Ekonomi Tıkırında, O Halde?: 'Küçük Adam Ne Oldu Sana'

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

“Küçük Adam Ne Oldu Sana-Kleiner Mann Was Nun”, kendilerine üç kişilik küçük bir dünya kurmak amacıyla, yaptığı her hamlede umutları biraz daha tükenen, ama hep debelenen, yönsüz, iradesiz, sessiz, şaşkın, kırgın “küçük adam” Pinneberg’in öyküsü…

Hans Fallada’nın (1893-1947) 1932’de Hitler’in Hitler olmaya başladığı günlerde yazdığı romanından (Bkz: Senar Yıldız Çevirisi-Oda Yayınları Roman Dizisi-2003) Yılmaz Onay’ın dilimize kazandırıp sahneye uyarladığı bu eser, değişime ısrarla karşı koyan değişmezlerin her dönem varoluşlarını konu edinmekte.

“Küçük Adam Ne Oldu Sana”, Sadri Alışık Tiyatrosu tarafından sahnelenmekte ve de ibretle izlenilmekte…

Erdenk’in Yorumu

Yılmaz Onay’ın (yanılmıyorsam) 1980-1981 sezonunda Ankara Sanat Tiyatrosu’unda (AST) zengin bir revüyü esas alarak, 2001-2002 sezonundaysa İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda (İDT) kabare biçemi içinde büyük bir başarıyla sahneye taşıdığı oyunu, bu kere de Barış Erdenk kabare olarak yorumlamış. Ayakta kalabilmeyi başarabilmiş bir kabarede oynanan oyun olarak sunulan, bir anlamda “oyun içinde oyun kurgusu” içinde yazılan eser, Yılmaz Onay’ın pırıl Türkçesiyle dilimize kazandırılmış.

1932 yılında Hitler’in Hitler olmaya başladığı günlerde kaleme alınmış olan bu oyunda Almanya’nın iki dünya savaşı arasında yaşadığı ağır çöküntü, büyük ekonomik krizler, krize dayanıklı kerizler, kemerlere açılan yeni delikler, “istihdam tasarrufu” politikaları, bilinçsiz orta sınıfın simgesi Küçük Adam karakterinin aracılığı ve tüm evrensel boyutlarıyla seyirciye aktarılmış.

Guliyev’in Müziği

Diğer taraftan, oyuncular/dansçılar, Erdenk’in sağladığı dinamik sahne yapısı içinde yüklendikleri görevleri doğrusu kusursuza yakın bir başarıyla yerine getirmiş. Koreograf Sibel Erdenk; dansların figürlerini, adımlarını, dansçılarının mimiklerini, tüm vücut ve kol hareketlerini fevkalade incelikli biçimde hayata geçirirken, Prof. Dr. Cevanşir Guliyev’in müziği, on yıl önceki İDT yapımında Nurettin Özsuca’nın çok beğenilen çalışmasının hiç de altına inmemiş; danslarla ve oyunla da gayet güzel birleşmiş.

Dekor, Kostüm, Işık

Aytuğ Dereli, çok tablolu sahne düzenine uygun işlevsel sayılabilecek bir dekor tasarlamış, ama o kocaman vagonun işlevini belirtememiş. Dereli, acaba 1941 yılında II. Dünya Savaşı’nın zorunlu çalışma ve imha kampı Auschwitz’e gidileceğini mi işaret etmek istemiş, bilemem! Eğer öyleyse, (ben doğru söylerim) bu algısı seyirciye geçmemiş. Funda Sarı-Serra Kefeli ikilisi eseri iyi incelemiş, 1930’lu yıllara özgü giysi ve saç modellerini iyi saptamış. Işık Tasarımcısı Cengiz Özdemir, oyuncuların yüzlerindeki hatların, detayların daha rahat görülebilmesini sağlayan dereceli ışık kullanmaktan (Örnek: Marangoz’un Evi Tabloları) nedense kaçınmış, ama makyaj-ışık, kostüm-ışık bağlantılarındaki dengede başarıyı sağlamış.

Gülsen Tuncer’in Oyunculuğu

Öte yandan, usta oyuncu Gülsen Tuncer; Emma’nın Annesi’nde, Pinneberg’in Annesi’nde ve Spanfuss’da jestsellikleri, sesi, konuşma ve oyun ritimleriyle oyuna ciddi anlamda renk katıyor. Metin Büktel’e, Emma’nın Babası’nda ve Mobilyacı’da değil, ama Kleinholz’da “mış gibi” yapmanın ve duygulanımlarını soğukkanlılıkla üretmenin de çok önemli olduğunu anımsatarak; duygulanımlarını seyirciye okutamamasının abartılı oyunculuğundan kaynaklandığını kulağına fısıldamam gerekiyor. Eser Karadil’e, performansını çok sınırlı özellikler halinde parçaladığını, böyle olunca can verdiği bazı karakterin (örneğin Schulz) bütünlüğünün gözden yiyip gittiğini söylemem farz oluyor. Ayhan Anıl içinse, Lauterbach ve Lehmann karakterlerini bir dizi kesintisiz bağımsız süreçten türettiğini sevdiğimi açık yüreklilikle itiraf ederken; Yiğit Pakmen’i, bulunduğu bütün tablolarda sesinin perdesizleşmemesiyle dikkat çekmesini oyun süresince övüşüm içime siniyor.

Sinem Erten’in, Cem Güler’in, Ece Müderrisoğlu’nun Engin Demircioğlu’nun, Utku Demirkaya’nın, Arzu Kaya Hazman’ın, Elif Çakman’ın, Özlem Özkoşar’ın ve Sevda Can’ın birer birer ve hep beraber ellerinden geleni, yeteneklerinin ve deneyimlerinin elverdiği ölçüde, özverilerini de ortaya koyarak yapmaları, içime gerçekten mutluluk salgılatıyor.

Songül Öden Denilen Sahne Şeytanı

Önceki oyunlarından bu yana içimde pamuklara sararak sakladığım Deniz Celiloğlu, bu kere de hareket, yüz ve sese ilişkin belirtkelerinin hangi ölçeğe sahip olduğunu ve seyircinin onlara hangi anlamlamaları (gösterenden gösterilene ya da gösterilenden gösterene geçişte sağlanan durumları) yöneltmesi gerekeceğini bilerek Pinneberg karakterini çiziyor.

Songül Öden ise, oyunculuğuna dans yeteneğini ve mükemmel ritim duygusunu da ekleyerek duygulanımlarının iç hâkimiyetinden çok, yorumladığı duygulanımların seyirci tarafından okunabilmesini sağlarken; dilin şiirselliğinin bilincinde, vurgulara fevkalade dikkat ederek, izleyeni ciddi anlamda heyecanlandıran bir oyun veriyor.

Kısacası, küçük adam da olsanız, büyük adam da olsanız, “Küçük Adam Ne Oldu Sana”yı Songül Öden için dahi olsa mutlaka izlemeniz gerekiyor.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla