Anna Karenina Ama Tolstoy Ne Der Bilemedim

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bilal Akar

Çoğunlukla izlenilen oyunun yapısı, özü, üslubu, dili yazılan eleştiriye sirayet eder. En nihayetinde yazan kimse oyunun, imgeleminde bıraktığı izdüşümlerini değerlendiriyor demektir. Ve en nihayetinde yol bir kafiye arar ve bulur dönemeçlerin benzerliğinde…

Demem o ki bu yazının üslubunun müsebbibi benden ziyade Tolstoy’un eserini hallaç pamuğu gibi atan yazar Armin Petras ve bu uyarlamayı sahneleyen yönetmen Daniel Špinar ikilisidir.

Son bir aydır Brno’da izlediğim klasiklerin, klasik klasik sahnelenmesinden şikayet ederken bir arkadaşın önerisiyle bu akşam (22 Ekim) Narodni Divadlo’dan Anna Karenina’yı izlemek istedim. Gerçi oyunun farklılığından bahsederken interesting yerine strange kelimesini kullanmasından işin içinden bir hinlik olduğunu anlamam gerekirdi.

Oyunun afişinde sadece Tolstoy’un ismi geçtiğinden, ilk perde sonunda yaşadığım şoku atlatmaya çalışırken bir koşu oyunun broşürünü kontrol etme isteğiyle doldum. Yazarlar olarak Tolstoy ve Armin Petras’ın isimleri geçiyordu. Şimdiye kadar ismini duymadığım bu Alman tiyatrocu 1964 Almanya doğumlu olup şimdiye kadar az buz da oyun sahnelememiş, bir kaç edebiyat uyarlaması da elinden geçmiş. Petras hakkında verdiğim bilgilerin bu kadar niteliksiz ve sığ olmasının esas nedeni, hakkında geçtim Türkçe’yi İngilizce kaynaklara bile pek rastlanmaması. -Tiyatromuzdaki Türkçe kaynak sıkıntımıza değinmeden geçmeyeyim-İnanmayan kısa bir google seferine çıkabilir.

Dolayısıyla oyuna dair yönelttiğim eleştiriler yeniden yazılan bu metnin arka planından ziyade bir klasiğin uyarlanması, tiyatro metni haline getirilmesi ve sahnelenmesi üzerine olacak. Kısacası seyirciye sunulan bu eserden hem yazar Petras hem de yönetmen Špinar sorumludur.

Son yıllarda Türkiye’de de patlama yaşayan edebiyat uyarlamaları üzerinden yürüyen tartışmalara da değinmek gerekecektir. Ama öncesinde oyunun sunumunun nasıl yapılabileceğine dair bir öneri sunayım:

– Tolstoy’un ölümsüz eserinden nemalanarak: Anna Karenina

– Şehvet düşkünü bir kadın,

– Azmış kudurmuş iki adam

– Bol bol ön sevişme, tekno dans ve dahası

-Modern sanatın derinliklerinde kaybolmaya hazır olun. Çok yakında Divadlo Reduta’da…

Bu sezonda oynanan kurgu karakterlerin değiştirilen mizaçları ve dramaturjileri Çalıkuşu ve Fatih(tiresiz)Harbiye dizilerinin birer uyarlama olup olmadığına dair tartışmalar açarken gelin bir de kısa Anna Karenina karakterleri turu yapalım:

-Anna Karenina, şehvetli, fettan, bir değil bin Aleksey arzulayan bir kadın

-Kocası sosyal ve bürokratik konumundan değil Anna’ya duyduğu şehvetten çıkıp gidemeyen Anna’nın sevgilisinin de dahil olduğu seks oyunları oynamak isteyen bir adam

– Sevgili, tekno müzik ve parti seven, seks düşkünü uçarı bir genç adam

– Tolstoy’un diğer odakları ve karakterlerimi? Birazdan değineceğim…

. . .

Ciddi ciddi konuşacak olursak, bir uyarlamanın serbestliği ve temel eserle uyumluluk oranı tartışılabilir ama olmazsa olmazları vardır. Tabi eğer hala uyarlama adını kullanmak istiyorsanız. İzlediğim sahnelemede Tolstoy’un ilmek ilmek, örük örük kurduğu hikayeden eser yok. Tolstoy’un işlediği ilişkiler, sosyal yapı, toplumsal baskı tamamen göz ardı edilmiş. Ne Anna’nın düştüğü ikilemler ne tercihleri ne de vazgeçişleri sahnede. Kaldı ki ana karakterin bunları kaybettiği bir uyarlama da koca ve sevgilinin işlevleri ve kararları neye göre değerlendirilebilir?

Tolstoy bu kitapta bunca karakterin bir hikayede nasıl işlevlendirileceğine, derinlemesine irdelenebileceğine dair adeta ders verir. Üzerine cilt cilt sosyolojik inceleme de yapılabilir. Temsildeki diğer Tolstoy karakterlerine gelecek olursak, gelecek bir yer bulamayız. Yoklar çünkü. Var gibilerde aslında. İnsan sayısı ve tipleme benzerliğini kâle alırsanız tabi. Sosyal bağlam mı, güldürmeyin adamı. Petras-Špinar Anna’yı ve onun yaşadığı cinselliği ve buna bağlı bir kaç çatışmayı almış, soyutlamış ortaya koymuşlar. Bu seyirciyi tatmin ediyor mu bilinmez. Gerçi sosyal medyada espri konusu olan “bienale yük indiren gemiyi performans zanneden entel” başlığıyla durumları da özetlenen bir kısım seyirciyi düşünecek olursak, evet Petras’ın uyarlaması bir başyapıt.

