Düşünme Yetisinin Biçimlendirilmesi [Telif Tartışmaları]

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bilal Akar

5 Mayıs’ta bu sene 21.si düzenlenen İATG(İstanbul Amatör Tiyatro Günleri) kapsamında “Tiyatroda Telif”[1] konulu bir panel organize edildi. Özgür Eren’in konuyla ilgili sıcağı sıcağına kaleme aldığı yazı da konuşmacıların yaklaşımları, üniversitelerin koşulları ve amaçları, amatör-profesyonel karşılaşmaları ve bütün bunların kapsamında telif meselesi açık bir biçimde ele alınıyor[2]. Bu yazıda değinmek istediğim nokta ise yaklaşık 5 aydır sürmekte olan amatör tiyatrolarda telif meselesine dair üretilen söylemlerin ne şekilde biçimlendiği olacak. Zira bu sürenin sonunda ortaya konulan görüşlerin üzerinden bir analiz yapmak ancak kabil oldu.

Foucault’un hayatımıza girmesiyle beraber dilimizden düşmeyen “söylem” kavramı, ideolojik yaklaşımlara dair en görünür etmenlerden biri olduğu için ben de böyle bir irdelemeyle başlayacağım. Kişinin diline, sözlerine tezahür eden ideolojik yaklaşımlar özellikle telifin, emeğin, hakkın ve hakkaniyetin ne olduğuna dair net tavırlar ihtiva ediyor. Kendisini kullanılan dilde aşikar eden bu görüşler kimi zaman analiz için yeter kaynak olarak da kabul edilebiliyor. Gelgelelim Foucault felsefe eğitimini henüz tamamlamış, psikoloji diploması da alabilmek için ALES’e hazırlanır ve ilişik kesme işlemleri için Maurice Merleau-Ponty’den imza almaya çalışırken Orwell, “Avrupa’daki Son Adam” adını koyduğu ama yayıncısı tarafından adı “1984” olarak değiştirilen eserini yayımlamakla meşguldü. Orwell’in İspanya iç savaşı deneyimlerine ve Stalinci kanada dair gözlemlerine dayanan bu kitapta değinmek istediğim nokta bürokrasi mekanizmasınca yaratılmaya çalışılan yeni dil. Foucault’nun söylem kavramına göre çok daha katı ve doğrudan üretilmeye çalışılan bir dil, olmasına rağmen “Tiyatroda Telif” paneli üzerine konuşurken daha elverişli olacağı kanısındayım. 1984’te, üretilen bu yeni dile göre artık “isyan” kelimesinin bir karşılığı olmayacaktır bunun yerine bu düşünceyi ifade etmek için “itaat” kelimesi kullanılacaktır ki kitaba bakarak örnekler çoğaltılabilir. Esas mesele, düşüncenin biçimlendirilmesi ve ifadesidir. İfade edemediğiniz bir şeyi düşünemezsiniz. Orwell’ın da ifade ettiği üzere bu yeni dil hem böyle bir düşüncenin içsel olarak yaratımını engelliyor hem de bir şekilde yaratılması halinde kişinin kendine ve çevresindekilere bu düşünceyi iletmesini engelliyor.

