Bir Avdan Avcı Hikâyesi Üzerine: "Katilcilik"

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Habertürk gazetesinden Betül Memiş’in Altıdan Sonra Tiyatro’nun Katilcilik adlı oyununun yazarı ve yönetmeni Yiğit Sertdemir’le röportajını okuyucularımızla paylaşıyoruz.]Altıdan Sonra Tiyatro’yu yeniden aynı sahnede buluşturan Katilcilik, bu sezonun en oyunları arasındaki yerini aldı. Ben de oyunun yazarı ve yönetmeni, algısının hastası olduğum Yiğit Sertdemir’le incesinden bir kelama düştüm. İşte size kalanlar…

“Bir varmış, bir de yokmuş…Çok eskiden değil de şimdiki zamanlarda, insanlar böyle yaratık gibi bir şeyin içine girip, orada başka hayatlar yaşarlarmış…. ‘ben ben ben’ diye diye ölürlermiş. Sonra işte zaman yine bu zamanlarmış… Artık üç kişi olmuş bunlar…”
Herkesin bir hikâyesi ve en sevdiği bir masalı vardır. Sizin hikâyeniz nedir, masalınız hangisidir bilmiyorum ama Kumbaracı50’nin yeni seyirliği, ‘Katilcilik’ böyle başlıyor ve her şeyin farkındaymış gibi yapan bizleri, üç farklı hayatın otopsisine tanık ediyor.

Şimdi bir maniniz yoksa; sizleri kıvamında bir yazarın-tiyatrocunun, kelamına götüreceğim fakat öncesinde, Katilcilik’e birazcık dokunalım…

Birazdan kendisiyle hemhal olacağımız, us’umuza her daim şahane hareketler serpiştiren Yiğit Sertdemir’in yazıp, yönettiği, dekor tasarımında imzasının da bulunduğu oyunda, ‘Altıdan Sonra Tiyatro’ ekibinden Aslı Can Kortan, Gülhan Kadim, Şirin Keskin, Ebru Gözdaşoğlu, Seda Özen Yürük, Erkan Kortan, Yaman Ömer Erzurumlu, Onur Tuna, İhsan Dehmen ve Seyfi Erol rol alıyor. Müziklerini Onur Kahraman, kostüm tasarımını Candan Seda Yalım Balaban (bu arada bilahare kendisinin, muhabbeti ve pek şukela kuklalarına geleceğim), ışık tasarımını İsmail Sağır ve fotoğraflarını Sevgi Can’ın üstlendiği ‘Katilcilik’i, sezon boyunca Kumbaracı50 sahnesinde seyredebilirsiniz.

KAFASI GÜZEL ADAMIN KELÂMINDAN

Gerçek şu ki;Yiğit Serdemir ve Altıdan Sonra Tiyatro ekibi, işin içinde olduğunda, yaptıkları projelerin şerecesini dökmeye gerek kalmıyor. Zira tecrübeyle sabittir, onlar en âlâsından bir dünya yaratıyorlar, gidip de bu dünyanın bir parçası olmamak imkansız! Hadi gelin, üşenmeyip hatırlayalım: ‘Gerçek Hayattan Alınmıştır’, ‘Barzo ile Konserve’, ‘Dertsiz Oyun’, ‘Yokuş Aşağı Emanetler’, ‘Haz Makamı’, ‘Fail-i Müşterek’, ‘444’, ‘Öldün, Duydun mu?’, ‘O.B.E.B.’, ‘Kapıların Dışında’ ve ‘Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi’… Belirtmeden geçemeyeceğim; hem kelama düştüğümüzde, hem de söyleşiyi çözerken çok eğlendim. Beyin loblarını arada bir havalandırmak iyidir minvalinde, umarım Katilcilik’i seyreylemeden önce, Yiğit’e göre 70 dakika bana göre paralel evrende olmak istediğim yerdeyim’in kelamı, size de iyi gelir! Unutmadan, kelamımızın yarısında masamızı Tomris İncer de şereflendiriyor. (Es notu: Ey, aklı her daim başında, ensesi her daim serin ve ODTÜ’lülere hişt’lemeyip de empatiyi empati yapan okur; Katilcilik bu sezonun ‘en oyun’larım arasındadır, seyredip daha da güzel olmanızı salık veririm. Oyunun iskeletini anlatamıyorum, zira Yiğit’ten ayar yedim, o yüzden lâl’a bağladım: latife ediyorum-dermişim!)

