"Zengin Mutfağı" Penceresinden Tiyatroya Bir Bakış

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Yavuz Pak

35 Yıl Sonra Zengin Mutfağı

İBB Şehir Tiyatroları’nın yıl sonunda gösterime giren yeni oyunlarından biri Vasıf Öngören’in Zengin Mutfağı. Türkiye tiyatrosunun en önemli simalarından bir olan Öngören’in, kızı Aslı Öngören’in başarılı rejisiyle 35 yıl sonra yeniden sahnelenen oyunu, Türkiye’nin siyasi tarihinin en önemli olaylarından birini, 15–16 Haziran 1970 işçi eylemlerini ve 12 Mart darbesini fon alıyor. Emek-sermaye çatışması üzerinden, kapitalizm ve faşizm eleştirisini zengin işadamı Kerim Bey’in köşkünde aşçılık yapan Pehlivan Lütfü Usta’nın gözünden anlatıyor. Yükselen sınıf mücadelesi koşullarında, lümpen emekçi karakterlerin sınıf bilinçli işçilere ya da sınıf mücadelesine karşı örgütlenen faşist hareketin neferlerine evrilmelerini yansıtıyor. Bu toplumsal/politik içerikli oyun, döneme ayna tutarken, Brecht’in epik tiyatro ekolünü Türkiye’de ilk kez uygulayan tiyatro insanı olarak tanımlanan Vasıf Öngören’in, Türkiye tiyatro tarihine geçen eserlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Ancak, Türkiye Tiyatrosu’nun bu “klasikleşmiş” oyunu, gösterimdeki ikinci gecesinde kurt işaretleri yaparak “Tanrı Türkü korusun” çığlıkları ile oyunu sabote etmeye çalışan birkaç tiyatro aymazının “faşizmin lanetlendiği sahnelerde” belleklerinde beliren “ülkücülere hakaret” zırvalığını bahane eden Şehir Tiyatroları yönetimi tarafından, galası dahi yapılmadan Şubat ayı repertuarından çıkartıldı. Eğer bu olay, organize bir “provakasyon” değilse, çok iyi bir “bahane” oldu muhalif oyunları baskılamak için fırsat kollayan zihniyete. Oyun, gelen yoğun tepki üzerine, Mart ayı programında az da olsa yer bulabildi kendisine. Şehir Tiyatroları yönetiminin aksine, o gün 400 izleyicinin ülkücü güruhu alkışlarla protesto ederek oyuna sahip çıkması olayın umut verici yanı idi. Tesadüf bu ya, Zengin Mutfağı’nın ilk kez sahnelendiği 1978 yılında, Fatih Sahnesi’nin yan fuayesi bir el bombası ile havaya uçurulmuştu. Coşkulu bir seyirci topluluğuna, hıncahınç dolu salonlara oynayan oyunun, 35 yıl sonra yeniden saldırıya uğraması ise, oyuna naif bir hava vererek epik yanını perçinleyen Çiğdem Erken şarkılarını anımsatıyordu: “Bir oyundu bu evet, kırk yıl önceden/ Eskimemiş ne tuhaf, yeni de değil”… Peki neden bu kadar saldırıya uğrar bir tiyatro “oyunu”? Sanırım sorunun yanıtını, Vasıf Öngören’in temsilcisi olduğu epik tiyatronun niteliklerinde ve genel olarak tiyatronun günümüz Türkiye’sinde maruz kaldığı saldırıların nedenleri arasında aramak gerek. 1984 yılında, Türkiyeli sakıncalı sanatçıların ortak kaderine dönüşen “zorunlu sürgündeki ani ölümüyle” 46 yaşında aramızdan ayrılan “Vasıf Öngören”, bir yazar, yönetmen ve kuramcı olarak, “epik tiyatro” akımının çok başarılı bir temsilcisidir. “Brechtçi” ya da “Aristotales dışı dram” olarak da nitelendirilen epik tiyatro akımı, merkezine sanata biçilen “gerçekliği yansıtma” işlevini alır. Sistem eleştirisi üzerinden seyircisini, “seyretmenin” ötesinde daha verimli bir davranışa, “düşünmeye ve eyleyişe” sevk edilmeye çalışır. (1) Nitekim, Prof.Dr. Ayşegül Yüksel, Vasıf Öngören’i şöyle tanımlar : “Türkiye tiyatrosunun 1960larda gerçekleştirdiği atılım içinde, insanımızı tüm sıcaklığı ve canlılığı ile epik tiyatro yöntemini kullanarak yansıtmış bir tiyatro ustamızdır. Oyunlarındaki yalın dil, gülmeceye yatkın üslup ve toplumsal-politik doğru içerek, sahne ile