Ali Baba ve Kırk Haramiler

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Şirin İnci’nin  Can Doğan ile  “Ali Baba ve Kırk Haramiler” üzerine yaptığı  söyleşiyi yayınlıyoruz.]

1990 yılında oyunculuğun yanı sıra yönetmenliğe de başlayan Can Doğan, Hür Fm’de uzun süre “Sinekli Market” adlı programın yapımcılığını ve sunuculuğunu da üstlendi. 1000’i aşkın filmi İngilizce’den Türkçe’ye çevirdi ve bu filmlerin önemli bir bölümünün seslendirme yönetmenliğini yaptı. “Yaz Gecesi Rüyası”, “Macbeth”, “Hamlet”, “Kral Lear”, “Antonius ve Kleopatra” olmak üzere Mitos Boyut tarafından yayınlanmış ve Shakespeare’den çevirisini yapmaya devam ettiği kitapları bulunmaktadır. Müjdat Gezen Sanat Merkezi ve Kadir Has Üniversitesi Konservatuvarlarında Reji Uygulaması dersleri veren, NTV Radyo’daki “1001 Gece” “Sahnedeki Ezgiler”, “Star Wars Özel”, “LongPlay” ve “Radyo Sineması” programlarının da yapımcılığı ile sunuculuğunu yapan, Müjdat Gezen Tiyatrosu Savaş Dinçel Sahnesi’nin yöneticiliğini yapan Can Doğan ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunu hakkında konuştuk.

2010 yılında Turkısh-American Art Society tarafından New York’ta sahnelenen Ali Baba ve Kırk Haramiler oyunu, Amerika’da sahnelenen ilk Türkçe çocuk oyunu olma özelliğini kazandı. Sinema filmi olarak çekilen Ali Baba ve Kırk Haramiler hikayesini tiyatro metni olarak yazmanızın nedeni nedir?

İlham kaynağım Sadri Alışık’ın muhteşem oyunculuğudur. Başrolünü oynadığı film beni çocukluğumdan bu yana etkilemişti, çok keyifli bir hikayeydi. Bu hikayeyi tiyatro seyirci ile de buluşturmak istedim. Sinema filmi olarak başka şekilde ele alınan öyküyü, biz de daha farklı bir şekilde ele aldık Çıkış noktamız orjinal hikaye olmasına rağmen, bizim vardığımız sonuç başka bir şey oldu.

Söylenceye göre haramiler kırkbir kişiden oluşuyormuş ve sayıdan kaynaklı ganimeti bölüşme sorunu ortaya çıkmış. Bu nedenle kırk birinci kişiyi öldürmüşler ve sonradan o bir kişi iyiliği temsil eden Ali Baba olarak vücut bulmuş. Oyunu kurgularken bu söylenceden faydalandınız mı?

Faydalanmadım. Hikayeye hizmet ettiğini düşünmedim. Çünkü Ali baba ayrı bir tip. Bir hırsızın, diğer hırsızdan intikam almaya odaklanması beni çok cezbetmedi açıkçası. Yani o hırsızlar bir yerde dursun, halkın içinden çıkmış namuslu bir adamda onlarla savaşsın istedim. Belki bu söylence yetişkinler için yapılacak bir başka karanlık oyunun konusu olabilir.

Pollyanna, Çizmeli Kedi ve Ali Baba Kırk Haramiler adlı çocuk oyunlarını derlediniz. Çocuk oyunlarında pedegojik olarak dikkat edilmesi gereken hususlar neler olmalıdır?

Sevgili Hakan Altıner, Tiyatro Kedi’nin Genel Sanat Yönetmeni, Çizmeli Kedi oyununu yapsak mı dediğinde bu işe girişmiştim. Ne yazık ki gerçekleştiremedik. Pollyanna’da Şehir Tiyatrosunda Aziz Sarvan’ın önerisiyle yaptığım bir çalışma. Her ikisi de seyirci ile buluşamadı. Daha doğrusu Çizmeli Kedi oyunu Müjdat Gezen Sanat Tiyatrosu’nda sahnelendi ama oyunun kadrosu kalabalık olduğu için uzun soluklu olmadı.

Pedegojik yaklaşım düşünüldüğünde ise Pollyanna oyununu yapmazdım. Nedeni düşünüldüğünde Pollyanna öyküsünün yazıldığı dönemleri insanları şükretmeye yönelten, kraldan yana çıkan, beterin beterini gösterip, siz iyisiniz kıvamında öyküler öneren bir tutum içinde görüyorum. Pollyanna’da bu açıdan iyimserliğin fazla abartıldığı bir noktada duruyor ve ben pollyanna hikayesini sevmiyorum. Hayatın içinde bir takım kötü şeyler olurken, bu kötü şeyleri öteleyen ve aman biz iyiyiz duygusuyla rahatlayan bir anlayışını kabul etmiyorum. Bu anlamda çocukların küçük yetişkinler olduğunu düşünüyorum ve çocuk-yetişkin oyunlar arasında bir fark görmüyorum.

