“Şair Evlenmesi” Öncesi Yazılan İlk Türkçe Oyunlar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Fırat Güllü

Önceki yazımızda modern Türkçe Tiyatro’nun temellerinin neden okullarda atıldığını tartışmış ve bu bağlamda Viyana ve Venedik’te faaliyet gösteren Katolik eğitim kurumlarının rolünü tartışmaya açmıştık. Yazının sonunda daha somut konuşabilmek için, yazılan bu ilk Türkçe metinlere bakmanın daha doğru olabileceğini belirtmiştik.

Bu karşılaştırmalı analiz girişimimizde iki kaynaktan yararlanacağız: İlki Metin And tarafından yayınlanan “Şair Evlenmesi’nden Önceki İlk Türkçe Oyunlar” adlı derleme; ikincisi ise bgst Yayınları olarak bu yıl içerisinde yayınladığımız “Doğu İle Batı Arasında San Lazzaro Sahnesi”. İlk çalışma 1983 yılında İnkılap ve Aka Ktabevleri tarafından yayınlanmıştır ve içerisinde 5 adet oyun metni yer alır: Nasreddin Hoca’nın Mansıbı, Vakayi-i Acibe ve Havadis-i Garibe-i Keşfger Ahmed, Hikaye-i İbda-ı Yeniçeriyan ba Bereket-i Pir-i Şeyh Hacı Bektaş veli-i Müsliman, Hikaye-i İbrahim Paşa be İbrahim-i Gülşeni, Zor(ı)la Hekim. Metin And, kitabın giriş bölümüne geniş bir önsöz yazmış ve bu oyunların Türkçe dramatik edebiyatın gelişimi açısından taşıdıkları değeri ölçmeye çalışmıştır. And bu metinlerin tarihsel değerini reddetmemekle beraber, Şinasi öncesi dönemde dramatik edebiyatın gelişimine yaptıkları katkı konusunda soru işaretleri olduğunu ve bu metinlerin “Türk dramatik edebiyatı”nın başlangıcı olarak görülmeyeceğini düşündüğünü belirtir. Bu görüşünü gerekçelendirirken kullandığı argüman çok açıktır: “Gerek özgün, gerek çeviri olan [daha önce yazılmış]bu metinlerin çoğu ya Türklerin değildir, ya da yazarı kesin olarak bilinmiyor.” (sf. 9) Bu durumda And’ın kendi kategorizasyonunu oluştururken “Türk dramatik edebiyatı” olarak adlandırdığı eserlerde aradığı temel kriterin dil değil, etnik kimlik olduğu gerçeği çok açık biçimde ortaya çıkmış olur. Dolayısıyla ilk modern Türkçe dramatik eserlerinin üretildiği Katolik eğitim kurumları zaten Türk olmayan unsurlarca idare edildiği için onların ürünlerini bu kategoriye dâhil etme gerekliliği yoktur.

Buna rağmen And, bu iki kurumun adlarını açıkça zikreder ve faaliyetleri hakkında o dönemin bilgiler oranında bir aktarım yapar. Bu kurumlardan ilki önceki yazımızda da ortaya koyduğumuz gibi Avusturya İmparatorluğu’na bağlı olarak hizmet veren İmparatorluk Doğu Dilleri Okuludur. Yukarıda adlarını andığımız beş oyundan ilk üçü burada kaleme alınmıştır. Hatta ilk ikisinin, kullanılan dil dikkate alınarak okulda görev yapan elçilik görevlisi bir Osmanlı dil öğretmeni tarafından kaleme alınmış olma ihtimali oldukça güçlüdür. Buna rağmen bu okulda kaleme alınan Türkçe eserlerin Osmanlı ülkesinde filizlenmekte olan modern tiyatro hareketleriyle ne oranda bağlantılı olduğu oldukça belirsizdir: “Doğu Dilleri Okulu’nun ürünlerinin (…) [dramatik edebiyatımıza]dolaylı olarak katkısı olabileceğini kabul edebiliriz. Şöyle ki, eğer ileri sürdüğümüz gibi oyunlar, Viyana’daki Türk elçiliğinden Doğu Dilleri Okulu’nda ders veren Türk diplomatlar tarafından yazılmış ise bu kişiler Türkiye’ye döndüklerinde bu deneyimlerini Türkiye’de de sürdürmüş olabilirler. Bunun tersini ileri sürmeye olanağımız yok bulunmamaktadır. “ (sf. 25)

