Neden Musahipzade Celal? (2)

Pinterest LinkedIn Tumblr +

İlker Yasin Keskin

Bu yazının ilk bölümünü yazdığımda “Musahipzade ile Temaşa” adlı gençlik tiyatrosu projemiz çıkmak üzereydi. Oyunu çıkardık. Maya Sahnesinde, okul sahnelerinde ve festivallerde oynuyoruz epey bir süredir.

Ankara Tiyatro Festivali’nde ise projenin arka plan çalışmalarında baş ucu kaynağı olarak kullandığımız doktora tezinin müellifiyle, Prof. Dr. Sevda Şener’le buluşma fırsatını elde ettik. Kendisinin alkışını almak şüphesiz çok değerliydi. Zaten tiyatrocular için temel baş ucu kaynakları yazmış bir hocanın Musahipzade gibi bir isim üzerine yazdığı tez çalışması eğitim-araştırma sürecimizde bize yol gösterici olmuş ve sürecimizi hızlandırmıştı.

Şimdi Musahipzade Celal hakkındaki ilk yazıma kaldığımız yerden devam edelim efendim. Tabi bu uzun gecikme için özür dilemeyi de ihmal etmeyelim.

Musahipzade Celal, bu topraklardaki en hızlı dönüşüme tanıklık etmiş sanatçılarımızdan. Meşrutiyetin meşhur sloganlarını, “Liberte! Legalite! Fraternite!” çığlıklarını duyabilmiş örneğin. Din elden gidiyor diyenlerin kalkışmalarını (31 Mart), devlet elden gidiyor diyenlerin baskınlarını (Babıali Baskını), işgal altındaki İstanbul’u, birinci cihan harbini, cumhuriyet yıllarını da görebilmiş bir sanatçı. Boğazı gümbürdeten top atışlarını hem padişahların devrinde hem de cumhuriyet yıllarında duyabilmiş.

İnkılapların birbiri ardına geldiği, alfabeden tutun da, kılık kıyafetten, eğitime kadar hayatın her yerinde baş döndürücü bir dönüşüm gerçekleştiği yıllarda oyunlarının yarısından fazlasını yazmış. Musahipzade bu yıllarda yazdığı oyunlarında çoğu zaman oyunlarının temasını yaşanan dönüşümden etkilenerek meydana getirmiş. Fakat oyun konularını Osmanlı yaşamından seçmekte ısrar etmiş. Mesela eğitim reformu gerçekleştiğinde medrese eğitimini hicvettiği  Balaban Ağa’yı yazmış. Kadın haklarıyla ilgili inkılap olduğunda kafes arkasındaki kadınları, Kafes Arkasında oyununu kaleme almış.

İşte burada kısa bir süre duralım. Yazar yeni düzeni eskinin yaşamı içerisinden anlatmaya çalışmış. Oyunlarında eski halk yaşayışını canlı bir şekilde sahneye taşımış. Dostlarının tabiriyle bir asır öncesinde yaşayan bir İstanbul Efendisi’nin bu tutumunun başlıca sebebi kendisinin bir Osmanlı aydını olmasında yatıyordu elbette… Aslında bu tavrı ile Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yeninin kutsandığı eskinin yerin dibine sokulduğu genel aydın eğilimine bir ölçü de olsa muhalif kalmış oluyordu. Bu konumlanış onun için pek doğal bir şekilde gerçekleşmişti. Unutmayalım kendisi Musahip torunuydu ve büyüklerinin anlattığı eski zaman hikayeleri ile büyümüştü. Ve de geleneksel temaşa sanatı üzerine uzmanlaşmıştı.  Nadir de olsa geleneksel temaşa cephanesini bıraktığı anlarda Moda Çılgınlıkları ve Köprülüler gibi abartılı derecede didaktik eserler kaleme alıyordu.

Kuşkusuz yeni devrimler ile ilgili bir sorunu yoktu Musahipzade’nin. Bu devrimlerin arkasındaydı. Ama bir yandan da “modernleşelim ama örf ve ananelerimizi kaybetmeden modernleşelim” diyordu. Sahnede ortaya koyduğu şey ise bir yandan Osmanlı’nın yozlaşmış kurumlarını yermek diğer yandan da canlı ve zengin bir halk yaşayışını sunmaktı… Yani bir yandan eskiyi yeriyordu diğer yandan eskinin sahip olduğu kültürel ve sanatsal zenginlikleri ortaya koyuyordu.

Gelelim Musahipzade’nin tiyatromuzdaki yerine… Tiyatro tarihimizde Musahipzade en kısa ve net biçimde şöyle tanımlandı: Geleneksel tiyatromuzun üslubunu (ortaoyunu, karagöz, meddah) metinli tiyatro haline getiren, zamanının melodram, operet gibi popüler üslupları bir araya getiren bir sentez sanatçısı… Biz bu tanıma şu hususu da ekleyelim: Orta oyununda yer almayan devletluları, saraylıları oyun alanına dahil etti. Bağnaz, batıl itikatlı, iki yüzlü kadılar, zayıf idrakli, gözünü makam ve mevki hırsı bürümüş ekabirler, hin oğlu hin şeyhülislamlar, din bezirganları orta oyunu hicvinde onun sayesinde hak ettiği muameleyi gördü. Statü sahibi tipleri de oyun alanına fırlatması onun sentezindeki en ciddi müdahaleydi.

Ortaoyunundan, karagözden aşina olduğu tipleri batılı tiyatro kalıplarının içerisine taşımasını haliyle halk çok beğenmişti. Bunun en iyi kanıtı Musahipzade oyunlarının Darülbedai’nin ilk yıllarında en çok tutulan, seyirci çeken oyunlar olmasıydı.