Lafı bu kadar dönüp dolaştırdıktan sonra gelmek istediğim nokta şudur ki: neoliberal dönüşüm ve daha genel olarak sistem, bize kullanacağımız kelimeleri bahşetmekte. Bunun dışında kullanmaya kalktığımız kelimeler(örneğin; hakkaniyet, ortak yaşam, devrim) ya anlaşılmamakta ya da gene sistem tarafından yaftalandığı halleriyle zihinlerimizde yer etmektedir. Panel boyunca “telif”, “hak” gibi kavramlarla bu derece haşır neşir olunurken “özel mülkiyet”, “özel mülkiyetten kaynaklı telif hakları”, “bilginin iktidarı ve tekelleştirilmesi” gibi kavramların bu derece gözden, zihinden ve dilden ırak olması şaşırtıcı olmuyor. Hele zaten söze “özel mülkiyet” le başladığınızda bir çok kimse kendisine ortodoks Marksist bir seminer verileceği algısıyla içeriği dinlememeye başlıyor. Konuşmacılar, katılımcılar ortada zımni bir sözleşme varmışçasına kendi düşüncelerini, görüşlerini kabul görmüş kavramların içine sığdırmaya çalışıyorlar. Bu durumda ortaya çıkan şey ise , biraz abartarak söylüyorum, “isyan” demeye çalışırken dudaklarınızdan “itaat” kelimesinin dökülmesi. İşte neoliberalizmin en büyük başarısı da budur: bütün muhalefet alanlarını kendi içine çekmesi, bu şekilde sınırlandırmaya çalışması. İşte tam da bu yüzden “amatör tiyatrolar”, piyasa kısıtlamalarına alternatif bir ortam yarattığı, öznelerinin bireysel çıkar ve kar amacında olmadığı ve maddi, zamansal kısıtlamalardan büyük ölçüde azade olduğu için “alternatif” bir alandır diyebiliyoruz. Esas meselede budur! Sistemin içselleştiremediği, kendine göre biçimlendiremediği bir alan vardır ve bu alan bir şekilde piyasa ilişkilerine adapte edilmeye çalışılmaktadır.

Amatörler ve telif hakkında sürekli tekrarlanan Almanya örneği öne sürülerek amatör tiyatroların, üniversite tiyatrolarının çabasının telif ödememeye değil devlet desteği kazanmaya yönlendirilmesi gerektiği düşüncesi böyle bir durumun tezahürüdür. Duruma neoliberal ideolojik kısıtlamalardan uzakta durarak olgusal temelde baktığımızda; üniversite tiyatroları , hem totaliter bir üniversite yönetimi anlayışıyla mücadele etmekte, hem yıllardır yüksek öğrenimin başında ceberut gibi dikilen YÖK kısıtlamalarıyla başa çıkma, ekonomik olarak da Bologna süreciyle başlayan üniversitelerin piyasa ekonomisine göbek bağıyla bağlanmasına karşı durma anlamında bir çok kısıtlama ve sorunlarla boğuşmaktadır. Yahu 120 liralık bir maliyet yüzünden turneye çıkmakta zorlanan üniversite gruplarının, kar elde etmemelerine rağmen telif ödemesinin tavsiye edilmesi abesle iştigaldir. Amiyane tabirimi affedin ama koşulların hiç birine vakıf olmadan bu argümanla karşımıza gelenler,  ya dayak yememişler ya hesap bilmiyorlar.

Yazının genel izleğini bozacak olsa da küçük bir not eklemek istiyorum. Defaten tekrarladığımız üzere amatör tiyatro uğraşı “iki kalas bir heves” değildir, bundan çok daha derinlikli ve geniş kapsamlıdır. Çok geriye gitmeden yakın dönem Türkiye tiyatrosuna baktığımızda tiyatro dünyamızda önemli yer edinen bir çok tiyatrocunun amatör kökenli olduğunu da görürüz. Amatör  tiyatronun özgürlükçü ve kısıtlamalardan nispeten uzak yapısı bir çok tiyatrocuya kendini daha rahat ve sağlam ifade etme, avant-garde bir kimlik edinme şansı ortaya koymuştur. Bülent Somay, BÜO’da tiyatro çevirisi çalışmaları yürütmüştür keza panelistlerden biri olan Kerem Kurdoğlu da amatör tiyatro çıkışlıdır, Beklan Algan, Engin Cezzar, Özdemir Nutku gibi tiyatro alanındaki isimler çeşitlenebilir. Tiyatro-çeviri-araştırma alanında kendine yer edinen Mimesis Dergisi amatör bir uğraşla ortaya çıkmıştır. Bir çok amatör tiyatro, üniversite tiyatrosu kendi metinlerini üretme, üretilen metinleri yeniden yorumlama alanında çok daha aktiftir. İTÜ Timis oyuncuları yıllardır kendi geleneklerinin bir ürünü olarak roman uyarlamalarını başarılı bir biçimde sahneye taşımaktadırlar, İÜ Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu(nam-ı diğer Çapa) Türkçeye ilk defa kendi üyelerince çevrilen bir çok oyun oynamışlardır ki örnekler çoğaltılabilir. Son olarak Türkiye’deki özel tiyatroların, hatta devlet ve şehir tiyatrolarının bulundukları şehirler, sahne ve oyun sayıları göz önüne alındığında ulaştıkları seyirci sayısı üniversite tiyatrolarının ulaştığı seyirciye erişememektedir. Her ne kadar bütün üniversite tiyatrolarını aynı kefeye koymak yanlış ne grupların nitelikleri de tartışılır olsa da aynı durum özel ve ödenekli tiyatrolar için de geçerlidir. Türkiye’nin tiyatro yaşamını oluşturan, her ne kadar görünür kılınmakta zorlansa da, amatör tiyatrolardır.