And’ın adını açıkça zikrettiği ama faaliyetleri hakkında çok kısıtlı bilgiye sahip olduğu anlaşılan ikinci eğitim kurumu San Lazzaro Mıkhitarist Manastırı ve ona bağlı okullardır. İşte bu noktadaki bilgi eksikliği de 2013 yılı içerisinde bgst Yayınları olarak yayınladığımız iki eserle büyük oranda kapanmış oldu: Yervant Baret Manok imzalı “Doğu ile Batı Arasında San Lazzaro Sahnesi” ve Boğos Levon Zekiyan imzalı “Venedik’ten İstanbul’a Modern Ermeni Tiyatrosu’nun İlk Adımları” adlı kitaplar bize söz konusu eğitim kurumunun teatral faaliyetleri hakkında kapsamlı bilgiler sunmakta. Üstelik bu kez Osmanlı Ermeni tiyatrosunun kurucusu ve geliştiricisi olan pek çok ismin aynı zamanda Osmanlı Türk tiyatrosunun da öncü isimleri olduğu açıkça ortaya konuyor. Doğu Dilleri Okulu ile ilişkilendirilen öncü figürlerin Osmanlı tiyatrosunun gelişimindeki rolünü çok net biçimde bilemiyoruz ama Mıkhitarist okullardan yetişen onlarca ismi aynı zamanda Metin And’ın yukarıda adını zikrettiğimiz önsözde adlarını saydığı geniş bir kesimle ilişkilendirmek mümkün. Dolayısıyla Mıkhitarist eğitim kurumlarında yürütülen dramatik faaliyetlerin öncü rolü konusunda daha kesin konuşabiliyoruz.

Yukarıda adları zikredilen iki kurumun çok farklı koşullarda ve ortamlarda ortaya çıktığı bir gerçek. Ama biz zihin açıcı olacağını düşündüğümüz için her iki kurumda yaklaşık aynı tarihlerde yazılmış iki komedi metnini ele karşılaştırarak daha somut bir analiz yapmayı yeğleyeceğiz.

Metinlerden ilki, Metin And’ın yukarıda adını andığımız çalışmasında yayınladığı “Nasreddin Hoca’nın Mansıbı” adlı komedi, diğeri ise Baret Manok’un gün ışığına çıkardığı “Bekri Mustafa’nın Karakteri” adlı oyundur. Her iki oyunun da komedi olması, yazıldığı düşünülen tarihlerin birbirine yakınlığı ve Osmanlı toplumuna ait folklorik öğelerden yararlanılarak kaleme alınmış olması karşılaştırma yapma isteğini güçlendirecek özelliklerdir.

Osmanlı ülkesi dışında Türkçe olarak kaleme alınmış bu iki oyun karşılaştırıldığında ilk göze çarpan ortak özellik oldukça sade bir halk dili ile yazılmış olmalarıdır. Metin And “Nasreddin Hoca’nın Mansıbı” adlı oyun için yaptığı değerlendirmede şöyle der: Oyunun “dilinin halk dilinde oluşu ve yazarın kimliğini gizlemesi ve daha başka kanıtlar bu oyunu okulda Türkçe okutmanlığı yapan bir Türk’ün yazdığı görüşünü güçlendiriyor.” Elbette bu önemli ihtimallerden birisi olarak öne çıkıyor. Ama sadece Türkçe bilgisinin yüksek düzeyde olması yazarın etnik kimliği hakkında kesin bir bilgi vermeyecektir. Etnik olarak Ermeni oldukları şüphe götürmeyecek Mıkhitarist rahiplerin kaleme aldığı ikinci oyun bunun en iyi kanıtı olarak görülebilir. Tabii her iki metin arasında çok radikal bir farklılık söz konusudur: “Bekri Mustafa” da “düzgün bir Türkçe”den ziyade, gündelik hayatın içerisinde ortaya çıkan “heterojen ve melezlenmiş” bir dil kullanımı söz konusudur. Tabii şunu unutmamak gerekir: “Bekri Mustafa”, “Nasreddin Hoca” gibi salt dil eğitimi amacıyla kaleme alınmış bir metin değildir. Daha çok Osmanlı gündelik yaşamına ve İstanbul folkloruna ait öğelerle donatılmış etnografik bir malzeme niteliğini taşır. Bu bağlamda yaşanan coğrafyanın çokkültürlü yapısını da yansıtan bir özelliği olması şaşırtıcı değildir. Bu metinde farklı milletlerden gelen unsurlar kendi aralarında Türkçeyi kendi söyleyiş tarzlarını koruyarak kullanırlar; hatta zaman zaman ana dillerinde konuşlar. Oysa “Nasreddin Hoca” da oyun sadece Müslüman unsurlar arasında geçer –ki Metin And’ın metnin meçhul yazarının etnik kimliği hakkında yaptığı tahminin doğru olduğunu düşünmemize yol açacak bir ayrıntıdır bu.  Her iki metinde de “argo” kullanımlar mevcuttur ama –normalde de beklenmesi gerektiği gibi- “Bekri Mustafa” da Mıkhitarist rahipler bunu belli sınırlar içerisinde yaparlar. Oysa “Nasreddin” metninde Pertev Naili Boratav’ın ünlü çalışmasında ortaya koyduğuyla uyumlu biçimde çok daha müstehcen bir hal alır: “anasını avradını s…m”, “puşt”, “pezevenk” kahpe oğlu” vs… “Bekri Mustafa”da argo olarak nitelenebilecek küfür içerikli malzeme daha çok Müslümanların gayrimüslim unsurlara dönük hakaretlerinden ibarettir: “khinzil domuz”, “hayin gavur”, “ulan çıfıt” vs… Tersi bir duruma, yani gayrimüslimlerin Müslümanlara açıkça hakaret etmesine hiç rastlanmaz.