Uzun bir aradan sonra Altıdan Sonra Tiyatro’yu aynı sahnede buluşturan, şahsına münhasır hikâye ‘Katilcilik’ten bahsedelim?

2006 yılında, aklıma bir şey geldi. Yazayım diye, oturdum başına ama başka bir şey çıktı:
‘Öldün Duydun mu?’ oyunu… Sonra başka bir oyun yazmaya oturdum ama o da olmadı. Kısaca, ‘Katilcilik’ rafa kalkmıştı fakat onu düşündüğümde, aklıma hep intihar etmiş bir adam hikâyesi geliyordu. Ve bu senenin başında, ‘Katilcilik’ köşeden göz kırptı bana: öcünü aldı diyelim. Ekiple de Italo Calvino’nun ‘İkiye Bölünen Vikont’undan sonra birlikte oynamamıştık. Bu bakımdan da Katilcilik’le yine aynı sahnede buluşmak güzel oldu. Ama metine, 6 yıldır da dokunmuyordum. Konusu ve içeriği değişimlere uğradı, gerçi ilk sahnelenen halinden bile farklı şu an.

Katilcilik’in mayası nereden çıktı? Bir de 6 yıl öncesinin hikâyesi, şimdi ki zamanda, nasıl değişimler geçirdi?

Aradaki süreç sebebiyle ve dekorla ilgili sıkıntıdan kaynaklı değişim oldu. Ortak akıl önemli bizim ekipte ve genelde bir göz mekanizmamız var. Yani öyle burnunun dikine durumu olmuyor, oluyor da uzun süre olmuyor. (Gülüyor.) Katilcilik, internet üzerinden tanışan üç kadın üzerinden gidiyor. 2000’lerin ortasında ‘msn’ daha yeni yeni sıçrama yapmıştı. İlgimi çekti benim de. Ayrıca ufak bir de tecrübem olmuştu bu Katilcilik’in konusunu oluşturan hikâyeye benzer. Tecrübeleme dediğim yani Katilcilik’in mayasına gelince; O zamanlar, sosyal ağ platformunda (msn) edebiyat-felsefe odaları vardı, nick name’lerle söyleşilerin yapıldığı. Ben de iki farklı kişi ile tanıştım bu odaların birinde; kadın ve erkek. Edebiyat üzerine ciddi ciddi sohbetler yaptık. Bir gün, İzmir-Buca’ya ailemi ziyarete gitmiştim. Buraya kadar gelmişken görüşelim dedik. Ve beni evlerine davet ettiler. Eve gittim ve bu iki insanın abla – kardeş olduğunu öğrendim… Şimdi gözümün önüne gelen figürler; karanlık iki tip. Bomboş ev, yer yastığından başka salonda hiçbir şey yok. Ev, tren istasyonu yanındaydı ve tren geçtiğinde sallanan ve bozulan sessizlik hali, hâlâ aklımda kalan. Fakat yanlış algılanmasın, ikisi de entelektüel tiplerdi; evet, tuhaf ve acımasız gibiydiler ya da sonradan bakınca fotoğraf öyle görünüyor. İstanbul’a döneceğimden, evden ayrıldım… Yani orada hissettiğim; o garip bakışmalardan sonra bunlar beni öldürebilirdi, oldu. Ben, üçüncü kişiydim. İki kardeş var ve ötekisi de yani ben de avım diye düşündüm. Yani o zamandan ortaya çıkan hikâyenin epizodik ve otopsi sahnesinin olacağı belliydi. Bir de masal anlattığı sahne var o zamandan.

ESKİDEN SAKLANIRDIK ŞİMDİ TEŞHİRE YÖNELDİK

Zaten senin bütün oyunlarında yahut hikâyelerinde bir masal alemin var?! Bu masal aşkı nereden?

Doğru… Çünkü hikâye anlatmayı seviyorum ben. Ayrıca hikâye anlatma keyfim var benim, ki hikâyenin, seyirci ile buluşturan bir dokusu da var. Çok hikâye okuyarak büyüdüm, roman değil, sadece hikâyeler ve şiirler. Katilcilik’te anlattığı masal da değişti. Çünkü hikâyedeki buluşmalarını anlattığı internetin hayattaki yeri de farklı artık. Önceden internet, kendini sakladığın bir oluşumdu yahut paylaşımdı, şimdi ise daha çok teşhire yöneldi. Aksine bir durum gelişti. Ben, Katilcilik’te, kendisini teşhir etmek yerine hâlâ saklamaya çalışan üç kişinin-kadının buluşmasını anlatmaya çalıştım.

Tüm bunların yamacında tiyatroya-yazmaya başladığın ilk zamanlardan şimdiye, sen ne durumdasın? Bitenler, kalanlar…

Yazmaya çok erken başladım. 24 yaşında, ‘Bekleme Salonu’nu yazdım. O vakitler, şu anki gibi olağanüstü, çok fazla yazan yoktu. Berkun Oya, Yeşim Özsoy Gülan ve ben. Bizim için yeni bir soluk diyorlardı; yeni yazar… Zaten ben, rastlantı sonucu yazmaya başladım. Evet, o zamanlar gelmeyin üstüme olayı oldu biraz. Bu durum gerginlik yarattı da. Kendi çapımızda kavrulurken, ödül geldi, ‘aa duyuyorlar’ olduk. O.B.E.B. oyunuyla da ses getirdik, hatta ekibin adını O.B.E.B. sandılar ilk başta. Sonra ‘444’ oyunu geldi ve ekip daha da duyulmaya başladı. Bunlar tabii bir şeyler yüklüyor omuzlarına. Ama şöyle de bir şey var; aslında bir yere gelmek, o kadar da zor değil.

HER SEFERİNDE ÇOK MUTSUZ OLUYORUM

‘Bir yere gelmek zor değil’den alırsak, bu durumun sende etkisi ne oldu? Bu kadar ‘iyi yazar’, ‘şahane yazar’ tanımları, yazarken veya üretirken seni daha da yoruyor mu, yoksa sen yine devamda mısın?

Tekrar yazdığım şeylerde geri dönemiyorum ben. Bitirdikten sonra geri dönüp de düzelteyim olmuyor. Oynanış yani sahne üzerinde oyuncuya bırakıyorum, oyuncu şekillendiriyor. Mesela, ‘444’ oyunundan sonra 2-3 sene yaz(a)madım. Elim gitmedi. Bende şöyle olmuyor: “Hadi bakalım, tabi canım, hmm, öyle de yazarım, böyle de…” Ben, her seferinde çok acı çekiyorum ve çok mutsuz oluyorum. Oldu mu, olmadı mı sorularının yanında, bir beğeniyorum, bir beğenmiyorum. Öyle bir serüven yani. Ben hep denemeye çalıştım aslında. Ortak tarafları vardır muhakkak, zira aynı kişi yazıyor. Ama bütün oyunların tarzları üsluplarının malzemesi farklıdır, dokunmak istediğim şey farklıdır, söylemek istediğim bu.

Bunlara karşın imzanı çaktığın yer, çok belli. Naçizane, bir izlek olarak ben; senin herhangi bir oyunundan çıktıktan sonra ‘bu Yiğit’in hikâyesidir’ diyebiliyorum. Bu halinin farkında mısın?

Eyvallah… Ben o dediğin şeyin farkında değilim. Dün, mesela Fail-i Müşterek’in son sahnelenişiydi. Bir daha oynayacak galiba! Ayrıca şu cümle de gerçek olacak; yoğun istek üzerine bir daha oynamaya başlayacak, sanırım… (Es notu: Ve tabii dayanamayıp cümlesine giriyorum. Ama az sabredin, bu sorunun cevabı birazdan daha da netleşecek.)

VİCDAN RAHATLAMASI BÖYLE BİR ŞEY DEĞİL

Fail-i Müşterek ile vicdan rahatlaması mı yaptın yahut yapıyorsun?

Dün, aynı soruyu sordu birisi. İlk defa seyretmiş; ‘Niye bitiyor oyun, devam etsin lütfen! Rahat uyuyorsunuzdur demi? İnsan, dert ediyor ve siz, o derdinizle ilgili bir şey yapabiliyorsunuz. Biz yapamıyoruz. Vicdanınız rahattır!?’ dedi. Hayır işte, bir şey yapınca değil, yaptığın şey, bir kişiye ulaşınca vicdanın rahatlar.

Peki sen ulaştığına inanıyor musun?

Hayır. Bitirme sebebim, biraz da bu zaten. Bir işe yaradığını düşünmüyorum… Tamam, izlendi, elbet birilerine ulaştı ve etkilenenler oldu tabii ama… Öyle bir şey değil istediğim…

Ne olmasını istiyordun ya da isterdin?

