Yaratık, Tiyatro ve Sevgisi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Zeynep Gönen

http://blog.dunyakazanbizkepce.com/wp-content/uploads/2011/07/tiyatro.jpg

Tiyatroyu seviyorum, evet bir tiyatro severim. Günümüz tiyatro nefretine karşı tiyatro sevgisiyle doluyum. Yanlış anlamayın, korkunç metinler ve oyunculuklar, hiçbir yere değmeyen hikayeler ya da yukarıdan bakan öğretici oyunlardan ben de payımı aldım. Hatta uzunca bir süre kendimi tiyatro sevmediğime, tüm iyi niyetime rağmen bu sanatın bana bir şey ifade edemeyeceğine karar vermiş, kendimi sahnelerden uzaklaştırmıştım. Yaklaşık 5-6 sene belki bir-iki oyun dışında hiç oyun izlemedim, her fırsatta tiyatroyu kötüledim.

Bunda izlediğim kötü oyunların yanında benim aymazlığımın da rolü vardı belki ama en çok o oyunların, o oyunculukların, oynayan kaşların gözlerin ve oynayan seslerin gerçek-dışı halleri. Benim gerçekle olan bağlarım tam kurulmamışken, tiyatroyu ve iyi bir oyunu anlamam mümkün değildi, ama gerçekle ilişkiyi kurmayı hiç denemeyen bir tiyatronun da bana gerçeği anlatması hiç mi hiç mümkün olamazdı.

Burada kendi tiyatro izleyiciliği hikayemi anlatmayacağım ama rastlantılar birbirini izledi ve ben kendimi tiyatroda buldum yine. Hem oyunları hem de hayatları mütevazi bir tiyatro kumpanyası beni bu dünyaya tekrar bağladı, tiyatroyu bu sefer biraz olsun anlamama yardım etti, tiyatronun gerçeklikle ilişkisini ördü (oysaki oynadıkları bazı oyunlar absürd deneyimlerdi) benim için, tiyatroya olan umudumu yeşertti. Ve anladım ki tiyatro yıllardır çekmekte oladığum ezadan başka birşeydi. Oyuncu bize aynalık edecek, oyuncunun kendisini ve bizi başkalarının dünyalarına yaklaştıracak, kendimizi ve gerçeği anlamamıza yardım edeceklerdi. Hikaye absürd olsa, bizimle alakasız olsa, basit olsa da bir açıklık yaratacak ve o açıklıktan insan hallerine dair bir hediye verecekti.

Tam da bu açıklıkları yakalamak için her seferinde bir umutla ve heyecanla tiyatroya gidiyorum. Bazen içinden çıkılmaz bir sıkıcılık ve anlamsızlık beni sarıyo yine, yok değil bu tiyatro “geleneği”. Ama bunlarda bile bir kaş hareketi, bir küçük mimik, bir bakış ya da bir ses –gerçeği kavramış ve bunu içtenlikle sunma cesareti gösteren- anlık da olsa tiyatronun potansiyelini hatırlatıyor. Geçenlerde Şehir Tiyatroları’nda izlediğimiz ve genel anlamda pek de beğenmediğimiz bir oyun sonrasında beraber gittiğim tiyatro-sever arkadaşlarımdan biri dediğinde netleşti işin bu kısmı biraz daha benim için. Yani oyun kötü hatta oyunculuklar bile bir derece kötü olsa da, orda o kadar yakınında karşında nefes alıp verirken ve bedenlerini ortaya koyarken izlemeyi seviyorum dedi (tam böyle demedi galiba, ama bendeki yansıması bu oldu). Canlı canlı bir gerçekliği tam sunamasa da, nefesi ve bedeniyle bunu deneyerek bunu sana aktarmaya çalışması tiyatro sanatına bir izleyici olarak onemli bir bağlanma sebebi, benim için de.

Hele bir de iyi bir oyun, iyi bir oyunculuk nasıl ateş bastıran nasıl kalbi yerinden oynatan bir şey. Bunu tatmaktan itinayla uzak duranları ben de itinayla tiyatroya davet ediyorum. Ama zorla güzellik olmaz, bazen de zorla da olsa gelenler birden kendilerini o güzellik içinde bulabilir.