Her iki metnin en güçlü ortak noktalarından birisi Osmanlı toplumuna ait folklorik imgelerden ikisini, Nasreddin Hoca’yı ve Bekri Mustafa’yı merkezlerine alarak yazılmış olmalarıdır. Her iki oyunda da olay örgüsünden ya da güçlü karakterlerden ziyade bu folklorik öğenin bir “taklidi” söz konusudur. İlk oyunda neredeyse tüm oyun çok iyi bilinen Nasreddin Hoca fıkralarının arka arkaya sıralanmasından oluşmaktadır. Bu fıkralar çok basit bir olay örgüsü etrafında birbirlerine yapıştırılmıştır. Benzer biçimde ikinci oyun da Bekri Mustafa’nın çok bilinen sarhoşluk esprisi üzerine kuruludur. Ortaoyununda çok sık rastlanan farklı milletlerden gelen unsurların kendi aralarında anlaşamaması ya da sözcüklerin ikincil anlamlarında kullanılmasından doğan espriler ön plandadır. Bununla birlikte oyunlarda toplumsal eleştirinin güçlü olduğunu görürüz. Örneğin her iki oyunda da Osmanlı iktidarını simgeleyen unsurlara rastlanır ve bu unsurlar sahip oldukları mevkiinin gücünü keyfi biçimde kullanırlar. “Nasreddin Hoca”da oyunun başında halk içerisinde şöyle bir beklenti olduğunu öğreniriz: Konya’ya yeni atanan Bey, boşalan müderrislik koltuğunu “sarığı en büyük” ve hediyesi en makbul olan adaya verecektir. Rüşvetin Osmanlı toplumunda devlet pozisyonlarını ele geçirmedeki rolünün oyunun temel konularından birisi haline geldiği, hatta asli ekseni oluşturduğu açıktır. Hoca’nın rakibi olan Uzun Osman’ın planı, Hoca’yı mali bir kriz içerisine sürükleyerek bu rüşveti ödemesini imkânsız hale getirmek üzerine kuruludur. Zaten oyunun çok gelişkin olmayan entrikası da tümüyle bu çatışmadan beslenir. Gerçi oyunun sonunda Bey, Nasreddin Hoca’nın “hoş geldin hediyesi” olarak sunduğu incirleri beğenmez ve kafasında paralar ama Hoca’nın nüktedanlığı kendisinde bir sempati yarattığı için yine de görevi ona verir. Diğer bir deyişle halkın beklentisinin tersine Bey için önemli olan, mevki için ödenen payın büyüklüğü değil müderris adayının söz konusu görev için uygunluğudur. Oyunun mutlu sonla bitmesi, yazarın Osmanlı konsolosluğu ile bağlantısı olan bir devlet görevlisi olduğu yolundaki iddiayı güçlendirir. Oyunda iktidar figürünün kendisinden çok, rüşvet uygulaması eleştiriye tabi tutulur ve nihayetinde adaleti sağlayan da iktidar figürü olur. Bu arada adaletin eşraftan olan Uzun Osman için dayak, tüm eylemlerini onun emriyle yapmış olan bahçıvan için idam şeklinde olması dikkate değer bir noktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki yazar için bu türden bir ayrımcılık doğaldır ve Bey’in sağladığı adalete gölge düşürmesi beklenemez.