Sonunda ne olması gerektiğini aslında ‘Dertsiz Oyun’da anlatmaya çalıştım. Ben yapınca olsun diye değil, tiyatro bir gün bunu yapsın diye. Beklentisi bu… Kişinin ya da kişilerin ve tabii hikâyelerin, tiyatroyu araç kılarak bunu başarması gerekiyor. Ben de bunu yapmaya gayret ediyorum.

ŞEHİR VE APTAL KELEBEKLERİ

Sen sanki tiyatro yapmasaymışsın da bir şeylere el atarmışsın gibi geliyor. Kısaca, senin bir kaşıntın varmış da tiyatro buna bahaneymiş gibi…

16 yaşında üniversiteye girdim. (İTÜ Makine Mühendisliği girişli; Yeditepe Üniversitesi burslu tiyatro bölümü mezunu) Mühendis olmayacaktım biliyordum. İlk oyunumu, 17 yaşındayken yaptım. Yönetmen bendim, ama yaşım tutmuyor diye, oyun sonrası arkadaşlarla içmeye gidemiyordum, düşün! Yani nereden nereye geldim durumundaki algıları hallettim. Ya da o tür durumlar, erken halloldu diye düşündüm hep. Ama belki de kendimi kandırdım. Bilmiyorum. Ayrıca karşıdan da öyle halletmiş ya da halletmemiş gibi görünüyor da olabilirim. Tiyatro olmazsa ölürüm, kısmını ise bilmiyorum ama tiyatro olmadı ve ben ölmedim. 6 ay kadar ölmedim, yaşadım. Ama o zaman aralığı da, bana ‘Gerçek Hayattan Alınmıştır’ı yarattırdı. Bir şekilde kusmasam ölürüm herhalde.

Ve “Şehir ve aptal kelebekleri” bu mevzu nedir? Ne diyordun metinde, “Sanrıların kararı bu, sanrılara sövme…” Hastası oldum üstadım?! (Merak edenler, arama motorundan bulup, dinleyebilir.)

(Çok gülüyor.) O çok eski bir mevzu. 20’li yaşlarımızın başındayız. Ev arkadaşım Ata’nın şiiri bu. Bir gün, ‘şimdi bir şiir yazdım, al oku’ dedi, ben de ‘okurum’ dedim. Evde de kötü bir bilgisayar ve kötü bir mikrofon var o derece… Bir kere de okudum… Eğlenceliydi ama internete koyması hoş olmadı. (Gülüyor.) Şimdi Marmara Üniversitesi’nde hoca kendisi, ayrıca kalemi de iyidir.

HÂLÂ ÜRETEBİLİYORSAK UMUT VAR DEMEKTİR

Son sanatsal durumları göz önünde bulundurursan, süreci nasıl görüyorsun?

Ben umutsuz değilim. Kendi adıma umutsuzum, orası ayrı. Memleket, dünya ve sanat adına umutluyum.

Bu umut nereden geliyor?

Hâlâ bir şeyler üretiyoruz ve üretebiliyorsak da umut var demektir. Ne kadar sürer böyle dersen de; 5-10 sene sürer ama 15 sene sonra bir sıçrama, bir patlama olacak diye düşüyorum. Ayrıca kötü dönemlerin sonucu, hep iyi şeylere gebe olmuştur. Tarihe bakalım, her şey daha net.

Hepimiz-sanatkârlar-izlekler neden bir araya gelemiyoruz? Çok geç kalmadık mı?

Bunları deneyimlediğimiz ve öğrendiğimiz bir süreçteyiz. Bizim kuşak, genç bir kuşak. Daha yeni yeni ‘apolitik olmamalıymışım, bir dakika ya’, diyeli 5 sene oldu, şimdi bu insanlar, 40-45’lere doğru bir şeylere yönelecek diye tahmin ediyorum. Bir kere alttan gelenler dolmuş geliyor fakat dolu gelmiyor, ne yazık ki! Ama en azından dert ediyorlar. Bir kere, bu kadar düşünen-üreten varsa ortada, aksi düşünülemez. Ve bu dertler üzerinden kendini anlatmaya çalışan ya da benzer dertleri anlatan insanlar varken, umutsuzluk, haksızlık olur diye düşünüyorum.

Röportajın tamamı için Habertürk

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.