Yönettiğiniz oyunlara bakıldığında müzikal rejilerden hoşlanıyorsunuz. Ali Baba ve Kırk Haramiler oyununda sıklıkla dans ve müzik kullanmışsınız. Neden müzikal bir oyun kurgulamayı düşünmediniz?

Ben çok uzun süre önce müzikalleri keşfettim. Seksenli yıllarda müzikallerin kaset kayıtlarını alıp dinlerdik. Çok enterasan geliyor bana, dinlediğimiz müzikallerin hiçbir karesini görmeden sadece dinleyerek büyüyen bir nesiliz aslında. Bu da bizim hayal gücümüzü kışkırtıyor. Az biraz ingilizce öğrenip, ne söylediklerini de anladığınızda gözünüzde başka bir müzikal yaklaşımı oluşuyor. Sonradan seyrettim hepsini. Benim gençlik fantazilerim kadar uçuk değilmiş. Neticede ete kemiğe bürünmüş insanların yaptığı şeyler bunlar. Ali Baba ve Kırk Haramilerin de müzikal olmasını çok isterdim. Yazık ki Türkiye’de baştan sona müzikle giden bir oyunu, oyun kabul eden bir zihniyet henüz yok. O açıdan da düşündüğümde sahnelediğim Devr-i İstanbul oyununun sahnelenmeme nedeni oyunda hiç konuşma olmamasıdır. Başından sonuna müzikle bir şeylerlerin anlatılabileceği konusunda kafalarda bir takım soru işaretleri var. Belki onlar haklı, ben haklı bulmuyorum ama, başından sonuna Türkiye’de yapılan tek proje olarak Evita var, bende o kadronun içindeydim ama onun dışında yapılmadı. Yapmak isteyene de pek iyi gözle bakmıyorlar aslında.

Oyunda otuz altı haremi padişah tarafından yakalanmış. Sadece dört harami serbest. Neden kırk harami değil de, dört harami kullanmayı tercih ettiniz?

Bunu sanatsal bir kaygıdan değil, oyunun realize olmasıyla bir ilgisi var. Tamamen sayısal ve ekonomik nedenlerle. Çünkü kırk haremi, kırk oyuncu demek. Bu öyküyü yazarken nerede sahnelenir diye düşünmedim açıkçası. Özel bir tiyatronun zaten böyle bir imkanı yok, ödenekli olsa dahi şehir ve devlet tiyatrolarının da böyle bir imkanı yok. Benim de bulduğum formül budur. Yani bir hikaye var. Zorunlulukla kırk kişinin olması gerekmiyor, ya da gerekse bile bunun altyapısı yok henüz. Çünkü insan temininde sıkıntı yaşıyoruz. Bu açıdan haremileri dört’e indirdim ve hikaye aynen gidiyor.

Çocuklar üzerindeki etkisi düşünüldüğünde oyunda sinema efektleri, video gösterileri kullanmayı neden tercih ettiniz?

Reji’de sinemanın olanaklarını kullanma yolunu aradım. Bundan sonra da arayacağım çünkü bu üslubumun bir parçası artık. Tiyatronun olanakları belli bir noktada duruyor, özellikle oyunculuk açısından. Bizim elimizde sadece oyunculuk gücü var ve bu çok yüksek. Fakat diğer plastik yaklaşımlar tiyatrolarımızda kendine yer bulmakta zorlanıyor. Bu dekorların çok çeşitli yerlere uydurulması gerekiyor. Ve biz tahta, demir, vb.şeyleri kullanırken ekonomik düşünmek zorunda kalıyoruz. Hayal gücümüz o ekonominin çok üzerinde tabi, hepimizin öyle. Bende bu anlamda kurgu ve filmsel öğelerde kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Oyundaki kurguları eşimle beraber yaptık, eşimde bu anlamda kendini çok geliştiriyor. Sinema bizden çok şey ödünç aldı, bende birazını geri alacağım.

İki perde olan oyunun ikinci perdesi öncesinde televizyon programlarından alışık olduğumuz özeti yapmanızın nedeni nedir?