Şimdi Musahipzade oyunlarının bel kemiği olan ortaoyunu ve karagöz geleneğinin kendisine gelelim. Malum bu tiyatro türü gücünü hatları fazlasıyla belirli, köşeli, klişe tiplerinden alıyordu. Musahipzade’nin oyunları da tanıtmak, anlatmak, taşlamak vb. istediği kişileştirmeleri klişelerden faydalanarak stilize bir şekilde çabucak yapıvermekteydi. Burada elbette mizah başat unsurdu. Zaten Musahipzade oyunlarının zamanında kolaylıkla popüler olmasının ana nedeni bu olsa gerek.

Öte yandan Musahipzade tiyatrosunun bu yönü onun hem en güçlü hem de en zayıf noktasını oluşturdu. Klişelerden yola çıkarak yaptığı taşlamalar sayesinde muhalif bir kimlik edinse de son kertede sözü ciddi ve derinlikli bir eleştiriye dönüştürmekte zorlandı. Şöyle anlatalım: Klişe tipler bir sınıfın üyeleri olsalar da (en basitinden ezen ve ezilen sınıflar diyelim) söz gelimi iktidar ögesinin karşısına çıkan bir tipleme ezilen sınıfın sınıf bilinciyle değil temsil ettiği klişenin içinden bir birey olarak var olur. Hal böyle olunca sergilenen yozlaşmışlıklar eleştirilen, alaya alınan muktedir tipin sahip olduğu bireysel yozlaşmışlıklar olarak algılanır. Sözün özü ve de özün sözü şu: Musahipzade oyunlarında Shakespeareyen bir iktidar analiz derinliği, toplumsal yaşama Brecht’yen bir bakış, çelişkili ve çok yönlü karakterler bulamayabilirsiniz. Lakin ahlaki arazlara sahip muktedirlerin alaya alınarak cezalandırıldığını görürsünüz.

Musahipzade oyunlarının temel zaafı kabaca böyle ifade edilebilir. Ne var  ki bu konuda ciddi bir istisnanın olduğunu da belirtmeden geçmeyelim: “Bir Kavuk Devrildi” oyunu… Musahipzade bu oyunda en genel anlamda hak etmeden makam ve mevki sahibi olma eylemini yermişti. Ancak oyunun sonunda varılan “bir kavuk devrilir diğeri gelir, bu her daim böyledir” şeklinde özetlenebilecek gerçekçi ve de güncel tavır Musahipzade analizindeki en ilginç ve derin yön olarak da karşımıza çıkar.

Gelgelelim zurnanın zırt dediği yere… Ortaoyunu ve Karagöz geleneğinin tarih içinde zayıfladığını hepimiz biliyoruz.  Bu konuda elbette pek çok neden ortaya dökülebilir. Ancak bu kan kaybının en önemli nedeni orta oyunu ve karagöz geleneğinin olmazsa olmazı etnik çeşitliliğin hem toplumsal yaşamdan hem de oyun alanından kaybolmasında saklıydı.

Malum, Karagöz ya da Kavuklu’ya musallat olan yahut budalalıklarının tuzağına düşen Yahudi, Ermeni, Rum, Kürt gibi pek çok “tip” zaman içinde hızla toplum yaşamından uzaklaşmıştı. Ya da şöyle diyelim, bu kimlikleriyle anılamaz, yaşayamaz hale gelmişlerdi. Dolayısıyla Karagöz ve Ortaoyunun olmazsa olmazı olan bu kültürel çeşitlilik “resmi geçidi” oyun alanından çıkarmak zorunluluğu doğdu. Çünkü halkın artık aşina olmadığı yahut aşina olmasının yasaklandığı klişe tipler ile halk sanatı yapmanın imkanı ortadan kalkmıştı. Bu etnik çeşitliliğin yokluğunda yaşamaya devam eden gelenek de müzedeki yerini aldı tabi. Velhasılıkelam oyun artık Karagöz ile Hacivat arasındaki “bıy bıy bıy”‘ ya dönüşmüştü.

Orta oyunu ve Karagöz geleneğindeki bu kan kaybından Musahipzade oyunları da zaman içinde nasibini aldı tabi. Onun ilk büyük oyunlarından “İstanbul Efendisi”‘ndeki toplumsal yaşam zenginliği diğer oyunlarından yavaş yavaş kaybolacaktı örneğin. Yeri gelmişken şu örneğe de değinelim. İlk oyunlarından Gülsüm de bu değişimden nasibini almıştı.  Ana karakter Gülsüm’ün hayatını kurtaran oyunun yardımsever Ermeni köylülerinin olduğu sahnenin yerinde 1936 yılındaki versiyonda yeller esmekteydi.

Musahipzade kimdir, nedir, necidir sorusuna bu iki yazıda elimden geldiğince ana hatlarıyla cevap vermeye çalıştım. Gerisini merak edeniyse Musahipzade ile Temaşa oyunumuza bekleriz efendim.

Not: Bu ve önceki yazıyı Musahipzade eğitim araştırma projemiz esnasında yaptığımız tartışmalardan, Prof. Dr. Sevda Şener’in Musahipzade üzerine olan doktora tezinden, Orhan Hançerlioğlu’nun (1970) Milliyet Yayınlarından çıkan “Musahipzade Celal Bütün Oyunları” kitabındaki araştırma çalışmasından ve Darülbedayi Dergilerinde çıkan Musahipzade söyleşilerinden faydalanarak yazdım.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: İlker Yasin Keskin

Yanıtla