Gelelim dekora ve üsluba. 10 metre enindeki ve yaklaşık 15 metre derinliğindeki sahne, 2 basamaklı kurulmuş. Sahnenin ortasından sonuna kadar bir metre yüksekliğinde bir platform. Platformun üstünden 5 adet yuvarlak masa etraflarında sandalyeler, sol tarafta bir müzik klavyesi, ve bu platformun üstünde yaklaşık 4 metre çapında devasa ampullerle bezeli bir avize. Arka beyaz fon, oyuncuların üstüne yazılar yazıp kendi gölgelerinin izlerini çizebilecekleri şekilde yerleştirilmiş. Arada projeksiyondan yansıtılan sahil ve deniz dalgaları eşliğinde Anna ve sevgilisinin sevişerek söyledikleri Frank Sinatra’nın “I love you baby” şarkısı ve güncel club müzikleri farklı bir bulamaç oluşturuyor. Dramaturjik vurgular, çizimler de yapılmıyor değil ama oyunun dramaturjisinin tam olarak ne olduğundan emin olamadığım için kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Arka platformda genelde sahne geçişlerinde anlatıcılık görevi üstlenen 5-6 kişilik bir kadronun dans partileri olurken, önde alt tarafta müzik çalar dinleyen anlatıcılarımızın çok derin sorgulamalarına şahit oluyoruz.

Bütün bu bahsettiklerimden sonra çok basit bir şey gibi gelecek ama anlatıcıların kullandıkları mizansenler bir felaket. Eğer sezon boyunca aynı sahnede oynuyorsanız, bağlı bulunduğunuz kurum sayesinde bütün provalarınızı o sahnede yapıyorsanız ve o sahne yapısal olarak iki katlı bir balkona sahipse azcık kafanızı kaldırıp anlatı esnasında oradaki seyircileri de kâle almanız gerekir. Tamam aşağıdakiler daha fazla para ödüyor ama yukarıdakileri hesaplayınca da sürümden kazanıldığı bir gerçek.

Peki bu grup neden böyle bir oyun sahnelemeyi tercih etmiş? Bu muammayı çözmek için bir kaç teori atmakta beis görmüyorum. Genellemelere başvuracak olsam bile bu oyun yüzeyselleşmeyi hak ediyor. Doç. Dr. Pavel Pšeja seminerlerinde, orta Avrupa’da Sovyet sonrası dönemde politik kültürün yeniden modellenmesi üzerine konuşurken iki akıma dikkat çeker. Birincisi Sovyet öncesi dönemden kalma deneyimlere geri dönülmesi, ikincisi ise daha rahat, özgün ama kimi zaman yoz işleyişler kurulması. Bu teorinin sanatsal alandaki bir yansıması olarak bakabiliriz belki bu oyuna. Şöyle ki, nasıl olsa Sovyet döneminin bir bölümünde ortaya atılan “artık devrim tamamlandığına göre karakterlerde çelişki olamaz ve bütün sanat eserleri politbüromuzun görüşlerine, öncüllerine uygun olmalıdır” saçmalığı da yok, azcık farklı, değişik ve de denişik şeyler yapalım mantığı gözlerimizin önüne geliyor. Nasıl olsa sığınılacak koca bir “modern sanat” başlığı var.

İşin sanat adına pazarlanan boyutu kanımca her şeyin üstünde. Sanat namına sunulan böylesi eserler, sıklıkla tartışmaya başladığımız bienallerin anlamları ya da anlamsızlıkları üzerinden prim yapmaları mevzuna döndürüyor bizi. Hele de karşımıza seyircilerine kızgın sanatçılar da çıkınca işler iyice curcunaya dönüyor. E annem, siz canınızın istediği gibi, eseri oyun hamuru kıvamına getirip merdaneyle üzerinden geçip çeki düzen vermeye çalışırsanız ortaya çıkan şeye de seyircide doğan intiba da hakim olamazsınız. Ve de birileri artık bıkıp sizin bu sanatsal boşluğunuzun ipliğini pazara çıkarınca da yaygarayı koparırsınız. Gerçek olan tek şey şu ki oyun boyunca Tolstoy mezarında club dansları eşliğinde ters döndü. Edebiyata, tiyatroya ve sanata katkı yapmış herkese ve de seyircilik haline saygı duyanlar 140 dakika koltuklarında kramplar eşliğinde kıvrandılar.

Bu yazının, uyarlamaların niteliği, biçimi ve çağdaş sanat adına seyirciyle buluşturulan kimi performanslara dair daha açıklayıcı, yapıcı ve açıcı olmasını isterdim ama sanırım bu oyun bu konu için uygun bir örnek olmadı. İnşallah başka bir yazıya. Şimdi gidip Joe Wright-Tom Stoppard ikilisinin teatral anlatım biçimleri üzerine kurulmuş ve Tolstoy uyarlaması ismini hak eden Anna Karenina filmini tekrar izleyip panzehir ihtiyacımı gidermem gerekiyor.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Bilal Akar

Yanıtla