Bir oyunda daha yapmıştım aynı şeyi. Akşam eve gittiğimizde sevdiğimiz bir dizi varsa bunu seyredeceğiz ama büyük bir eziyetle bir hafta öncesi izlediğimiz bölümün neredeyse tamamını veriyorlar. Ne zaman biteceği, ne zaman yeni bölümün başlayacağı bile belli değil. Ben, özet bölümüne elli iki saniye ayırdım ve bizi bunaltan televizyon dünyasıyla biraz kafa bulmak istedim. Özet sahnesiyle ilgili de çok hoş reaksiyonlar alıyorum. Sinema dünyası bizden çok şey aldı dedim ama televizyon dünyası bizim herşeyimizi aldı. Bizde bununla dalga geçecez, o bölümün amacı da budur.

Rejinizde dekor sadece perde ve görüntülerden oluşuyor. Bu tercihin oyuna katkıları nedir?

Çocuklar neredeyse yirmi dört saat çizgi film izliyor. Bu çizgi filmler gelişmiş teknoloji ile beraber çok ileri düzeyde. Her birinin bir karesini alsak, tiyatroda o kare üzerine aylarca çalışmamız gerek. Biz kanımızla canımızla sahnedeyiz, ama televizyon dünyasında onlar kalemle, bilgisayarla yapıyorlar bu işi. Üstelik televizyon bedava, biz bu işi parayla yapıyoruz. Çocukların algısında ekran duygusu var. O yüzden çocukları, tiyatroda evlerinde imiş gibi bir rahatlatmayla insanla karıştırmak istedim. Çünkü televizyonun insanla kaynaştıran bir dili yok ama bizim sonsuz sayıda kullanabileceğimiz dillerimiz var.

Padişah sahnesinde muhafız’ı kadın seçmenizin nedeni nedir?

Şehir tiyatrosu aynı hafta içinde on – on iki tane değişik çocuk oyunu oynuyor ve bu oyunlarda oynayan insanların çakışmaması lazım. Bir kişi ancak bir çocuk oyununda oynuyor. Bu oyunun kadrosunu yapıp provaya başlarken metinde “ Yakalayın,” denilen bir diyalog var. Ama o rol için yakalatacağımız iki oyuncumuz yok. Genel Sanat Yönetmeni Zafer Bey, “ Ne yapacağız,” diye sordu. Elimizde sadece o sahnede olmayan Yasemin’in işi yoktu ve “ Yakalayın yerine yakala, muhafızlar yerine muhafız,” dedik ve bu şekilde o sahneyi realize ettik. Elli kilo civarında bir hanımefendi, yüz kiloluk iki adamı yakalayıp hapse atabiliyor. Bu da tamamen insan teminindeki güçlük.

Ali Baba’nın oğlu Gökdemir, oyunda Türk Filmlerinden Küçük Emrah’ı anımsatan sahnelerle karşımıza çıkıyor. Neden böyle bir türük kullandınız?

Gökdemir adının nereden geldiğini öncelikle söyleyim. Metinde adı Alican’dı. Oyuncu arkadaşlar bu ismi sevmediler. Bende o zaman “ Gökdemir olacak adı,” dedim. “ Niye,” dediler, “ Çünkü babamın adı Gökdemir,” dedim. Babamın anısına verdim bu ismi. Ali Baba’nın karısının da adı yoktu. Ona da “Yıldız hanım,” dedik, Yıldız da annemin adı. Gökdemir’in arabesk numaraları yapması tamamen Yeşilçam Sinemasından alışık olduğumuz ve hala sıklıkla kullanılan bir şey. Fakir çocuk, zengin kıza aşık oluyor. Bu yüzden bende bu anlayıştan faydalandım.

Oyunun finalinde Ali Baba mağaradaki ganimetlerle dondurma fabrikası kurma kararı alıyor ve kazanılacak parayı da oranın halkıyla paylaşacağını söylüyor. Oduncu olan Ali Baba ganimetleri ilk elden halka dağıtmayı neden tercih etmiyor da, bir dondurma fabrikası açıyor?

Bu oyunun hayalini kurmaya başladığımda televizyonda bir belgesel seyrettim. Çocukların süt içmekte sıkıntı çektikleri bir hikaye anlatılıyordu. Buna çözüm olarak süt içmek istemeyen çocuklara dondurma verin gibi bir öneri vardı. Bunun nedeni de kalitesiz, katkılı sütler dondurma tutmazmış.Bir süt dondurma yapımında kullanılıyorsa, o süt iyi sütnüş. Artık bilemiyorum o günden bu güne ne tür bir icat geliştirdiler ama bu anektot aklımda kaldı.