Dün akşam da öyle oldu. Ben heyecanla Boş Sahne’nin Labirentler oyununa gittim, benimle beraber heyecanlanan ve de heyecanlanmayan birkaç arkadaşımla beraber. En ön sırayı kaptık, kaptık ki o nefese o bedene en yakında duralım, gerçeğe çağıracaksa oyun bizi onu en yakından, en engelsiz izleyelim diye.

Labirentler’de karşımıza bir yabancı beden, bir yaratık bedeni çıktı ufak Şermola Performans sahnesinde. Oyun Ursula Le Guin’in bir hikayesinden uyarlama ve pek çok Ursula Le Guin hikayesi gibi bizi başka bir dünyaya götürüyor, o dünyalarda bir yolculuğa çıkarıyor. Ve o dünyanin canlıları ve cansızlarıyla tanıştırıyor. Onların ruhlarından bizim ruhumuza bir yol açıyor, yaşam ve ölümlerinden, yapış ve edişlerinden zihnimize insan/hetero-merkezci olmayan düşünce biçimleri ve olanaklar sokuyor. Üstüne üstlük bilim kurguların, fantezi dünyalarının içinde gerçekçi hikayeler üretiyor.

Labirentler hikayesi de yine başka bir dünyada başka bir yaratığın gözüyle anlatılan bir hikaye. Oyuna gitmeye karar verdiğimden beri fellik fellik bu hikayeyi bulmaya çalıştım, meğer Gülün Günlügü’ndeymiş. Orada öğrendim, okuyamadan gitmiş oldum.

Le Guin her zaman bildiğimiz hayatın sınırlarını aşmasını becerir. Romalarında uzun uzun yarattığı dünyayı anlatır ki bu yabancı topraklara aşina olasınız ama hikayelerde her zaman bu mümkün değil. Bu hikayenin dünyasına dair de anlatılan az şey var. Mekan farklı labirentler (ki sahneyi sadece ışıklarla çözebilmişler). Labirente hapsedilmiş ve oyunun tek görünen karakteri olan yaratıksa, bir denek hayvanı gibi türlü labirent testlerine tabi tutuluyor diğer bir yaratık tarafından, hiç ortaya çıkmayan hiç sesi duyulmayan. Denek-yaratık kendini tutsak bulduğu bu mekanlarda kendi dünyasına dair ipuçları veriyor ama o kadar.

Ama anlatmak istediğim hikayeden cok oyunculuk ve oyunun tiyatroya dair sorduğu sorular. Yaratık rolünde Filiz Bozkuş, Le Guin’in yarattığı dünyalar nasıl gerçekçi ise bu uyarlamanın yaratığı da öyle gerçekçi. Bedeni, kaslarını kullanışı, mekanla ilişkisi, sesi ve mimikleri ile yeni bir gerçeklik yaratmış oyuncu; öyle danslar ediyor, öyle suratlar gösteriyor ki bize bütünlüklü bir yaratık-dil kurmaya gerçekten çok çok yaklaşmış. Labirentler içinde duvarlara çarpan, düğmelere basan, dans eden, bedenini dillendiren bir yaratık-beden olmuş. Yaratık kulağa pek hoş gelmez ya, bakınız yaratmak ile kardeşler. Bedensel olarak ciddiyetle düşünülmüş bir karakter sahnedeki yaratık. Bu tiyatrolarda az bulunur bir nimet.

Yaratığın kaderi ise oyuncunun (ve bu anlamda tiyatronun) kaderiyle bir. O ne kadar onu labirentlerde tutsak tutan yaratıkla iletişime geçmeye çalışsa, kendini ne kadar paralasa da bir türlü bu dudaklarını garip garip oynatıp duran ve elverişli bedenine rağmen hareket etmekten mümkün mertebe kaçınan yaratıkla ileteşemiyor. Kulağa çok insani geliyor, insana cok benziyor kıpırdayan dudaklar ve hareketten kaçınan beden. Hem zaten biz izleyiciler de öyle duruyoruz, oyuncu/yaratık bizimle iletişim kurmak icin debelenirken hiç kılımızı kıpırdatmıyoruz. Ve onun dans ederek ölmesini izliyoruz.

Ama hayır bakın tiyatro yaşıyor, hala kalpten işler çıkıyor, hala yaratıyor. Bazı gönüller tiyatro sevgisiyle yanıp tutuşuyor.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Zeynep Gönen

Yanıtla