Tahtın Olmadığı Bir Dünya Mümkün Mü?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Sevda Aydın’ın Evrensel Gazetesi’nde yayınlanan söyleşisini aktarıyoruz.] Hamdi Bey, cumhuriyetçi ideallerle yetişmiş, tiyatroyu, sanatı uygarlık olarak görmüş bir adam. Sıkı sıkıya bağlı olduğu ideallerinin artık yaşamda karşılığının olmadığını gören Hamdi Bey ulus ideallerinden, Shakespeare oyunlarından vazgeçip evine, ‘sessizliğe’ kapanmış bir baba. Bay Kel yani Kemal, küçükken babasıyla ‘büyük’ tiyatrolarda oyunlar izlemeye gitmiş, babasının tiyatro tutkusundan etkilenmiş, Shakespeare tiradlarını ezberlemiş, hatta oyun sırasında öksürdüğü için bir hafta kendisiyle konuşmayan babasının disipline edici haline alışmış. Bay Kel kırk üç yaşında, Kemal isminin fazla ‘vaatkar’ olduğunu düşünerek Bay Kel olmaya karar verir. Kulise dönmüş odasından çıkmayarak, babasıyla hesaplaşmak için yeni bir oyun kurmaya çalışıyor. Fakat iktidarı temsil eden babayla aynı evde oldukça yeni bir oyun kurma girişimleri beceriksizliklerle sonuçlanıyor. Çünkü sahnede ayrı bir  karakter gibi duran “taht”, iktidarın bir sonraki sahibinin kim olacağının da hesabını yapmamızı bekliyor. Mürüvvet (Ayşe Selen) ise bu eve çok küçük yaşlarda gelmiş hizmetçi kadındır. Bay Kel’e olan aşkını gizlemeyi tercih eden Mürüvvet oyunda dışarıyla bağlantısı olan tek kişi. Baba ve oğul’un tartışmalarını dışarıdan izleyen, bu mücadeleye tanık olan seyirciyi temsil ediyor.

Bay Kel’in yazmaya çalıştığı yeni oyuna Mürüvvet eşlik eder. Bay Kel her ne kadar yeni bir şeyler yazmak istese de büyük abartılı hareketlerden, selamlamalardan, Shakespeare tiradlarından kurtulamaz, çünkü aslında o babasının öğrettiği bir tiyatroyu biliyor. BGST Tiyatro Boğaziçi’nin yeni oyunu “Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık” bir ev ve baba-oğul çatışmasının üzerinden ilerlerken, tiyatro, iktidar ve seyirci ilişkisini merkeze alıyor.

İktidarın diliyle yeni bir şey üretmenin imkansızlığı oyunda bu çıkmazların oluşmasıyla anlatılıyor. Oyundaki baba-oğul çatışmasının edebiyattaki baba-oğul çatışmasının en iyi örneklerinden alıntılar yapılarak derinleştiğini söylemeyi de unutmayalım. Franz Kafka’nın Babaya Mektup’u, Orhan Pamuk’un Babamın Bavulu romanı ve Oğuz Atay’ın Hamlet / Shakespeare, Babama Mektup’u bu hikayenin alt satırlarında.

Can Merdan Doğan’ın yazdığı hikayeyi, Bay Kel’i oynayan Cüneyt Yalaz ve baba rolündeki Metin Göksel’le konuştuk.

Son dönemin iktidarı olan AKP’nin sanata bakışını çeşitli biçimlerde gördük. Heykeller yıkıldı, kitaplar toplatıldı, resmin içine tükürüldü. Son olarak da Devlet Tiyatrosu’nda Çirkin oyununa ilişkin yürütülen tartışmalar gündemde. Sanatla iktidar mutlaka çatışır mı?

