vardır: Kültürün Ortaçağ’a ait gecelerinin mi Aydınlamanın gündüzlerinin mi seçileceği.” Bu farklı bilme yollarının aynılığı üstel bir kurumda birleşiyor. Bu kurum ya Ortaçağ’ın gizil tanrısı(bu bilinmez ikonalardaki tersten perspektifin nedenidir) ya da Aydınlanma’nın ışık saçan kartezyen aklıdır. İkisi de “merkezidir” ve dünyalar bu merkezlere göre şekillenir. Ortaçağ’ın insanı tanrının ışığını gördüğü yere göre resmin “izini sürerken” kartezyen özne ışığın bizatihi kendisidir. Dünyalar onun için göz’e gelir ve sadece bu göz’e gelendir(“gerçek”) dünya. Bu görme biçimi(perspektif) şeylere saçtığı ışık “sayesinde” bu kadar açıktır. İşte şimdi “gerçeklik kanonu”nun neden tanrısal bir içerik kazandığını anlayabiliriz: “Ölen tanrı”nın yerine (Nietszcheci insanın muhtaçlığı meselesi) insanı kapsayacak yeni bir üstyapısal kuruma, konjonktürel olarak baktığımızda da ortaçağ sonrası kaosu (katololik-protestan, milliyetçilik düşüncesi ve dil) durdurmak için yeni bir kuruma ihtiyaç var: Kartezyen akıl! Bu yüzden “yeni doğmuş Tanrı’nın” görme biçimi(perspektif) ve aydınlanma(akıl, sanat, bilim vs.) tanrısal bir içerik, dokunulmazlık  kazanıyor.

Sanattaki bu yanılsamaya karşı ilk savaşı Platon vermişti. Ona göre görüngülerin ideanın bir yansıması olduğu bu dünya için sanat, yansımayı yansıttığı için katlanmış bir yanılsamaydı ve bu(benzetmeci) haliyle yalancıydı! Kültürün bengi-özü kirletmesi gibi sanat da yalanlarıyla ahlakı kirletebilirdi. Tabii Platon burada İyi İdeası’na ulaşmak için başka bir kültür önermesi yapıyor ancak bizim üzerimizde durduğumuz konu yanılsama meselesi. Platon’a göre bu yanılsamanın -gerçekliği- imkansızdır. Örneğin ressam gördüğünü çizense göz sadece yüzeyi aktarabilir oysa hakikat, tinsel olanın bilinmesidir, Platon’a göre bunun için sadece göz yetmez akla da ihtiyaç vardır. Yine Platon için hakikat meselesi bağlam dışına çıkıyor gibi dursa da görünenin yanıltıcılığı Florenski için de önemlidir. Gözdeki pineal bez dünyayı perspektifle resmedilmiş bir tablo gibi gösterse de gerçekte şeyler ufuk çizgisinde bir araya gelmez. Bu yüzden gerçekten de göz yanıltıcıdır. Ancak zamanlararası bu karşılaştırmayı yaparken anakronizme düşmemek gerekiyor. Perspektifin bu yanılsamayı genelgeçer gerçek olarak sunması, insanın ilk kez Tanrı olmayı deneyimlediği, bilme arzusunun dürtü halini aldığı Aydınlama dönemi için(belki) olağan karşılanabilir ancak bugün için perspektifin merkezi düşüncesi körlüktür, çünkü 20.YY’da “Tanrı İnsan” da öldü, telaş etmeyin nur topu gibi bir Tanrı doğurduk: Dil ve anlam! Bu bağlamda 20.YY’da Dil gerçekten yeni bir Tanrı mı yoksa Aydınlanmanın Diyalaktiği mi tartışması bu yazının sınırlarını aşacaktır.

Son olarak bu “gerçeklik kanonu”nu icat edenlerle buna karşı çıkanları bir yastıkta kocatmaya çalışacağım: Kurum olarak sanat. Aristoteles’in ölçü-uyum-harmoni üçlüsünü Nietzsche’nin diyonizyak özü apollonla yansılayan Wagner’iyle, güzel sanatların(yüce) poiesis’yle zanaatın (ucuz) tekhne’sini, İkonaların tersten perspektifiyle aydınlanmanın merkezi perspektifini aynı yastığa baş koydurtmam tabii ki tümünü tarihsel bağlamından koparıp bugün yapılacak bir nikah töreni için geçerli olacaktır. Bugün bu iki ayrı düşünme biçimi de sanatın ayrı bir kurum olarak varlığını kabul ederek ya sanattan kurtarıcı bir işlev(Nietzsche) ya sanatta kendisi içinlik ya da başka bir şey içinlik (devrim, kadın özgürleşmesi vs.) bekler. Batı sanatının tümden eleştirisi olan Dada ve devamında Sürrealizm için de sanatçı Aydınlanmanın ışık saçan sanatçısında olduğu gibi bilinçdışını görerek “sıradanlıktan” ayrılır. Ayrı düşünsel konumdaki sanatçılar aynı yerdedir. Bir başka boyutuyla neo-dada ve pop-art’ın yaptığı gibi zanaat ürününde(vazo, kap vs.) soyut dışavurumcu çalışmak(meme, tuhaf çıkıntılar); yani onu işlevsel bağlamından ayırmayarak(!) ona (güzel) sanatsal müdahalede bulunmak sonucu çömlekçiliği “seramik sanatçılığı” haline getirmekle karşı-sanat karşı çıktığı şeyi kendinde üretir hale gelmiştir. Zanaat birilerince(güzel) sanatsallaştırılmıştır. Galiba artık bu ayrımların aslında aynılıkla sonuçlanmasının nedenini görmemiz gerekiyor: Kendini ve ötekini tanımlayıp kendine ve ötekine göre “düşünen” her düşünüş eş zamanlı olarak “kendi kendini” düşünüyordur.

Not: Bu yazı İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümü Tiyatro Eleştirisi 1 dersi kapsamında okunan:

Aristoteles-Poeitika

Platon- Devlet

Larry Shiner- Sanatın İcadı

Nietzsche- Tragedyanın Doğuşu

Florenski- Tersten Perspektif kitaplarından faydalanarak ders için hazırlanmıştır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nazım Sarıkaya

Yanıtla