seyirci arasında kolayca iletişim kurmayı sağlamış, tüm oyunları seyircisini düşünmeye yöneltmede çok başarılı olmuştur. “ (2) Vasıf Öngören de “öğreticiliğe” büyük önem veren bir sanatçı olmasına rağmen, yalnız us yoluyla, düşüncelerle değil; duygularla, sezgi yoluyla etkiler insanları oyunlarında. Karşılarına bir sanat yapıtıyla çıktığı insanları, o yapıtın içine çeker adeta. “Göç”, “Asiye Nasıl Kurtulur”, “Zengin Mutfağı”, “Memleketimden İnsan Manzaraları” ve kızı Aslı Öngören’e adadığı “Masalın Aslı” gibi Türkiye tiyatro tarihine damgasını vuran başyapıtlarında, seyirciyi düşünsel/duygusal olarak sahneyle bütünleştirmeyi başarır. Beni en çok etkileyen oyunu “Oyun Nasıl Oynanmalı”yı ise, evlere şenlik bir suç isnadı ile, “tiyatroda gizli örgüt kurmaktan” hükümlü olduğu yıllarda hapishanede yazmak zorunda kalır. Belki de O’nu büyük bir tiyatro insanı yapan ve dün olduğu gibi bugün de siyasal iktidarların gözünde “olağan şüpheli” kılan en çarpıcı özelliği şudur: “Akla ve kalbe hitap etmek”. Kuşkusuz, bunu başarabilen tiyatronun gücü, iktidarlara diz çöktürebilir! Hele de bunu başaran korkusuz bir muhalifse… Zengin Mutfağı’na yönelik saldırı ve kısıtlamalar, gerçekte, bu gücün yarattığı korkudan başka bir şey değildir. Geçen yıl bu zamanlarda, muhalif bir başka oyun, adalet sistemini yerden yere vuran “Rosenbergler Ölmemeli”, telif hakları bahanesiyle bir ay içinde gösterimden kaldırılmıştı. Bu yıl, repertuardan çıkarılmamasına rağmen, geçen yıl muhafazakar kalemlerin saldırılarına maruz kalan “Otobüs”, “Günlük Müstehcen Sırlar” gibi toplumsal/siyasal içerikli muhalif oyunlara “fili bir sansür” uygulandı. Ne hikmetse, sahne bulunamadı bir türlü bu oyunlara! Resmen oyun yasaklamanın, açık sansürün yaratacağı kamuoyu tepkisini türlü bahanelerle, kaçak dövüşerek savuşturma yöntemini tercih eden Şehir Tiyatroları yönetiminin, şimdi hedefinde hangi oyunlar olabileceğini tahmin etmek zor değil: Finalinde 1 Mayıs Marşı söylenen “Dar Ayakkabıyla Yaşamak,” sosyalist Pablo Neruda’nın yaşamını anlatan “Ateşli Sabır”, yerleşik tabulara isyan eden “Çığ”, burjuva ahlak değerlerinin yozluğuna ayna tutan “Hedda Gabler”, faşizmi sorgulayan “Kabare”, İstanbul Ermenilerinin yaşamlarını konu alan “Şark Dişçisi”, sınırlara ve etnik aidiyetlere cephe alan “Türkiye Kayası”, emperyalizm eleştirisi üzerine kurgulanan “Arka Bahçe” , Osmanlı padişahlarının kanlı ve vahşi iktidar savaşlarını hicveden “Zırhlı Kurt” ve belki de sırf Aziz Nesin yazmış olduğu için Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” oyunu… Eh, repertuardan geriye de pek bir şey kalmıyor zaten… Geçen yıl yapılan yönetmelik değişikliği ile belediye bürokratlarının engin tiyatro bilgilerinin (!) insafına terkedilen Şehir Tiyatroları’na bugün hakim olan zihniyetin en çok “gişe yapan” bu oyunlara da “fiili sansür” uygulaması sadece zamanlama meselesi. Zira, Zengin Mutfağı”na yönelik tutum, kıyısından köşesinden “muhalif” bir unsur geçen tüm oyunlara verilen bir gözdağı olarak okunabilir. Bu sindirme politikası, üç kadının çay sohbetlerini konu alan “Perşembe’nin Hanımları” gibi masum bir oyunun bile, repliklerinden birinde Marksist klasiklerin ve Lenin’in, eleştirel de olsa adlarının geç
işi yüzünden sansüre uğraması bile beklenebilir ! Çok ileri gittiğimi düşünenlere hatırlatmak isterim ki, 21. asırda, rolü gereği sahnede sigara içen sanatçılar hakkında, “kapalı alanda sigara içmek” yasağının ihlalden tutanak tutulan “nur içinde” bir memleket Türkiye!