Metin Göksel: Türkiye özelinde de dünya genelinde de şöyle bir durum yok bence; sanat her zaman iktidara kafa tutan, ona karşı çıkan bir durumda değil. İktidarlar başka araçları nasıl kullanıyorsa sanatı da kullanabileceği bir zemine oturtuyor. Türkiye’ye baktığınızda sanat, devlet eliyle kurumsallaşmış. Sanat uygarlık getirme aracı olarak kullanılmış o dönemin  kurucu iktidarları tarafından. Şimdi de farklı bir şekilde kullanılmak isteniyor. Ama kullanma biçiminde bir değişiklik yok. Burada iş daha çok sanatla uğraşan bizlere düşüyor. Devletten, kurumlardan tabii ki destek almak gerekiyor. Çünkü benim hakkım bu. Ama iktidarların yedeğinde olmak ya da alanında bulunmak tabii ki çok tehlikeli bir şey, bu dün de böyleydi bugün de böyle. Bu tehlikeyi göze alan sanatçıların herhalde farklı bir hesaplaşmaya girmeleri gerekiyor. Tek tek bireylerden bahsetmiyorum tabii. Bunların dışında mesela 50’ler, 60’lar hatta 70’lere baktığımızda da gerek devlet tiyatrolarına, gerekse özel tiyatrolara çeşitli sansür vakaları var. Şimdi de var, bugünkünün yönü farklı. Ama sansür sansürdür. Sansür talebi var. İktidarların çeşitli araçlarıyla bu sansür talebi gündeme getiriliyor. Bence sahnede ya da herhangi bir mecrada yasaklanması gereken herhangi bir şey yok. Bunun için de mücadele etmek gerekiyor. Birebir mekanizmalar, yasalar yoluyla iktidar alanında bulunmanın dışında iktidarın dilinin hakimiyeti de sanatı doğrudan etkiliyor. Oyunda da tartıştığımız katmanlardan biri bu. Oğul Bay Kel babanın iktidarında kaldıkça yeni bir dil üretmesi mümkün olmuyor. Oyun boyunca yeni oyun kuramıyor. Babasının ona aktardığı bir tiyatro yapma şekli var. Bu dilin dışına çıkamıyor, yeni bir dil de kuramıyor.  Bulmaya çalıştığında saçma sapan işler yapıyor ya da aynı dili üretiyor.

HER ORTAYA ÇIKAN ‘YENİ’ YENİ OLMAYABİLİYOR

Bizim tiyatromuz da Bay Kel gibi yeni arayışta mı?

M. Göksel: Sanatçılar, edebiyatçılar, tiyatrocular birtakım denemler yapıyorlar. Ama sonuçta ciddi bir toplumsal dönüşüm sürecindeyiz. Oyunda aslında referansı yapılan o kurucu değerlerin, cumhuriyet ideallerinin artık bugün işlemediği ya da toplumsal karşılığının olmadığı bir durumdan hareket ediyoruz. Ama “yerine gelebilecek yeni bir dil nedir?” sorusuna toplum da cevap arıyor. Bu sürecin nereye gideceği toplumsal güçlerin mücadelesiyle de ilgili. Ama bugün belirsiz bir ortam var. Biz oyunda o kurucu ideallerin işlemediği bir ortamda, 80’ler kuşağından diyebileceğimiz oğul Bay Kel’i anlamaya çalışıyoruz. Ne geçmişin diline yaslanabiliyor ne de yeni bir şey koyabiliyor. Aslında bu kuşağın boşluktaki hali var oyunda. Oyunun bir katmanı da bu. Diğer katmanda da edebiyatta sürekli karşımıza çıkan baba-oğul hesaplaşması meselesine gönderme yapılıyor. Edebiyattaki baba-oğul hesaplaşmasının bir parodisi bir anlamda.

Cüneyt Yalaz: Aslında her ortaya çıkan ‘yeni’ yeni olmayabiliyor. Kimi zaman eskinin farklı bir şekilde tezahürü olabiliyor. Buna da dikkat etmek lazım. Aynı iktidar ilişkilerini, sanat iktidar ilişkilerini yeniden üretiyor mu? Seyirciyle iktidar ilişkilerini yeniden üretiyor mu yoksa onu aşmaya mı çalışıyor? Bunlara dikkat etmek lazım. Yeni gibi duran bir şey aslında aynı paradigmanın yeniden üretilmesi gibi bir şey olabiliyor.

M. Göksel: Burada hemen şunu söylemek lazım. Bizim diğer oyunlarda da dikkat ettiğimiz önemli bir nokta da seyirci dramaturjisi. Yani geçmişin en çok neyini eleştiriyoruz aslında, bunu sayın Başbakanımız da ifade etti (gülüyor) ‘parmak sallıyorlar’ ee doğru ama bu. Herkes yaşadı bunu. O parmak sallanıyor çünkü seyirciye zaten sürekli bir uygarlık götürme misyonu biçiliyor. Bugün bazı yeni çalışmalara baktığımızda seyirci dramaturjisini kaale almadığınızda aynı pozisyona düşmenin mümkün olduğunu görüyoruz. Halbuki seyirciyle tartışma, seyircinin tartışabileceği ortamın oluşturulabilmesi gereki yor.

Sahnede oğulun babasının tahtına geçip geçemeyeceğine dair soru işaretleri görüyoruz. Burada gerçek bir iktidar değişiminden bahsetmiyoruz değil mi?