Konuya geri dönecek ve bu düşünce,ifade yetisi kısıtlamalarına bir örnek daha verecek olursak sinema dünyasına da girebiliriz. Kendisine başyapıt demenin diğer filmlerine haksızlık olacağını düşündüğüm ama yine de bir yönetmenin başyapıtım olarak övünebileceği Stanley Kubrick imzalı “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb” ten bir sahne anlatmak istiyorum. Grup Komutanı Lionel Mandrake, Amerikalı bir üs komutanı tarafından verilen, Sovyetlere nükleer saldırı emrini engelleyebilmek için karargaha, başkanlığa telefon ile ulaşmaya çalışır. Çalışır durumdaki tek telefon ankesörlü olarak tabir ettiğimiz bozuk parayla çalışan bir telefondur. Cebinde yeterli bozuk para olmadığı için aramayı karşı tarafın ödemesini talep eder ancak operatörce reddedilir. Dünyanın sonunu getirebilecek bir nükleer saldırıyı engellemek için tek çaresi Coca Cola otomatına ateş ederek bozuk para bölmesinin açılmasını sağlamaktır. Emri verdiği komutan, bunu yerine getiremeyeceğini bildirir, açıklaması basittir: “O bir özel mülk.” Tartışma sonucu Coca Cola tarafından dava edilirse sorumluluğu Mandrake’ye yıkacağını söyleyerek nükleer savaşı durduracak telefon konuşması için bozuk para kutusuna ateş eder. Bu kara komedi, “prensip” kavramına ve sistemin ortaya koyduğu öncüllere koşulsuz bağlılığın çok net bir eleştirisidir. Kişinin kendi önüne koyulan kısıtlamaları, öncülleri sorgulama ve değerlendirme çabasına girişmediğinde ortaya çıkacak durum her zaman bir nükleer savaş olmasa da alternatif alanların yok edilmesi sonucunu doğurabilir.

Althusserci bir tabirle, ideolojide çatlak yaratmak ve kişiyi sorgulamaya yönlendirmek üzere yapmaya çalıştığımız telif tartışmasının çıkış kaynağının Brecht’in bir oyunu olması da ilginç ve eğlenceli bir tesadüftür. Ancak konuyu bu örneğe de sıkıştırmamak gerekir zira birinci dünya savaşı nasıl Avusturya-Macaristan veliahdının öldürülmesinden dolayı yaşanmadıysa amatör tiyatrolarda telif tartışmasının yegane kaynağı da ONK Ajans’ın BÜO’nun Sezuan’ın İyi İnsanı oyununu engellemeye çalışması değildir. Bu neoliberal alanın genişleme hamlesinin sonucudur.

Özetle, düşünürken, muhalefet alanları yaratırken, değerlendirmeler yaparken kullanılan dilin ve hakim ideolojinin bize dayattıklarının farkında olmamız gerekir. Buna evde “isyan” kelimesini kendi kendimize çekinmeden telaffuz etmekle başlayabiliriz. Tek başına söylemesi zor olan bu kelimeyi örgütlü bir alanda bir çok insanla birlikte seslendirmek daha da faydalı olabilir.



[1] http://mimesis-dergi.org/2013/04/tiyatroda-telifi-tartisiyoruz/
[2] http://mimesis-dergi.org/2013/05/amatorler-telif-mucadelesinde-yeterli-destegi-bulabiliyor-mu/
Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Bilal Akar

1 Yorum

Yanıtla