Ehlileştirmek ya da Yok Etmek!

En dolaysız biçimiyle, içinden geçtiğimiz ideolojik hegemonya inşa sürecinin tiyatroya dair iki tercihinden söz etmek mümkün: “tiyatroyu araçsallaştırmak ya da yok etmek”. İlk ve şimdilik öne çıkan tercih, tiyatroyu ehlileştirerek “araçsallaştırmak”. Giderek güçlenen “muhafazakar otoriter” rejimin üzerine inşa edildiği ve bütünleştiği “neo-liberal yapı”, dünyanın dört bir yanında, kültür alanında yozlaşmanın, popülizmin, depolitizasyonun, cehaletin sarmaladığı toplumu kutsayarak bireyleri “akıl tutulması” üzerinden kendisine bağlamayı tercih eder. “Hegemonik kültürü oluşturmak sadece bir ideolojik mistifikasyon sağlamakla kalmaz, aynı zamanda boyunduruk altındakilerin zararı pahasına iktidardaki grupların çıkarlarına hizmet eder.”(3) Öngören’in, 35 yıl önce Zengin Mutfağı’nın aşçısı Lütfü Usta’ya biçtiği lümpen proleter rolü üzerinden vurguladığı bu durum, bugün çok daha vahim boyutlarda hükmünü sürüyor ne yazık ki. Ve Lütfü Usta’nın oyunla adeta özdeşleşen “İnsan kime hizmet ettiğini bilmeli !” repliği tam da bu noktada öne çıkıyor. Tiyatroyu neo-liberal dönüşümün bir aracı olarak analitik/düşünsel felsefe bağlamından tümüyle kopartmak, gerçeğin/hayatın aynası olmaktan çıkarıp salt vodvillere, broadway tarzı eğlenceliklere, bayağı komedilere indirgemek, toplumsal/politik/eyleyici yanını törpüleyerek popüler kültürünün diğer veçheleri arasına sıkıştırmak ve neo-liberal/tüketim kültürünün kokuşmuşluğuna mahkum etmek bu seçeneğin temel stratejisi. “Tiyatroyu araçsallaştırma” seçeneği, medya ile dolaysız ve güçlü bağlantıları olan, kamuoyu desteğine sahip pek çok simayı bünyesinde barındıran tiyatro camiasının yaratabileceği toplumsal tepkiyi dizginlemenin ve iktidarların artık tapındığı kamuoyu desteğinin sarsılmasını önlemenin “şimdilik” en akıllıca yolu. Bugün, Şehir Tiyatroları repertuarında, “lise müsameresini” aratmayan ve tiyatronun sadece ön koltuklarını dolduracak kadar ilgi gören kimi oyunların, yukarıda zikrettiğim, nitelikli ve gişe rekorları kıran oyunlardan çok daha fazla yer buluşu, bu seçeneğin altyapısının hazırlandığına dair önemli bir ipucu olarak görülebilir. Yeni rejimin “muhafazakar/otoriter” yanı ise, ideolojik/felsefi özü itibarıyla, tiyatroya yönelik ikinci ve çok daha tehlikeli olan seçeneği barındırıyor: tiyatroyu tümden karanlığa gömerek “yok etmek”. Üçüncü bin yılda, sistemin korunması için Ortaçağ’ın karanlık güçlerine davetiye çıkaran muhafazakar/otoriter zihniyetin bir benzerine, tiyatroyu doğduğu topraklarda, Avrupa’da, VI. asırdan itibaren karanlığa gömen Kilise iktidarında rastlanmıştı. Antik Yunan tiyatrosunun devamı olan Roma tiyatrosu önce arenalardaki gladyatör dövüşleri ve venationes (vahşi hayvanlarla