Fabrika meselesine gelince, ben insanlara balık tutmayı öğretmekten yanayım. Ali Baba, sıraya dizilen kişilere belli paralar verse, o paraları alan insanlar harcayıp bitireceklerdi. Oysa kurulacak fabrikada belki o köyün yoksul halkı iş bulacak, belki daha fazla para kazanacaklar. Kazandıkları paradan da bir işletme sağlayacaklar. İnsanlara para dağıtmak yerine , onlara sürekli gelir getirecek bir yatırımın olmasını çok daha doğru buluyorum.

Yaşanılan süreçte – çocukların dünyası da dahil olmak üzere- maddiyat ön planda. Bu anlamda “Biz birbirimizi ne olursa olsun hep sevdik” cümlesini oyunun asıl sözü olarak düşünüyorum. Sizce sevgi maddiyatın ötesinde sürdürülebilir bir kavram mıdır?

Tavukla yumurta hikayesi gibi. Sevgi tamam da, aç karnına bir sevgi ne kadar gider? Sevgiyi yerine getirmek için bir güce ihtiyacımız var. Sevgiyi renklendirmek için de bir takım etkinlikler yapılması lazım, bu etkinlikler için de mutlaka para gerekiyor. O açıdan oyunda da bir bulgur pilavı sahnesi var. Bulgur pilavı bize hep kötü birşey gibi öğretildi, yoksulun aşı gibi. Ama çok lezzetli bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz. Bulgur pilavı yiyerek de yaşayabiliriz de, arada bir de pirzola da yesek iyi olur diye düşünüyorum. Bunu yaşadığım coğrafyada pek çok insanın nadiren gerçekleştirebildiğini biliyorum. Artık ne yazık ki bayramlarda dahi et yenilmiyor. Yıllardır birilerinin kapımı çalıp da, şu eti alır mısınız dediğini hatırlamıyorum. Hatırlıyorum, diyen insanı da hatırlamıyorum. Bayram adetlerimiz de ortadan kalktı galiba. Niye hayvanları kesiyoruz o zaman diye düşünüyorum. Çünkü bu paylaşımı sağlayan güzel bir adetti. Bu yüzden ihtiyaçlarımıza karşılık veren, karnımızı doyuran bir şeylerin de olması gerek.

Neticede evet oyunda biz hep mutlu olduk ama Ali Baba sırtında odun taşıyan ve evine hiç olmazsa bulgur getirebilen bir adam. Karısı da buna inanarak birlikteliklerini sürdürebiliyor diye düşünüyorum.

Oyuncu, yönetmen ve çevirmen olarak birçok projede yer aldınız. Ali Baba ve Kırk Haramiler oyununuzdan sonra gerçekleştireceğiniz projeleriniz var mı?

Üretken olmayı seçmek istiyorum. Olanaklar çercevesinde bir şeyler yapmak ve bunları büyütmek istiyorum. Şehir Tiyatrosu’ndaki üretim elbette hiç bir zaman durmuyor. Bende o üreten fabrikanın içindeyim. Shakesepeare ile bir hayli haşır neşir oldum şu sıralar ve kafamda takılı duran şey, “Kral Lear ”. Bunu gerçekleştirmek istiyorum ama bu sene mi, yoksa ileride mi olur bilemiyorum. Onun dışında Savaş Dinçel Tiyatrosu’nda çalışmalar yapıyoruz. Geçen yıl Çizgilerle Nazım Hikmet oyununu yapmıştık, bu yıl da Kuva-yi Milliye Destanı’nı yapmak istiyorum. Çünkkü tekrar zamanının geldiğini ve bazen dönüp dönüp geçmişimizden bugüne bu toprakların mücadelesini yeniden hatırlatmak gerektiğini düşünüyorum.

Yazan : CAN DOĞAN

Yöneten : CAN DOĞAN

Dramaturgi : ÖZGE ÖKTEN

Müzik : MERTOL ŞALT

Sahne Tasarımı : MEHMET EMİN KAPLAN

Işık Tasarımı : MURAT SELÇUK

Kostüm Tasarımı : EMRA ALBAYRAK ŞAHİN

Efekt : YUSUF TUNCER

Yönetmen Yardımcısı : ÜMRAN İNCEOĞLU

Süre : 60 DK.

Oyun Yaşgurubu : 5+ YAŞ

OYUNCULAR

ERHAN ÖZÇELIK, CAN ERTUĞRUL, CEM URAS, ÇAĞIM DEFNE GÜRMEN ÜSTÜN, DENİZ EVRENOL, DOĞAN ŞİRİN, İBRAHİM GÜNDOĞAN, MELİSA DEMİRHAN, ÖMER BARIŞ BAKOVA, ÖZGÜR ATKIN, SELİN İŞCAN, TUĞÇE AÇIKGÖZ, UĞUR DİLBAZ, YASEMİN GEZGİN

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.