Cüneyt Yalaz: Oyun oğul’un babanın yerine geçme meselesi değil, o tahtın yerine başka bir paradigmanın geçip geçmeyeceği meselesi tartışılıyor. Biraz anarşizan bir ruhu da var aslında oyunun. Tahtın, iktidar mekanizmalarının olmaması gibi bir dünya hayali kuruluyor oyun metninde.

MÜZAKERE SÜRECİ DE ASLINDA BİR MÜCADELE SÜRECİ

Geçtiğimiz günlerde Dünya Anadil Günü kutlandı. Aynı gün Berfo Ana’yı kaybettik. Bu iki olgu yan yana geldiğinde Türkiye’nin bir panoraması çıkıyor ortaya. Şimdi yeniden bir müzakere süreci başladı. İktidar ilişkilerinden ve iktidarla çatışan taraflardan bahsettik. Siz nasıl izliyorsunuz bu süreci?

Cüneyt Yalaz: Yeni müzakere süreci tabiî ki yeni bir umut doğuruyor. Bu yönde yıllardır ciddi bir beklenti var. Biz de bu beklentiye sahip kesimin içindeyiz. Barışın bir an önce tesis edilmesi gerekiyor. Ama burada kurulacak barışın adil bir barış olması çok önemli.  İki tarafı da eşit birer bütünlük olarak görüp, haklarını ciddiye alan, birini diğerinin kardeşi-ağabeyi görmeyen bir barış anlamlı olacaktır. İlk kez umutlu olmaya bu kadar yakınız diye düşünüyorum ben. Ama yine de ‘Bu konu rayına girdi yan gelip yatalım’ denebilecek bir şey değil. Müzakere süreci de aslında bir tür mücadele sürecidir. Ne kadar barış talebi yükselirse sonuçta varılacak yer de görece daha adil bir yer olabilir. Diyelim ki imza atılıp bitti. O toplumda ne kadar işleyecek, topluma bu barış ne kadar nüfuz edecek? Karadeniz’de yaşananlar ortada. Birilerinin provokasyonu da olsa öyle bir kesim var sonuçta. Bu anlamda da mücadele etmek gerekiyor.

M. Göksel: Bu barış süreci Türkiye’nin genel demokratikleşme sürecinden ayrı düşünülmemesi gerekiyor. Bu anlamda bir ortamın oluşması gekiyor. Bir de her iki tarafta da yüksek siyasetçiler bu görüşmeleri yapıyor. Ama toplumda bunun karşılığının oluşturulması gerekiyor. Ben biraz Cüneyt’ten farklı düşünüyorum; öncelikle ne olursa olsun insan ölümlerinin durması gerekiyor. Diğer yandan da hem Kürt hareketinin hem de diğer toplumsal hareketlerin ortaya çıkıp bu konuyla ilgili kendilerini ifade etmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.

MÜRÜVVET ASLINDA SEYİRCİNİN POZİSYONUNU PAYLAŞAN KİŞİ

Dışarıyla bağlantı kuran tek kişi Mürüvvet. Seyirciyi temsil eden Mürüvvet haklı mı düşüncelerinde?

M. Göksel: Baba zaten feragat etmiş hayattan. Evden çıkmıyor. Oğul babayla küsmüş evden çıkmıyor. Dışarıya çıkan, dışarıyla bağlantı kuran tek kişi Mürvet. Dolayısıyla seyircinin pozisyonunu paylaşan kişi Mürvet. Sokakla karşılaştığı için içeride olanları yorumlayabilen biri. Biz oyunu sahnelerken ‘Mürüvvet sonuna kadar haklı mı?’ tartışmasını yaptık tabii, ya da ‘Bay Kel’in söylediği şeyler tamamen haksız mı?’. Orada bir taraf tutmadık diye varsayıyorum ama Bay Kel’i daha çok eleştirdik. Birazcık elimiz kaymış olabilir.

OYUNCULUĞU SAHNEDEN YANSITMAYA ÇALIŞTIK

Bay Kel’in kurguladığı oyunla esas hikayenin geçişleri sahneleme tekniğinizden ayrıntılar veriyor…

M. Göksel: Oyun sürekli bir oyun kurma çabası içinden kuruluyor. Biz baştan itibaren ‘oyunsuluğu sahneden nasıl yansıtırız’ üzerinde durduk. Oyuncular da bu oyunsu dediğimizi nasıl oynayacaklar? Bir yandan kendi gerçekleri var. Ama o da bir oyun. Bir yandan da içeride kurdukları oyun var. Sürekli bu oyunsuluğun üzerine gitmeye çalıştık. Dekorda da, genel sahneleme anlayışı olarak da bunun üzerinden kurmaya çalıştık.

Evrensel

Paylaş.

Yanıtla