“Bekri Mustafa” oyununda ise başkentte yaşayan vezirin biraz eğlenmek için sarhoş Mustafa’yı kısa bir süre için vezir kılığına soktuğuna şahit oluruz. Ermeni, Rum ve Yahudilerden oluşan esnaf tayfası tarafından hor görülen ve sarhoşluğu nedeniyle alay konusu olmuş olan Mustafa bu yetkiyi alır almaz herkesi falakaya çeker. Bu espiri Cevdet Kudret’in ortaoyunu senaryolarını derlediği kitabına yazdığı giriş bölümünde varlığından bahsettiği ve Osmanlı şenliklerinin değişmez bir unsuru olan “Donanma Muhtesibi” ya da “Donanma Nazırı” şakalarını hatırlatmaktadır. Bu tür oyunlarda bir oyuncunun yüksek dereceli bir memur kılığına girip esnafa türlü eziyet etmesi söz konusu olmaktaydı. Oyunda tümüyle gayrimüslimlerden oluşan ve bir Musahipzade oyunundan çıkmış hissi veren esnaf tayfasının idealize edilmediğini görürüz; sonuçta onların da ufak tefek hilebazlıkları olduğu izleyiciye sezdirilir. Ancak Mustafa’nın, “Ah elime bir fırsat düşseydi sizin hepinizin hakkından gelirdim” şeklindeki dileği, tesadüfen oradan geçmekte olan vezir tarafından işitilip gerçeğe dönüşünce durum değişir. Mustafa önüne geleni suçlu suçsuz ayırt etmeden falakaya yatırmaya başlar. Vezir Mustafa’nın yeni elde ettiği gücü sınırsız bir şiddet makinesi gibi kullanmasından çok rahatsız olmaz: Gayrimüslim esnaf tayfasının başından sopayı eksik etmemek gerekir. Diğer yandan Mustafa dozu arttırıp esnaf tayfasını ve özellikle de az önce malını yağmalattığı Yahudi’yi “kesmeye” kalkınca gerçek otorite devreye girer: “Döğmesi iyi ama nehak yerine kesmesini beğenmedim.” Böylece şaka amaçlı yapılan oyun sona erer. Mustafa eski yaşamına geri döner. Ama tipik bir kıssada olması beklendiği üzere ektiğini biçecektir. Rum meyhanesinde kafayı çekenlerin Osmanlı-Rus savaşı üzerine yaptığı bir tartışmanın kavgaya dönüşmesi sonrasında olaya hiç karışmamış olan Mustafa’nın Yahudi’nin yalancı şahitliği ile tutuklanması ve hatta “ipe gitme” ihtimalinin ortaya çıkması, Mustafa’nın eline fırsat geçtiğinde estirdiği terör dalgasının bedelini ağır ödemesine yol açacaktır.

Kısaca ortaya koymaya çalıştığımız gibi, aralarındaki net dramatik ayrımlara rağmen her iki oyunda da oldukça özgün ve yerli bir malzemenin kullanıldığı açıktır. Bu yüzden bu malzemenin çok daha ayrıntılı bir biçimde ele alınmaya ihtiyacı vardır. Tümüyle Türkçe olan bu metinlerin doğrudan Türkler için yazılmamış olması ya da yazarlarının Türk olup olmaması tiyatro edebiyatımız için taşıdıkları değeri azaltmayacaktır. Tam aksine modern tiyatronun bu topraklardaki serüvenini çok daha derinlikli kavramak için bu metinlere ve yenilerine ihtiyacımız olduğu aşikar.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Fırat Güllü

1 Yorum

  1. hayati Tok Tarih:

    Güzel yazı olmuş kaynak niteliğinde. O yuzden bilgisayarıma, yazarın ismiylen kaydettim. Teşekkürler

Yanıtla