insanların dövüşleri) gösterilerine dönüştürülmüştü. Sonrasında, Kilise’nin hegemonyası birlikte onun dinsel dogmaları esas alan skolastik felsefesi hükmünü kurmuş ve Karanlık Çağ’da, tiyatronun bin yıla yakın bir süre “yasaklanışına” tanıklık etmişti tarih. Ekonomik/siyasal alanda neo-liberal politikalara sıkı sıkıya bağlı olmaya mahkum olan muhafazakar otoriteryanizm, toplumsal yaşamın kültürel/sanatsal veçhelerinde göreceli bir özerkliğe ve hareket serbestisine sahip. Yeni rejimin, emeklediği dönemde “heykellerin içine tükürmekle” başladığı sürecin, hegemonyasını kuracak kadar güçlendiğinde “heykelleri söküp atma” noktasına evrilmesi şaşırtıcı değil. Zira bu genetik kodlarında var. Sanatı ve özellikle tiyatroyu salt bir “ahlaki” sınıflandırmaya tabii tutarak “yok etmeyi” hedefleyen bir anlayış bu. Tesis edilen yeni resmi ideolojinin, tarihsel olarak tiyatro ile “düşmanlık” temelinde ilişkilenişinin en açık ifadelerini bir İslamcı “aydının” şu satırlarında okumak mümkün: “12 Eylül öncesi Türkiye’de basın devlet ve ülke düşmanıydı, sinema ahlaksız rezildi, tiyatro din ve millet düşmanıydı. Tiyatro, bir türlü adam olmadığı için iflas bayrağını çekip geçmişine ağıtlar yakmaktadır. Beter olsunlar, dinimize, inancımıza milli değerlerimize yıllarca musallat olduklarının karşılığı olarak” (4) İdeolojik hegemonya inşası, eğitimden sağlığa toplumsal yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ederken, elbette tiyatroyu bu süreçten muaf tutamazdı. Mamafih, yeni rejim siyasal olarak güçlendikçe kültürel/sanatsal kodlarını daha çok açığa vurarak kendisini bu alanlara daha net yansıtıyor. Bu süreçte, Devlet Tiyatroları’na yeni yasal düzenleme, Şehir Tiyatroları’na yönetmelik değişikliği, tiyatroların özelleştirilmesi ve kapatılması tartışmaları, oyuncuların emekliye sevk edilerek yeni kadro açılmaması çalışmalarına, tiyatronun ve oyuncuların itibarsızlaştırılması çabaları eşlik ediyor. Neo-liberalizm çağında, artı-değer üretiminin meşruiyetini ve sürdürülebilirliğini sağlayan mekanizmaların ağırlık merkezi, “hukuki/siyasal üstyapıdan”, ” ideolojik/kültürel” üstyapıya doğru kayıyor. Türkiye’de inşa edilen yeni rejim de kendisinden öncekiler gibi, yeni yasalar çıkartmanın ya da yeni anayasanın, kendi hegemonyasını garanti altına almak için yeterli olmadığını gayet iyi biliyor; iktidar etkilerinin tüm toplumsal gövdeye, gözeneklerine kadar sızmasını sağlayacak bir yönteme ihtiyacı olduğunun farkında. Gelinen noktada, tiyatrolara uygulanan fiili ya da resmi sansürler, oto-sansürler, yasaklar, engellemeler hatta yok etme çabaları bu ihtiyaçtan doğuyor. Gana’da bile devletin sübvanse ettiği tiyatro, ehlileştirilememesi durumunda, “yok etmekle” tehdit edebiliyor. Oysa, E.P. Thompson’un vurguladığı gibi, binlerce yıllık sanat tarihinin kanıtladığı bir şey var: “Toplumsal bilincin gelişmesi, bir şairin kafasının gelişmesi gibi, son tahlilde, hiçbir zaman planlanamaz” ve tarih, iktidarlara, zorbalara karşı mücadele eden ve ayakta kalarak yürüyüşünü devam ettiren “sanatı” yazmaya devam eder.” (6) Karanlık Çağ boyunca, asırlarca karanlığa gömülen tiyatronun, Rönesans döneminde, tam da karanlığa gömüldüğü yerden, İtalya’dan ayağa kalkarak Kilise’nin karanlık iktidarını sarsması, Thompson’u doğrulayan en çarpıcı örneklerden biri. Elbette insanlık yaşadığı binlerce yıllık deneyimden sonra, ikinci bir Karanlık Çağa kolay kolay girmeyecek. Ancak, Aydınlanma Çağı felsefesinden, taşıdığı ilerici/devrimci potansiyel yüzünden çok ciddi bir kopuşun dayatıldığı, kaotik bir zaman diliminde olduğumuzu da unutmamalı. Son sözü, yaşamı boyunca her türden baskıya uğramış, 12 Eylül rejiminin 1402’liklerinden biri olarak adeta “yok edilmeye” çalışılmış, her dönem “sakıncalı” ilan edilmiş ama dimdik ayakta, Türkiye tiyatro tarihine başyapıtlar kazandıran ve kazandırmaya devam eden bir ustaya; Haşmet Zeybek’e bırakıyorum: “Bu aşamada ‘yönetenlerin’ mantığı şu:Madem ki biz yapamıyoruz, hiç kimse yapmasın. Bunlar bizi beğenmiyor, eleştiriyorlar, o zaman onların burada yeri yok, diyorlar. İslam ülkelerinin gelişememelerinin en önemli nedenlerinden biri, t
iyatroya
çok fazla önem vermemeleridir. Tiyatroyu bilmeyen karakter yaratamaz. Karakter yapamayan diyalog yazamaz. Diyalog bilmeyen ise, diyalektiği bilemez, sadece ‘fonetik’ olur. Düşünemez. Sadece ‘eşek’ olur. Herkes bizi okusun ve eşeğin özünden sıyrılıp gelsin” (7) Vasıf Öngören, ismi ile müsemma bir usta oluşunu kanıtlarcasına, Zengin Mutfağı’nda bilinç sıçraması yaşattığı aşçı karakteri Lütfü Usta’ya en çok tekrarlattığı replikle, adeta Haşmet Usta’yı duyuyor ve aynı anda umudu dillendiriyordu : Aşçı isek, eşek değiliz!!!

Kaynakça:

  1. Fischer, Ernst. Sanatın Gerekliliği, Sözcükler Yayınları, Eylül 2012, İstanbul, s:21-23
  2. Yüksel, Ayşegül. Vasıf Öngören- Bütün Oyunları, Mitos Boyut Yayınları, Mart 2010, İstanbul, s:237-285
  3. Lears, T.J. Jackson,The Concept of Cultural Hegemony:Problems and Possibilities, The American Historical Rewiev, s:571, vol:90, no:3.
  4. Onay, Yılmaz. Yeni Tiyatro Dergisi sayı :7, s:55-56, (Sururi Seçmen, www.el-aziz.com 13 Aralık 2006)
  5. Foucault, Michel. İktidarın Gözü, Seçme Yazılar 4, Ayrıntı Yayınları, 2007, İstanbul, s:95
  6. Thompson, E.P. Avam ve Görenek, Birikim Yayınları, İstanbul, 2006
  7. Göktaş, Erbil. Yeni Tiyatro Dergisi, sayı:41, söyleşi / 37, Haşmet Zeybekle 12 Eylül Soruşturması

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Yavuz Pak

Yanıtla